bilim ve toplum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bilim ve toplum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27.09.2015

İşkence Her Zaman Yanlış mıdır?


Bu yılın Temmuz ayında uzun zamandır beklenen şey oldu ve bağımsız bir kuruluşun raporu Amerikan Psikoloji Birliği'nin (American Psychological Association; APA) ileri gelenlerinin George Bush döneminde ulusal güvenlik adına yapılan işkence uygulamalarında devlet görevlileriyle işbirliği yaptığını belgeledi. Bunun üzerine APA yapılanlardan dolayı özür dileyen bir bildiri yayınladı ve gerekli önlemlerin alınacağına dair söz verdi. Bu önlemlerin arasında psikologların bu tür sorgulamalarda görev almalarını yasaklamak da vardı.

   
Yaşananlar bütün dünyadaki psikoloji camiası için şaşırtıcı ve üzücüydü. Fakat bazı psikologlar APA'nın yaptığı açıklamaları ve aldığı önlemleri aşırı bir tepki olarak gördüler. Konunun pratik ayrıntılarından biraz geriye çekilip daha teorik bir perspektiften baktığımızda temel meselenin "işkence her zaman yanlış mıdır?" sorusu olduğunu görüyoruz. Bu yazıda genel eğilimin tersine bu soruya "hayır" cevabı veren ve APA'nın genel tutumunu eleştiren bir makaleyi ele alacağız (O'Donohue ve ark., 2014).
   
Saatli Bomba ve İşkence
   
Amerikan psikoloji camiasında işkence konusu son skandal ortaya çıkmadan önce de zaman zaman tartışılmıştı. Mesela Costanzo ve ark. (2007) işkencenin her zaman ahlaken yanlış olduğunu ve psikologların işkence içeren sorgulamalarda yer almamaları gerektiğini savunurken Suedfeld (2007) işkence görecek kişiyi koruma sorumluluğumuz olduğu gibi işkence yapılmayıp gerekli bilgiye ulaşılamadığında zarar görecek olan kişileri koruma sorumluluğumuz da olduğunu, dolayısıyla "işkence her zaman yanlıştır" şeklinde bir mutlak kural koyulamayacağını savunmuştu. Ayrıca Zimbardo'nun ünlü Stanford hapishane deneyini hatırlatarak psikologların sorgulamalarda yer almalarının sorgulayıcıların davranışlarının etik sınırlar dışına çıkmadan daha etkin olmasına katkıda bulunabileceğini iddia edenler olmuştu.
  
Meseleye ahlak felsefesi açısından bakarsak işkencenin kabul edilebilirliğiyle ilgili ne söyleyebiliriz? Bu soru felsefe literatüründe daha çok saatli bomba (ticking time bomb) senaryosu bağlamında tartışılagelmiştir. Bu senaryoda elimizde bir tutuklu vardır. Tutuklu kısa bir süre sonra patlayacak ve birçok masum insanın ölümüne sebep olacak olan bir bombanın yerini bilmektedir. Tutuklunun bombayı hazırlayan ve yerleştiren kişi olup olmaması önemli değildir. Önemli olan tutuklunun bombanın yeriyle ilgili bilgiyi bize vermeyi reddetmesi ve başka yollarla bu bilgiyi kendisinden alamayacak olmamızdır. Aynı zamanda işkence altında tutuklunun bu bilgiyi bize vermeyi kabul edeceğine ve bu bilgi sayesinde bombayı zamanında etkisiz hale getirerek insanların ölümünü önleyebileceğimize dair makul bir beklentimiz vardır. Bu özel koşullar altında işkence kabul edilebilir mi? O'Donohue ve arkadaşlarına göre üç önemli normatif ahlak görüşü de (faydacılık, deontoloji ve erdem etiği) bu soruya kategorik olarak "hayır" cevabı vermez.
   
Faydacılık ve İşkence
   
Sonuççuluk (consequentialism) veya onun daha özel bir hali olan faydacılık (utilitarianism) bir davranışın ahlaken doğru olup olmadığına karar verirken göz önüne alınması gereken tek şeyin davranışın olası sonuçları olduğunu söyler. Saatli bomba senaryosunda göz önüne alınıp karşılaştırılması gereken sonuçlar işkence sonucunda tutuklunun çekeceği acı ile işkence yapmamanın sonucunda ölecek olan insanlardır. Bu basit analiz birçok faydacıyı zorunlu olarak şu sonuca götürür: Bu şartlar altında işkence yapmak sadece kabul edilebilir değil aynı zamanda ahlaken zorunludur. Yani işkence yapmamak ahlaksızlıktır.

Fakat bu basit analizin fazla basit olduğunu düşünenler de var. Bufacchi ve Arrigo'ya (2006) göre işkencenin hoş görülmesinin ve kurumsallaşmasının toplum açısından çeşitli sakıncaları vardır (ayrıca bak. Arrigo ve ark., 2015). Yani göz önüne alınması gereken sonuçlar sadece işkence mağduru kişi ve hayatı kurtarılan kişi için doğan sonuçlar değil, aynı zamanda daha geniş bir yelpazede ve daha uzak gelecekte ortaya çıkacak sonuçlardır. Mesela Bufacchi ve Arrigo'ya göre devlet kurumlarının işkence yapması bu kurumlara olan güveni sarsar. Teröristlerin misilleme yapmasına ve gelecekte daha radikal olmasına yol açabilir. Aynı zamanda işkencecilerin gelecekteki ruhsal sağlığını olumsuz yönde etkileyebilir. 
  
O'Donohue ve arkadaşlarına (2015) göre ise bütün bu olasılıklar hesaba katıldığında bile faydacılık bizi zorunlu olarak işkencenin yanlış olduğu sonucuna götürmez. Zira işkence yapılmadığında ve birçok masum insan öldüğünde de benzer sonuçlar ortaya çıkabilecektir: Devlet kurumlarının elinde imkan varken masum insanların ölümünü engelleyememesi bu kurumlara olan güveni sarsacaktır. Terörün işe yaradığını görmek teröristleri cesaretlendirip daha da radikalleştirebilecektir. Son olarak, işkence yapmayı reddettiği veya cesaret edemediği için masum insanların öldüğünü görmek de devlet görevlilerin gelecekteki ruhsal sağlığını olumsuz yönde etkileyebilir. İşkencenin kabul edilebilir olduğu durumlar vardır diyen faydacı argüman işkencenin kurumsallaşmasını savunmaz. Sadece her genel kuralda olduğu gibi işkence karşıtı kuralın da istisnaları olabileceğini söyler (ayrıca bak. Allhoff, 2005; Wisnewski, 2009).
  
Deontoloji ve İşkence

Deontolojiye göre bir davranışın ahlaken doğru olup olmadığına karar verirken davranışın genel ahlaki kurallarla ve görevlerle uyumlu olup olmadığına bakılır. Bu görüşün en ünlü temsilcilerinden Immanuel Kant ancak evrensel bir yasa haline getirilmesi uygunsa bir davranışın ahlaken doğru olabileceğini söyler. Mesela yalan söylemek hoş görülemez çünkü herkesin her an yalan söyleme hakkına sahip olduğu bir dünya ahlaken kabul edilebilir bir dünya değildir. Davranışın olası sonuçları davranışın ahlaka uygun olup olmadığıyla ilgili yargımızı etkilemez. Bu fikrin slogan şeklindeki ifadesini "Fiat justitia ruat caelum" (adalet yerini bulsun, isterse gökler yıkılsın) sözünde bulabiliriz: Sonuçları ne olursa olsun adaletin yerine getirilmesi ahlaki bir zorunluluktur. Gene Kant'a göre insanları hiçbir zaman sadece bir araç olarak görmemek, amaç ne olursa olsun diğer insanların haklarını çiğnememek gerekir. Bu şekilde bakıldığında deontoloji işkenceyi kategorik olarak reddeder gibi görünüyor: İşkence mağdurun en temel haklarını çiğniyor, bilgi edinmek için onu sadece bir araç olarak kullanıyor. Ayrıca işkence en genel ahlak kurallarıyla da çelişir ve kesinlikle evrensel olarak geçerli olmasını isteyeceğimiz bir davranış değildir.
  
Fakat meseleye daha dikkatli baktığımızda bu sonuca o kadar kolay ulaşamayacağımızı görürüz. Saatli bomba senaryosunda ne yaparsak yapalım hakları çiğnenecek insanlar vardır: Ya işkence yapacağız ve tutuklunun zarar görmeme hakkı çiğnenecek ya da işkence yapmayacağız ve masum insanların yaşama hakkı çiğnenecek. Bu durumda "kimin hakları daha önemli" veya "kime karşı görevimiz daha öncelikli" sorusuyla karşı karşıya geliriz. Kant'ın kendisi bile başkalarının haklarını çiğneyen bir insanın kendi bazı haklarından da vazgeçmiş sayılacağını söyler. Bu yüzden mesela suç işlemiş bir insanı özgürlük hakkından vazgeçmiş sayıp tutuklayabiliyoruz. Dolayısıyla Kantçı bakış, saatli bomba senaryosundaki tutuklunun da topluma karşı görevini yerine getirmeyerek ahlaki topluluğun dışına çıkmış olduğunu ve işkence görmeme hakkından vazgeçmiş sayılacağını söyleyebilir.
   
Bir diğer deontolojik prensip çifte etki (double effect) doktrinidir. Aquino’lu Tommaso’nun ifade ettiği bu prensibe göre başka birine verdiğimiz zarar o kişiye zarar verme amacıyla yapılıyorsa kabul edilemez. Fakat zarar başka bir amaca yönelik davranışın (istenmeyen) yan etkisi olarak ortaya çıkıyorsa kabul edilebilir. Mesela tutukluya ceza vermek, ona acı çektirmek amacıyla işkence yapıyorsak bu kabul edilemez. Fakat amacımız başkalarının hayatını kurtaracak bilgiyi elde etmekse ve tutuklunun çektiği acı bu amaca yönelik davranışımızın (istenmeyen) bir yan etkisiyse işkence kabul edilebilir.

Erdem Etiği ve İşkence

Kökenleri Platon ve Aristoteles'e uzanan erdem etiğine göre hayatın amacı bir dizi takdire değer karakter özelliği, yani erdem geliştirmektir. Aristoteles’e göre bu erdemler şunlardır: bilgelik, ihtiyatlılık, adillik, azim, cesaret, açık fikirlilik, ılımlılık, cömertlik ve yüce gönüllülük. Saatli bomba senaryosunda erdem etiğine başvurduğumuzda sorulması gereken soru şudur: İşkence yapmak işkencecinin karakteriyle ilgili bize ne söylüyor? İlk bakışta işkenceye razı gelmenin arkasında bir karakter kusuru olduğunu düşünebiliriz. Fakat senaryoyu şöyle zenginleştirelim: İşgal ordusunun askerlerinden biri sırf nefret güdüsüyle bir okula bomba yerleştirdi. Bomba zamanında bulunup etkisiz hale getirilmezse yüzlerce çocuk ölecek veya yaralanacak. Askerin bu planı arkadaşları tarafından öğrenildi ve asker gözaltına alındı. Fakat asker bombayı nereye yerleştirdiğini söylemeyi reddediyor. Bu durumda bombanın yerini söyletmek ve düşman ülkenin çocuklarının ölmesini engellemek için bir askerin kendi silah arkadaşına işkence yapması erdemli bir davranış mıdır?

Bu psikolojik açıdan cevap verilmesi kolay bir soru değil. Fakat serinkanlı bir felsefi analiz cevabın evet olabileceğini bize gösteriyor. İşkencenin arkasındaki güdü çocuklar için duyulan merhametse, sonradan kendi yurttaşları tarafından ayıplanma riskine karşı gösterilen cesaretse, aynı zamanda sadece gerektiği kadar güç kullanmaya izin veren bir ılımlılıksa işkence erdemli ve dolayısıyla ahlaklı bir davranıştır diyebiliriz. Asker belki kendi arkadaşına işkence ettiği için vicdan azabı çekecek. Fakat askerin bunu da göze aldığını, "o çocukların yaşaması için hayatım boyunca vicdan azabı çekmeye razıyım" dediğini varsayalım. Bundan daha üst düzey bir yüce gönüllülük tasavvur etmek zor.

İşkence İşe Yarıyor mu?

Gördüğümüz gibi ne tür bir ahlaki görüşten hareket ediyor olursak olalım işkencenin ahlaken kabul edilebilir olduğu durumlar var (ayrıca bak. Spino & Cummins, 2014). Bu durumda APA'nın işkencenin hiçbir şekilde kabul edilemez olduğu yönündeki açıklamalarını fazla düşünülmeden yapılmış tepkisel açıklamalar olarak görebiliriz. Fakat hipotetik bir senaryoda işkencenin kabul edilebilir olduğu sonucuna varmak gerçek dünyada işkencenin kabul edilebilir olduğu durumların gerçekten ortaya çıktığını kabul etmeyi gerektirmiyor. Pratikte önemli bir mesele işkence sonucunda elde edilen bilginin güvenilir olup olmadığı. Saatli bomba senaryosu işkencenin işe yarayacağı, yani işkence sonucunda güvenilir bilgi elde edilebileceği varsayımına dayanıyor. İşkenceye karşı çıkanlar ise bu varsayımın pratikte çoğu zaman doğru olmadığını iddia ediyorlar.
   
Burada bir ayrım yapmak yararlı olacaktır. Sorgulamanın amacı işlenmiş bir suç konusunda sanıktan itiraf almaksa sanık gerçekten de işkenceden kurtulmak için sahte bir itiraf vermeyi tercih edebilir. Fakat saatli bomba senaryosuna daha çok benzeyen durumlarda, yani suçun henüz işlenmediği ve sorgulama sonucu elde edilen bilginin kolayca doğrulanabilir olduğu durumlarda, işkence pekala işe yarayabilir. Nitekim işe yaradığına dair tarihsel gözlemler var (Suedfeld, 2007). Yapılması ne kadar zor olsa da bu tür sorgulamaların ne kadar işe yaradığıyla ilgili sistematik araştırmalara acil olarak ihtiyaç var (Russano ve ark., 2005; ayrıca bak. Allhoff, 2014).
   
Sonuç
     
Bütün bunlardan hareketle varılabilecek iki ayrı sonuç var. İlk olarak, daha önce Amerikan Antropoloji Birliği (bak: Amerikan Antropolojisinin Üstündeki Karanlık) ve Türk Psikologlar Derneği (bak: Otizm, Ateizm ve Türk Psikologlar Derneği) bağlamında söylediğimiz şeyi tekrar edeceğiz: Bilimsel kurumlar kamuoyu baskısını bertaraf etmek amacıyla bilimsel veya entelektüel açıdan savunulamayacak tepkisel açıklamalar yapmamalılar.
    
İkinci olarak, bilimsel araştırma ve felsefi analiz sonuçları her zaman sezgisel olarak doğru kabul ettiğimiz fikirlerle uyumlu olmuyor. Zaten bilimi ve felsefeyi değerli kılan da bu: Ufkumuzu genişletme ve dünya görüşümüzü değiştirme potansiyelleri.
   

Kaynaklar

Allhoff, P. (2005). A defense of torture: Separation of cases, ticking time-bombs, and moral justification. International Journal of Applied Philosophy, 19, 243-264.

Allhoff, F. (2014). Empirical objections to torture: A critical reply. Terrorism and Political Violence, 26, 621-649.

Arrigo, J. M. ve ark. (2015). The “good” psychologist, “good” torture, and “good” reputation – Response to O’Donohue, Snipes, Dalto, Soto, Maragakis, and Im (2014) “The Ethics of Enhanced Interrogations and Torture”. Ethics & Behavior, 25, 361-372.

Bufacchi, V., & Arrigo, J. M. (2006). Torture, terrorism and the state: A refutation of the ticking-bomb argument. Journal of Applied Philosophy, 23, 354-373.

Costanzo, M., Gerrity, E., & Likes, M. B. (2007). Psychologists and the use of torture in interrogations. Analyses of Social Issues and Public Policy, 7, 7-20.

O’Donohue, W. ve ark. (2014). The ethics of enhanced interrogations and torture: A reappraisal of the argument. Ethics & Behavior, 24, 109-125.

O’Donohue, W. ve ark. (2015). Psychologists and the ethical use of enhanced interrogation techniques to save lives. Ethics & Behavior, 25, 373-385.

Russano ve ark. (2005). Investigating true and false confessions within a novel experimental paradigm. Psychological Science, 16, 481-486.

Spino, J., & Cummins, D. D. (2014). The ticking time bomb: When the use of torture is and is not endorsed. Review of Philosophy and Psychology, 5, 543-563.

Suedfeld, P. (2007). Torture, interrogation, security, and psychology: Absolutist versus complex thinking. Analyses of Social Issues and Public Policy, 7, 55-63.

Wisnewski, J. J. (2009). Hearing a still-ticking bomb argument: A reply to Bufacchi and Arrigo. Journal of Applied Philosophy, 26, 205-209.
   

20.08.2013

Otizm, Ateizm ve Türk Psikologlar Derneği


Her şey nisan ayında garip bir adamın garip sözleriyle başladı. Adana Otistik Çocuklar Sağlık ve Eğitim Derneği başkanı sosyolog Fehmi Kaya özet olarak otistik çocukların empati kurmayı bilmedikleri için dinsel inançla ilgili sorunları olduğunu, beyinlerinde bir inanç alanı olmadığını, durumlarının ateizmle paralellik gösterdiğini söyledi. Söylediklerinin bilimsel araştırma sonuçlarına dayandığını da ekledi. Ayrıca yürüttükleri ücretsiz tedavi programıyla otistik çocukları inançlı çocuklar haline getirmeye çalıştıklarını söyledi. Yaptığı açıklama İhlas Haber Ajansı’ndan Fatih Keçe imzasıyla birkaç gazetede yer aldı. Haber bazı gazetelerde “Bütün otistik çocuklar ateist” başlığıyla yer aldığı için Fehmi Kaya’ya tepki yağdı.


Otizm Platformu hem yaptığı açıklamanın bilimsel bir temeli olmadığı için hem de otizmle ilgili önyargılara bir yenisini eklediği için Fehmi Kaya’yı ve derneğini kınayan bir mesaj yayınladı. Tepkiler üzerine Fehmi Kaya sözlerinin çarpıtıldığını iddia etti. Otistik çocuğu olan ailelerden özür diledi. Fakat otizm-ateizm ilişkisinin kendi kişisel görüşü olmadığında, bunu gösteren bilimsel bulgular olduğunda ısrar etti.

Ateistler de Kaya’nın sözlerinden rahatsız oldular. Onların rahatsızlığı ateistlerin rızaları dışında inanç sahibi yapılmaya çalışılmasıydı. Garajımdaki Ejder otizmle ateizm arasındaki ilişkiye bakan araştırmaların Kaya tarafından çarpıtıldığını göstermeye çalıştı. Bu ikisi arasında bir ilişki olsa da ateizmin otizmin bir türü olduğunu söylemek mümkün değil dedi.

Bilimsel dernekler de fazla gecikmeden açıklamalar yayınladılar. Türkiye Psikiyatri Derneği açıklamasında otizmle ilgili temel bilgileri verdikten sonra otizmle ateizm arasında bağlantı kuran iddiaların otistiklerin ailelerini duygusal açıdan incitici olduğunu ve tedavi sürecini olumsuz etkileyebileceğini vurguladı. Ek olarak yetkinliği olmayan kişilerin otizm konusunda açıklama yapmasının ve tedavi yürütmesinin sakıncalı olduğunu söyledi.

Türk Psikologlar Derneği’nin (TPD) açıklaması ise çok daha iddialıydı ve bu daha başlıktan belli oluyordu: “Otizm ile İlgili Bilimsel Gerçekler”. Bu açıklamaya yakından bakalım.

Diğer eleştirenler Fehmi Kaya’nın otizm-ateizm ilişkisiyle ilgili araştırma sonuçlarını çarpıttığını söylerken TPD bu ikisi arasında bir ilişki olmasının mümkün bile olmadığına en baştan hükmediyor:

Otizm spektrum bozukluğu (OSB), karşılıklı sosyal iletişim ve etkileşimdeki yetersizlikler; tekrarlayıcı, sınırlı ve basmakalıp davranışlar, etkinlikler ve ilgilerle tanımlanan genel olarak üç yaşından önce beliren ve ömür boyu süren nörogelişimsel bir bozukluktur. Dolayısıyla bilinçli bir tercih olan ateizmle bu bozukluk arasında hiçbir ilişkinin bulunmadığı açıktır.

İnsan ilk okuduğunda bu sözleri sarf eden bir psikolog olabilir mi diye hayret ediyor. Nörogelişimsel bozukluklarla bilinçli tercihler arasında hiçbir ilişki olamayacağını söyleyen bir bilimsel yasa var da biz mi bilmiyoruz acaba? Bilinçli tercihlerin beyinden kaynaklanmadığı yönünde bir düalist varsayım var sanki burada.

Daha sonraki paragraflarda TPD bildirisi Fehmi Kaya’nın var olduğunu iddia ettiği araştırmaların varlığını kesin bir dille reddediyor ve otistik çocukların inanç ve ibadetle ilgili sorunlarına farklı bir açıklama getiriyor:

Dolayısıyla OSB tanısı bulunan bireylerin sıralanan özellikleri göz önünde bulundurulduğunda inanç, ibadet gibi soyut düzeydeki dini kavramları öğrenmede ve insanların inançlarını anlamlandırmada sorunlar yaşamaları beklendik bir durumdur. Bu durumun ateizmle ya da hiçbir bilimsel dayanağı bulunmayan açıklamalarla bir ilgisi bulunmamaktadır.

OSB tanısı bulunan bireyleri konu alan çalışmalar arasında ise bu bireylerin beyinlerinde inanç alanı olup olmadığını inceleyen ve olmadığını gösteren herhangi bir bilimsel araştırmanın bulunmadığını özellikle vurgulamak istiyoruz.

Buradan çıkaracağımız sonuç şu: Bildiri Fehmi Kaya’nın açıklamasından günler sonra kaleme alınmış olmasına rağmen TPD 10 dakikalık bir İnternet taraması sonucunda ulaşılabilecek araştırmaları arama zahmetine girmemiş. Üstelik konuyla ilgili kısa bir blog yazısı yazan ve halka karşı hiçbir bilimsel sorumluluğu olmayan Garajımdaki Ejder bile bu araştırmalardan birini bulup tanıtmışken.

Bilinç-beyin ilişkisi konusunda Descartes’tan kalma fikirlere sahip olan ve literatür taramayı bilmeyen TPD’nin açıklamasını şimdilik bir kenara bırakalım, Fehmi Kaya’nın otizm-ateizm ilişkisi konusunda ısrarla var olduğunu iddia ettiği bu araştırmalar nelermiş bir bakalım.

Göründüğü kadarıyla bu konudaki ilk araştırma Boston Üniversitesi’nden Catherine Caldwell-Harris ve arkadaşlarının 2011’deki Cognitive Science Society konferansında sundukları yayınlanmamış bir bildiri. Araştırmacılar şöyle bir mantık yürütmüşler: Dinsel inanç görünür olayların arkasında görünmeyen doğaüstü varlıkların niyetlerinin, amaçlarının yattığı fikrine dayanır. Yani dinsel inanç için niyetler gibi zihinsel olaylarla ilgili akıl yürütme becerisi gerekir. Otistik bireylerin profilinde karşımıza çok sık çıkan bozukluklardan biri zihin okumayla, yani zihinsel süreçler hakkında akıl yürütmeyle ilgili sorunlardır. Dolayısıyla otistik bireylerin bilinç ve niyet sahibi doğaüstü varlıklarla ilgili inançlara eğilimi diğer insanlardan daha az olabilir.

Bu öngörüyü test etmek amacıyla araştırmacılar önce bazı tartışma forumlarına gönderilen yorumlardan hareketle, sonra da İnternet üzerinden dağıtılan bir anketten hareketle otizmle dinsel inanç ilişkisine bakmışlar. Otistiklerin ve normallerin ("nöro-tipik"lerin) dinsel gruplara dağılımına bakıldığında 61 otistik arasında en yaygın din yaklaşımının ateizm, 105 normal arasında en yaygın dinin Hıristiyanlık olduğu görülmüş. Otistik olup olmamakla dinsel inanç sahibi olup olmamak arasında gerçekten bir ilişki var gibi görünüyor. Bunların normal veya normale yakın IQ’ya sahip otistikler olduğunu belirtelim. İki grup (otistikler ve normaller) topluca ele alındığında ve otizme eğilim puanları (AQ; Autism Quotient) değerlendirildiğinde en yüksek puanların ateistlerde, sonra geleneksel olmayan inanç sistemlerine sahip olanlarda, en düşük puanların da geleneksel dinlere mensup olanlarda olduğu görülmüş. Yani sadece klinik düzeyde otizm değil, otizme eğilim de dinsel inançta zayıflamayla paralellik gösteriyor. (Caldwell-Harris daha sonra otizm ve dinsel inanç ilişkisini daha geniş bir bağlamda popüler bir dergide de ele aldı.)

Bulgular ilginç olmakla beraber araştırma korelasyona dayandığı ve birçok kontrol edilmemiş değişken içerdiği için kesin sonuçlara varmak zor. Mesela otistik bireyler gerçekten otistik oldukları için mi ateizme eğilimli oluyorlar yoksa otizmle korelasyon gösteren bambaşka özellikleri yüzünden mi? Ayrıca otizm çok yönlü bir bozukluk. İkisi arasında gerçekten bir ilişki varsa otizmin hangi yönü ateizme eğilim yaratıyor? Bu sorulara cevap verebilecek deneysel manipülasyon yapmak çok zor. Ama daha kontrollü bir korelasyon araştırması yapılabilir. Caldwell-Harris ve arkadaşlarından bir yıl sonra Norenzayan ve arkadaşları (2012) aynen böyle bir araştırma yapmışlar. Araştırmadaki dört ayrı çalışmanın bulguları özetle şöyle:

n  Otistik bireylerde Tanrı inancı nöro-tipiklere göre daha düşük. IQ düzeyi bu ilişkiyi etkilemiyor.
n  Normal popülasyon (nöro-tipikler) içinde otizme eğilimli olmayı ölçen AQ puanlarıyla dinsel inanç arasında negatif ilişki var. Bu iki değişken arasındaki dolayımı empati becerisi ve gözlerden zihin okuma becerisi kuruyor. (Bu iki beceri otistik bireylerde genellikle zayıf olan beceriler.)
n  Erkeklerde dinsel inanç kadınlardan daha düşük. Bu iki değişken (cinsiyet ve inanç) arasındaki dolayımı sağlayan gene empati ve zihin okuma becerisi. Erkeklerde bu beceriler daha zayıf.
n  “Makinalara ve kurallara dayalı sistemlere ilgi duyma” şeklinde tanımlanabilecek değişken dinsel inançla ilişkili değil. (Otistik bireyler bu değişkende genellikle yüksek puanlara sahip oluyorlar.)
n  Uyumluluk (agreeableness) ve sorumluluk sahibi olma (conscientiousness) adı verilebilecek kişilik özelliklerinin otizme eğilimlilik ve dinsel inanç arasındaki ilişkide rolü yok.
n  Dinsel törenlere katılma sıklığının da otizme eğilimlilik ve dinsel inanç arasındaki ilişkide rolü yok.
  
Sonuç olarak bulgulardan hareketle otizm (veya otizm eğilimi) ile dinsel inanç arasındaki ilişkiyi sağlayan ana değişkenin empati veya zihin okuma becerisi olduğu ortaya çıkıyor.

Konuya daha geniş açıdan bakacak olursak otistik bireyleri de, diğerlerini de dinsel inançsızlığa yönelten faktörlerden sadece birinin zihin okuma becerisi (veya beceriksizliği) olduğunu söyleyebiliriz. İnançsızlığın başka ne gibi kaynakları olabilir? Norenzayan ve Gervais (2013) bu yıl çıkan makalelerinde bu soruya cevap verecek bir model geliştiriyorlar. Buna göre dinsel inancın da inançsızlığın da bilişsel, motivasyonel ve kültürel öğrenmeye dayalı sebepleri var. Bu sebepler de evrimsel mekanizmalara dayanıyor (burada hem genetik hem kültürel evrim kastediliyor). Buna göre insanları inanca veya inançsızlığa götüren dört ayrı (ama etkileşime girebilen) yol sayabiliriz:

1. Evrimleşmiş bilişsel eğilimler (cognitive biases): Görünen ve görünmeyen varlıkların zihinsel süreçleriyle ilgili akıl yürütme eğilimi. Bu eğilimin zayıf olması kişiyi dinsel inançsızlığa götürebiliyor. Bunun en uç örneğini otistik bireylerde görüyoruz.

2. Dünyada anlam, huzur, güvenlik ve kontrol arayışı gibi varoluşsal kaygıların giderilmesinde doğaüstü varlıklara ihtiyaç duyma: Bu tür bir arayış için motivasyon düşük olduğunda veya bu tür varlıklara ihtiyaç duyulmadığında dinsel inançsızlık ortaya çıkabiliyor. Bunun bir örneğini sosyal güvenlik sistemleri çok güçlü olan İskandinav ülkelerinde görüyoruz (Zuckerman, 2008).

3. Dinsel inancı teşvik eden kültürel desteklerden mahrum olma: Bireyin dinsel inancı, etrafındaki insanlardan ve toplumun genelinden gelecek desteğe ihtiyaç duyuyor. Özellikle küçük yaşta alınan sıkı dinsel eğitim ve düzenli dinsel törenler ve semboller olmadığında kişi inançsızlığa kayabiliyor. Bunun bir örneğini dinsel sembollerin kamusal alanın dışına çıktığı seküler toplumlarda görüyoruz (Lanman, 2012).

4. Sezgisel düşünceyi bastıran analitik düşünce: Sistematik eğitimle geliştirilen sorgulayıcı ve analitik düşünce sezgisel açıdan doğal sayılabilecek dinsel inancın reddedilmesine yol açabiliyor. Bunun uç örneğini de bilim adamlarında görüyoruz: Önde gelen bilim adamları arasındaki inançsızlık oranı genel popülasyondaki oranın çok üzerinde (Larson & Witham, 1998).

Bütün bunlar Fehmi Kaya’nın nisan ayında söylediklerini destekliyor mu? Aslında hayır. Zira bütün otistikler ateist değil, normal insanların beyinlerinde olup da otistiklerin beyinlerde var olmayan bir inanç alanından bahsetmek mümkün değil ve böyle bir alanı terapi yoluyla oluşturmak da mümkün değil. Fakat burada asıl büyük yanılgıya düşen TPD. Zira otizmle ateizm arasında gerçekten bir ilişki var. Ayrıca ateizm sadece bilinçli tercihlere dayanmıyor. Bilinçli tercihlerin altında yatan bazı sezgisel düşünce eğilimlerine de dayanıyor ki bu durumda ateizmin beyinsel temelleri ve evrimsel kökenleri olduğu söylenebilir.

Son olarak şu soruyu soralım: TPD’nin bildirisinde yer alan fikirler bilimsel düzeyde olmasa bile pragmatik düzeyde savunulabilir mi? Sonuçta TPD durup dururken halkı otizm konusunda bilinçlendirme isteği duymadı. Otizmle mücadele çabalarını olumsuz etkileyebilecek, otistik çocuklara kötü davranılmasına yol açabilecek bir gelişmeye acilen müdahale edebilmek için bu çıkışı yaptı. Otistik çocukları koruyabilmek için bilimsellikten biraz sapmak hoş görülebilir mi?

Bunun çok basit bir cevabı var: Kesinlikle hayır! TPD bilimsellikten (bilerek veya bilmeden) sapmakla uzun dönemde kendi saygınlığına ve ciddiye alınabilirliğine zarar vermiş oluyor. TPD (veya bilimsel gerçekleri açıkladığını iddia eden herhangi bir kurum) açıklama yaptığında başka kurumlardan daha fazla ciddiye alınmayı neden bekler? Çünkü konuyla ilgili objektif verileri tarafsız bir şekilde açıklayacağı beklentisi vardır. Ama bilimsel bir kurum kendi toplumsal idealleri doğrultusunda halktan bilgi saklamaya veya bilgi çarpıtmaya başlarsa herhangi bir grubun açıklamasından daha fazla ciddiye alınmayı hak etmez. (Bak: Amerikan Antropolojisinin Üstündeki Karanlık)
  
Bugün özgür bir bilim camiası modern demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından biri olarak görülüyor. Fakat başta ABD olmak üzere bilimin sosyal politikaların belirlenmesindeki rolü marjinalleşmiş durumda (Rosenberg ve ark., 2013; ayrıca bak. Bilimsel Özgürlük Üzerine). Oysa insanlığın karşı karşıya olduğu yerel ve global sorunların çözümü için bilimsel veriye ve tavsiyeye belki de en fazla ihtiyaç duyduğumuz dönemdeyiz. Toplumsal politikaların “bilim adamları ne düşünüyor?” diye sorulmadan belirlenmesinden bütün bilim camiası rahatsız. Fakat suçu biraz da kendilerinde aramalılar. Daha önce Amerikan Antropoloji Birliği bağlamında söylediklerimizi şu andaki konuya uyarlayacak olursak:

Psikoloji bir bilim olmaktan çıkıp otistik hakları savunuculuğuna soyunursa söylediği şeyler herhangi bir çıkar grubunun propagandasından daha fazla saygıyı hak etmez. Gerçekleri ortaya çıkarmaya çalışmayan, kanıtları önemsemeyen bir çaba iyi niyetli olsa da sadece bilim ve etik için değil aynı zamanda demokrasi için de tehlikelidir. Bilimsel kurumların saygınlıklarını bu kadar kolay harcamamaları gerekir.



Kaynaklar:

Caldwell-Harris, C.L., Murphy, C.F., Velazquez, T., & McNamara, P. (2011). Religious Belief Systems of Persons with High Functioning Autism. Annual Meeting of the Cognitive Science Society'de sunuldu, Boston, MA.

Lanman, J. (2012). The importance of religious displays for belief acquisition and secularization. Journal of Contemporary Religion, 27, 49–65.

Larson, E.J. & Witham, L. (1998). Leading scientists still reject God. Nature, 394, 313–314.

Norenzayan A., & Gervais W. M. (2013). The origins of religious disbelief. Trends in Cognitive Sciences, 17, 20-25.

Norenzayan A., Gervais W. M., & Trzesniewski K. H. (2012). Mentalizing deficits constrain belief in a personal God. PLoS ONE, 7(5): e36880.

Rosenberg, A. A., Halpern, M., Shulman, S., Wexler, C., & Phartiyal, P. (2013). Reinvigorating the role of science in democracy. PLoS Biology, 11(5): e1001553.

Zuckerman, P. (2008). Society without God. New York: New York University Press.

29.07.2011

Amerikan Antropolojisinin Üstündeki Karanlık


Geçtiğimiz 10 yılda Amerikalı antropologları herhalde en çok meşgul eden konu gazeteci-yazar Patrick Tierney’nin 2001’de yazdığı Darkness in El Dorado (El Dorado’daki Karanlık) kitabıydı. Başlığı Joseph Conrad’ın Heart of Darkness (Karanlığın Yüreği) romanına göndermede bulunan bu kitap bir grup bilim adamının Amazon ormanlarında yaşayan Yanomamö halkının hayatını cehenneme çevirdiğini iddia ediyordu. Kitabın yarattığı ve Amerikan antropolojisini bölünmenin eşiğine getiren sert tartışmalar kitap üzerinden olmasa da bugün de devam ediyor.

Üstünden 10 yıl geçmesine ve hakkında şimdiye kadar çok şey yazılıp çizilmesine rağmen Human Nature adlı antropoloji dergisi bu konuda yeni bir makale yayınlandı. Aslında makale henüz resmen yayınlanmadı ama tam metnine derginin İnternet sayfasından ulaşmak mümkün. Bu yazıda bilim kurumlarının bilim yapmayı ve gerçeklere ulaşmayı ikinci plana attıklarında neler olabileceğini anlatan bu ibretlik makaleden kısaca bahsedeceğiz. Antropolojiyle uzaktan da olsa ilgilenen herkese makalenin tam metnini okumasını tavsiye ediyoruz.
                                                                                                 
Makalenin yazarı Alice Dreger kendi ifadesiyle bir bilim tarihçisi ve insan hakları aktivisti. Daha önce normal dışı vücutlara sahip insanların haklarını savunan kitaplar yazmış. Şu anda da hem bilimi hem aktivizmi savunan bir kitap yazıyor. Bu kitap projesinin bir parçası olarak Tierney’nin kitabındaki iddiaları, bu iddiaların başlattığı olayları, özellikle de Amerikan Antropoloji Birliği’nin (AAB) tutumunu bir tarihçi gözüyle incelemiş. Vardığı sonuçları daha kitabı çıkmadan bir antropoloji dergisinde yayınlatma ihtiyacı duymuş. Human Nature dergisinin editörleri normalde sadece araştırma raporu yayınlayan derginin neden böyle bir makaleyi yayınlamaya karar verdiğini ayrı bir yazıda açıklıyorlar.

Dreger önce Tierney’nin kitabındaki iddiaları ele alıyor. Kitaptaki en çarpıcı suçlama şu: Kendi alanlarının önde gelen isimlerinden olan evrimsel antropolog Napoleon Chagnon ve genetikçi-doktor James Neel kendi öjenik teorilerini test etmek amacıyla 1968’de Amazon ormanlarında yaşayan Yanomamöler’e, salgın hastalığa sebep olacağını bildikleri halde, kızamık aşısı yaptılar ve salgın başladıktan sonra ilaç vermeyi reddettiler. Böylelikle binlerce Yanomamö’nün ölmesine sebep oldular. Ayrıca bilerek Yanomamö kabileleri arasında savaşlar çıkardılar.

Bu iddiaların asılsız olduğu çok kısa zamanda belgelere dayalı olarak anlaşıldı. Gene de Tierney’nin kitabı uzun süre özellikle AAB tarafından ciddiye alındı ve bu kitaba dayalı etik soruşturmalar sürdürüldü. Neel daha kitap yayınlanmadan öldüğü için soruşturmaların merkezinde Chagnon vardı. Dreger’in amacı AAB’nin ileri gelenlerinin neden kendi içlerinden bir antropoloğun mesleki hayatını tehdit eden bu asılsız iddiaları bu kadar uzun süre ciddiye aldığını ortaya çıkarmak.

Tierney’nin kitabı daha çıkmadan AAB ve uluslararası kamuoyu kitaptaki iddialardan iki antropoloğun dağıttığı bir memorandum sayesinde haberdar oldu. Bu antropologlar uzun yıllardır Chagnon’ın çalışmalarını engellemeye çalışan Terence Turner ve Leslie Sponsel’dı. Turner ve Sponsel özellikle Chagnon’ın sosyobiyolojik (yani insan davranışını evrim teorisi temelinde açıklamaya çalışan) yaklaşımından rahatsızdılar. Memorandumlarında Tierney’nin yakında çıkacak olan kitabındaki iddiaları hiç sorgulamadan ve abartılı bir dille aktardılar ve AAB’nin harekete geçmesini istediler. Bunun sonucunda AAB gerçekten harekete geçti ve iki yıl sonra yayınlanan komisyon raporunda Chagnon’ı kusurlu buldu. Ayrıca Tierney’ye antropologlar adına teşekkür etti. Fakat kitaptaki iddiaların asılsız olduğu tek tek ortaya çıkınca 2005’te AAB’de yapılan bir referandum bu raporun geri çekilmesine neden oldu.

Tierney’nin kitabının sonunda çok geniş bir notlar ve alıntılar bölümü var. Bu durum kitaba çok titiz ve belgeli bir incelemenin ürünü havası veriyor. Ama Dreger’ın ve başkalarının gösterdiğine göre bunların önemli bir kısmı gerçekte var olmayan, tamamen uydurma alıntılar. Kitaptaki iddialardan hareketle Chagnon’ı soruşturanların bu iddialar için gösterilen kaynakları hiç kontrol etmemiş olması çok şaşırtıcı. Tierney’nin kişisel iletişim kurduğu bilim adamlarının çoğu da sonradan kitapta kendi görüşlerinin ve söylediklerinin çarpıtıldığı ifade ettiler. Tierney’nin kitabı incelemeden çok kurgu ürünü gibi görünüyor.

Burada akla bir soru geliyor: Tierney asılsız olduğunun ortaya çıkarılması bu kadar kolay olan bir kitabı neden yazdı? Dreger bunun cevabını bulamadığını itiraf ediyor. Onun yerine AAB’nin bu kitaba neden bu kadar değer verdiğini ve neden sırf bu kitaptan yola çıkarak iki bilim adamının saygınlığını zedeleyebilecek soruşturmaları ısrarla sürdürdüğünü sorguluyor. Dreger’ın konuştuğu soruşturma komisyonu başkanı antropolog Jane Hill bir itirafta bulunuyor: “Tierney’nin kitabı aşağılık bir kitap ama AAB olarak suçlamalar karşısında hiçbir şey yapmadan duramazdık; gelecekte Güney Amerika’da çalışmak isteyecek antropologların haklarını korumak için bir şekilde bu meseleyi ciddiye aldığımız izlenimi vermemiz ve bir şekilde birilerini kınamamız gerekiyordu.” Yani halkla (ve devletlerle) ilişkiler konusunda sorun çıkmaması için AAB kendi içinden birini kurban etmeye karar vermişti. Bu yüzden Chagnon suçlamalara karşı kendini savunmak için hiçbir zaman komisyonla görüşmeye çağrılmamıştı.

Bir grup antropolog bütün bu meseleyi bilimsel bakış açısına sahip evrimsel antropologlarla bilimsel bakıştan hoşlanmayan postmodern antropologların bir hesaplaşması olarak görüyor (Gregor & Gross, 2004). Dreger ise, postmodernizm kaynaklı da olsa, başka sebeple de olsa, asıl sorunun gerçeklerin ideolojik amaçlarla çarpıtılması olduğunu düşünüyor.

Komisyon raporunda Chagnon’ın kusurlu bulunduğunu söylemiştik. Bunun gerekçesi Chagnon’ın yazılarında Yanomamö hayat tarzını tasvir edişinin Yanomamöler açısından olumsuz sonuçlar doğurması. Özel olarak da Yanomamöleri saldırgan olarak nitelendirmesinin Brezilya devletinin onlara karşı şiddet kullanmasını meşrulaştırması. Dreger ilk olarak Brezilya devletinin politikalarının Chagnon’dan etkilendiğine dair hiçbir kanıt bulunmadığını söylüyor. İkincisi, Chagnon Yanomamöler hakkında objektif anlamda doğru olmayan ne söylemiş olabilir ki komisyon raporu tarafından kusurlu bulunmuş olsun? En çarpıcı örnek olarak gösterilen Chagnon’ın zamanında bir Brezilya dergisine verdiği röportaj. Chagnon burada Yanomamöleri şöyle anlatıyor: “Yerliler terliyorlar, kötü kokuyorlar, halüsinojen maddeler alıyorlar, yemek yedikten sonra geğiriyorlar, komşularının karılarına göz dikiyorlar ve bazan onları kaçırıyorlar, zina yapıyorlar, ve savaş yapıyorlar.” Yani? Chagnon devam ediyor: “Yani yerliler de bizim gibi insanlar; bu onları korumak ve onlara zarar gelmemesine çalışmak için yeterli bir sebep.” Dreger’a göre ne yazık ki AAB içinde Chagnon’ı kusurlu göstermeye çalışanlar röportajın bu son kısmını bilerek atlıyorlar. Chagnon Yanomamöleri daha yumuşak ve sempatik görünecek şekilde mi tasvir etmeliydi? Dreger’a göre asıl bu etik dışı olurdu. Antropoloji bir bilim olmaktan çıkıp yerli hakları savunuculuğundan ibaret hale gelirse söylediği şeyler herhangi bir çıkar grubunun propagandasından daha fazla saygıyı hak etmez.

Dreger makaleyi şöyle bitiriyor: Şüphesiz en başta Chagnon’ı suçlayanların çoğu iyi niyetliydi ve adaletin yerini bulmasını istiyordu. Fakat gerçeklere göre değil politikaya göre dağıtılan adalet Engizisyon’un adaletinden farksızdır. Gerçekleri ortaya çıkarmaya çalışmayan, kanıtları önemsemeyen bir çaba iyi niyetli olsa da sadece bilim ve etik için değil aynı zamanda demokrasi için de tehlikelidir. Ve bu yüzden insanlık için de tehlikelidir.


Kaynaklar:


Gregor, T. A., & Gross, D. R. (2004). Guilt by association: The culture of accusation and the American Anthropological Association’s investigation of Darkness in El Dorado. American Anthropologist, 106, 687-698.

Tierney, P. (2001). Darkness in El Dorado: How scientists and journalists devastated the Amazon. New York: W. W. Norton.





21.10.2010

Bilimsel Özgürlük Üzerine


Akademik dünya içinde bilimsel özgürlük vazgeçilmezliği tartışmasız kabul edilen bir prensip. Bilim adamları günlük hayatta “bilim gerçekten özgür olmalı mı” diye oturup düşünmezler. Öyle olması gerektiğini varsayarlar. Bilimsel özgürlüğe bir tehdit olduğunda da genellikle öfkeli ve beylik laflarla özgürlüklerini savunurlar ve bunun herkes için otomatik olarak ikna edici olmasını beklerler. Oysa başka bütün hak ve özgürlükler gibi bilimsel özgürlüğün de kerameti kendinden menkul değil. Gerektiğinde sloganlara sığınmadan rasyonel düzeyde savunulabilmesi, aynı zamanda sınırlarının da belirlenmesi gerekir.

Bielefeld Üniversitesi’nden felsefeci Torsten Wilholt (2010) birkaç ay önce tam bu konuda bir makale yayınladı. Bu yazıda Wilholt’un bilimsel özgürlüğü savunmak amacıyla ileri sürdüğü iki argümanı kısaca ele alacağız.

Öncelikle bilimsel özgürlük dendiğinde birden fazla şeyin kastedilebileceğinin farkında olmak gerekir. En temelde bilimsel özgürlük bilim adamlarının kendi seçtikleri konularda kendi seçtikleri yöntem ve yaklaşımlarla araştırma yapma hakkıdır. Biraz daha ileri gidersek bu özgürlük bilim adamlarının toplumdan veya devletten önemli gördükleri konularda araştırma yapabilmek için gerekli kaynakları isteme hakkı olarak da düşünülebilir. Bilimsel özgürlüğün bu iki yorumunun farklı argümanlarla savunulması gerektiği açıktır. Diğer bir belirsizlik özgürlüğün öznesinin kim olduğu konusunda. İlk bakışta özne bir birey olarak bilim adamı diye düşünülebilir. Fakat tek tek bilim adamlarının araştırma isteklerinin, içinde bulundukları araştırma grubunun lideri tarafından veya araştırma fonlarının nasıl dağıtılacağına karar veren kişiler tarafından kısıtlanması genellikle bilimsel özgürlüğün kısıtlanması olarak görülmez. Bu durumda bilimsel özgürlüğün öznesi bir araştırma grubu, hatta bütün bir bilim camiası olarak da düşünülebilir. Bu bakışa göre bu camianın özerk olması, bilimsel konulardaki kararları dış etkilerden bağımsız olarak verebilmesi, bilimsel özgürlükten asıl anlaşılması gereken şeydir.

Bu girişten sonra Wilholt’un argümanlarına geçelim. İlk argümana göre bilim adamları (ve aslında herkes) araştırma ve bilgi edinme sürecinde özgür olmalıdır çünkü toplumun kolektif bilgisinin ilerlemesi en iyi bu yolla sağlanır. Araştırma konularının ve yaklaşımların özgürce seçilmesinin yarattığı çeşitlilik doğrulara ulaşmayı kolaylaştıracaktır. Wilholt buna epistemolojik argüman diyor.

Burada yapılan birkaç varsayım var. En başta kolektif bilginin ilerlemesinin arzu edilir bir şey olduğu. Bunu sorgulamak meseleye çok baştan başlamayı gerektireceği için bu konuda genel uzlaşma olduğunu varsayalım. Diğer varsayımlar 1) bilimsel özgürlüğün çeşitliliğe yol açacağı ve 2) çeşitliliğin doğruya ulaşmayı ve bilginin ilerlemesini hızlandıracağı. Çeşitliliğin istenen etkiyi ortaya çıkarması bazı şartlara bağlı. Farklı yaklaşımlar benimseyen bilim adamlarının birbirlerinin ne yaptığından haberdar olması ve birbirlerini eleştirebilmesi ve eleştirilerden hareketle yaklaşımların değişebilmesi bu şartlardan bazıları. Aksi halde çeşitlilik doğruya ulaşma sonucunu değil yanlışlarda ısrar etme sonucunu da doğurabilir.

Bilimsel özgürlüğün zorunlu olarak çeşitliliğin artmasına yol açacağı da garanti değil. Amaç çeşitliliği sağlamaksa bilim adamlarını özgür bırakmak yerine bir merkezi otoritenin konuları ve yaklaşımları bilim adamlarına dağıtmasını sağlamak daha iyi bir yöntem olmaz mı? Prensipte mümkün olsa da Wilholt bilim adamlarının ne yaptığıyla ilgili yerel bilgileri toplamak ve buna göre bir dağılım yapmak devasa bir proje gerektireceği için pratikte bilim adamlarını özgür bırakmanın daha uygun bir yöntem olacağını söylüyor.

Ayrıca bilimsel araştırmanın bilginin ilerlemesiyle ilgili getirilerini olası götürüleriyle beraber düşünüp tartarak karar vermek gerekir. Götürü deyince araştırmanın hem mali bedelini hem de yarattığı fiziksel ve ahlaki riskleri kastediyoruz. Aşırı pahalı, tehlikeli veya vicdanları rahatsız edici olması araştırmanın epistemolojik getirisinin önüne geçebilir. Dünya dışı uygarlıkları saptamayla, nükleer silahlarla veya insan klonlamayla ilgili araştırmalar bunla ilgili akla gelebilecek örnekler. Tabii sırf bazı kesimleri rahatsız edebilir diye toplumsal politikaların belirlenmesinde önemli olacak bilgileri ortaya koyacak tür araştırmaların da engellenmemesi gerekir. Cinsler, sınıflar ve ırklar arasındaki yetenek farklarıyla ilgili araştırmalar bunla ilgili akla gelebilecek örnekler. Burada önemli olan getiri-götürü analizinin ve sonunda verilecek kararın dogmatik ve otoriter nitelikte olmaması, sağlam bilgilerden hareket eden geniş katılımlı rasyonel bir tartışmaya ve uzlaşmaya dayanması.

Wilholt’un ikinci argümanı politik bir argüman. Buna göre bir toplumdaki bireyler politik tercihlerini dünyanın nasıl olduğuyla ilgili inanışlarına dayanarak yaparlar. Politik tercihlerin amaca ulaşır nitelikte olması bu inanışların doğru olmasına bağlıdır. Bu inanışlar da genellikle doğrudan veya dolaylı olarak bilimsel araştırma bulgularından hareketle şekillenir. Dolayısıyla bilimsel araştırmanın politik güçlerin kontrolünden bağımsız olması gerekir. Aksi halde basının politik güçlerin kontrolünde olduğu duruma benzer şekilde demokratik süreç aksamaya uğrar.

İlk bakışta makul görünse de bu argümana hemen yöneltilebilecek bir itiraz var. O da bilimsel özgürlüğün demokrasiyi sınırlandırıyor oluşu. Zira bilimin özgür olup olmamasına demokratik süreç sonunda karar verilsin demek yerine bilimin özgür olması gerektiğini en baştan kabul ediyoruz ve toplumun bu konudaki tercih hakkını sınırlamış oluyoruz. Mesela çoğunluk bir tür araştırmanın yapılmamasını istese bile bu konuda çoğunluğun tercihine öncelik vermiyoruz. Bir anlamda bilimi özel korumaya almış oluyoruz. Bilimin bu tür bir özel koruma istemeye hakkı var mı?

Wilholt’a göre bu itiraz çok kısıtlı bir demokrasi anlayışına sahip olmaktan kaynaklanıyor. Demokrasi temelde çoğunluğun hakimiyetine değil aklın hakimiyetine dayanan bir sistemdir. Demokrasilerde bireylerin politik tercihlerini hayata geçirmesinden daha öncelikli olan bireylerin kendi değerlerine, ihtiyaçlarına ve çıkarlarına uygun politik tercihleri geliştirebilmeleridir. Yalanın ve yanlış bilgilerin hakim olduğu bir toplumda bireylerin politik tercihleri onların gerçek çıkarlarından kopuk olacağı için o tercihlerin hayata geçmesinin zaten bir anlamı olmayacaktır. Dolayısıyla doğru bilgilerin ortaya çıkarılması ve bunların serbestçe paylaşılabilmesi demokratik sistemin sağlıklı işleyebilmesinin bir ön şartıdır. Tercihleri sorgulanamaz olarak gören ve demokratik sistemi sadece bunların hayata geçirilmesinin yolu sayan anlayış çok kısıtlı bir anlayıştır. Tercihlerin doğru bilgilerden ve rasyonel tartışmadan hareketle sorgulanabilmesi ve ancak bundan sonra oluşturulması gerekir. Bu yüzden bilimsel özgürlük demokratik sistem için vazgeçilmezdir. Bilimsel özgürlüğü kısıtlamaya kalkan bir demokrasi kendi meşruiyetini zedeliyor demektir.


Politik argümana bir diğer olası itiraz bilimin ideolojik açıdan masum olmadığı, kurumsallaşmış bilimin doğrudan politik güçlerin kontrolünde olmasa da zaten egemen ideolojinin çıkarlarına hizmet ediyor olduğudur. Fakat bilim-ideoloji ilişkisi aslında başka bir tartışmanın konusudur. Politik argümanı savunanlar sırf bilimsel özgürlüğü sağlamakla bireylerin kendi çıkarlarını mükemmelen yansıtan politik tercihler yapmasının sağlanacağını zaten iddia etmezler. Önemli olan mesele bilim ideolojik açıdan tarafsız olmasa bile bilimin politik güçlerin kontrolünden bağımsız olmasının, bağımlı olduğu duruma kıyasla bir ilerleme sayılıp sayılamayacağıdır. Bu argümana göre bilim merkezi bir politik otoritenin kontrolünden bağımsız olursa ideolojik açıdan da çeşitlilik sağlanmış olur ve tek tek bilim adamlarının veya araştırma gruplarının ideolojik taraflılıkları genel bir ideolojik taraflılığa dönüşmemiş olur.

Buradaki gene bir varsayım yapıyoruz: Bilim özgür olduğunda yaklaşımlarda ve ideolojik taraflılıklarda da çeşitlilik olacaktır. Oysa bilim camiasının kendi içinde otoriter bir işleyiş varsa, bilimin politik kontrolden bağımsız olması bu otoritenin bilim adamlarına araştırma konularını ve yaklaşımlarını dayatması sonucunu getirebilir. Bu şekilde ortaya çıkacak taraflılığın politik güçlerin müdahalesiyle ortaya çıkacak taraflılıktan daha iyi sonuç vereceğinin garantisi yoktur. Bu yüzden bilimsel özgürlük için mücadele edenlerin bir yandan bilim camiasının kendi içinde demokratik bir şekilde işlemesini sağlamak için de mücadele etmesi gerekir.

Bilimsel özgürlüğü sadece bilim adamlarının istediği araştırmayı yapma hakkı olarak değil aynı zamanda başta da belirttiğimiz gibi bu araştırma için gerekli kaynakları toplumdan isteme hakkı olarak düşündüğümüzde bilimsel özgürlüğün de sınırları vardır. Toplum sınırlı kaynakları nasıl dağıtacağına demokratik süreç sonucunda karar verir ve elbette bütün kaynaklar bilimsel araştırma için kullanılamaz. Toplumdaki bireyler toplumun ilerlemesi için önemli gördükleri projelere öncelikli olarak kaynak aktarımı yapmayı tercih edebilirler. Var olan kaynakların bilimsel araştırma projelerine dağıtımının en iyi nasıl yapılacağı gene ayrı bir tartışmanın konusundur.

Sonuç olarak Wilholt’a göre bilimin özgür olduğunu savunmak bilimsel araştırmayla ilgili kamusal tartışmayı bitirici nitelik taşımaz. Tam tersine, bilimsel özgürlük prensibi tartışmaların başlangıç noktasıdır. Sınırlarıyla beraber bu prensip kabul edildiğinde bilim adamları, politikacılar, yatırımcılar, entelektüeller ve toplumun diğer kesimleri arasında daha makul bir diyalog mümkün olacaktır.
  
Wilholt, T. (2010). Scientific freedom: Its grounds and their limitations. Studies in History
and Philosophy of Science, 41, 174-181.

3.09.2009

Evrim Teorisi, Bilim ve Toplum*

2009 yılı dünyada birçok bilim çevresinde Darwin yılı olarak kabul ediliyor. Bundan 150 yıl önce Charles Darwin’in ortaya attığı doğal seçilime dayalı evrim teorisi bugün biyolojik bilimlerin temel taşı konumunda. Buna rağmen teorinin bilim dünyası dışında anlaşılması ve benimsenmesiyle ilgili sıkıntılar devam ediyor.
   
Bilimsel teoriler 1) bilineni açıklama potansiyellerine, 2) henüz bilinmeyeni tahmin etme ve dolayısıyla yeni araştırmalara öncülük etme potansiyellerine ve 3) yararlı uygulamalara yol açma potansiyellerine bakılarak kabul edilirler veya reddedilirler. Canlı türlerinin kökenini, inanılmaz çeşitliliğini ve çevreye hayranlık uyandırıcı uyumlarını en iyi açıklayan bilimsel teori evrim teorisi. Dünyanın en saygın üniversitelerindeki ve diğer bilim kurumlarındaki binlerce araştırmacı evrim teorisini temel alan araştırmalar yapıyorlar ve bunlar düzenli olarak dünyanın en saygın bilim dergilerinde yayınlanıyor. Ayrıca evrim teorisinin uygulama alanları arasında biyolojik çeşitliliğin korunması, tarım ve hayvancılıkta daha iyi soyların yetiştirilmesi, tıpta hastalık kökenlerinin araştırılması ve antibiyotiklere dirençli mikropların üremesinin önlenmesi yer alıyor. Kısacası evrim teorisi bilim dünyasının ölçütlerine göre son derece başarılı bir teori.
  
Öyleyse teorinin benimsenmesiyle ilgili sıkıntıların sebebi ne? Başka sebeplerin yanında önemli sebepler olarak bilgisizlik ve yanlış bilgilendirmeye maruz kalma gösterilebilir. Bu durumda bilim adamlarının, eğitimcilerin ve kendi kendini eğitmek isteyenlerin dikkat etmesi gereken birkaç nokta var.
  
Birincisi, güvenilir bilgiye ulaşabilmek ve o bilgilerden doğru sonuçlara varabilmek. İçinde yaşadığımız bilgi çağında her türlü bilgiye ve düşünceye ulaşmak çok kolay. Fakat bundan daha önemlisi karşılaşılan bilgiye eleştirel bir gözle yaklaşabilmek. Evrim teorisiyle ilgili bir iddiayla karşılaşıldığında “bunun dayanağı nedir” diye sormak, dayanak olarak gösterilen kaynağın güvenilirliğini belirleyebilmek ve kaynağın iddiayı gerçekten destekleyip desteklemediğini saptayabilmek mutlaka edinilmesi gereken eleştirel düşünce becerileri.
  
İkincisi, bilimsel sürecin nasıl işlediğini anlamak ve anlatmak. Evrimle ilgili verileri bilmek yeterli değil. Veriler bir teoriyi nasıl destekler, bir teori nasıl üretilir, hangi şartlarda kabul edilir gibi soruların cevaplarını da bilmek ve anlatmak gerekir. Mesela modern bilim anlayışının temelinde yer alan şu iki prensip hala yeterince anlaşılmış değil: 1) Bilimsel teoriler tahmin veya spekülasyondan ibaret değildir, ama kesin olarak ispat da edilemezler ve 2) teorilerin test edilmesinde kullanılan tek bir geçerli bilimsel yöntem yoktur; çok çeşitli yöntemler ve akıl yürütme süreçleri kullanılır.
  
Üçüncüsü, bu gibi konularda toplumsal katılımlı rasyonel tartışma ortamları oluşmasını sağlamak. Bilim adamlarının toplumu bilgilendirdiği, eleştirilere cevap verdiği, farklı fikirlere söz hakkı tanıdığı yazılı ve sözlü tartışma ortamları toplumun modern bilimi anlaması ve benimsemesi açısından çok önemli. Bilim adamlarının pek alışık olmadıkları bu role artık soyunmaları gerekiyor.
  
Sonuç olarak tartışma sadece evrim teorisi için değil. Aynı zamanda toplumsal politikaların toplumsal uzlaşmadan hareketle ve bilimin verilerinden yararlanarak belirlendiği bir gelecek için. Ve bu amaç için bilim adamlarına, eğitimcilere ve toplumun diğer bireylerine yukarıda sayılan görevler düşüyor.

*21/08/09 da Dr. Hasan Bahçekapılı imzası ile Habertürk Gazetesi'nde yayımlandı.

16.04.2009

Amacımız

 
Modern evrim teorisi biyolojik bilimlerin temel taşı konumunda olan ve bilim dünyasında yaygın olarak kabul edilen bir teori. Buna rağmen halk arasında tanınma ve kabul edilme oranı oldukça düşük. Bu özellikle Türkiye için böyle. Teorinin insanın günlük hayatıyla ilgili olabileceğini düşünenlerin oranı ise daha da düşük. Oysa özellikle son 40 yıldır organizmaların sosyal davranışlarının nasıl ortaya çıkabileceğinin açıklanmasında yoğun olarak evrimsel analizler kullanılıyor ve diğer organizmalar gibi insanın davranışının ve sosyal hayatının açıklanmasında da evrim teorisi önemli bir rol oynuyor. Kısacası evrim teorisinin bugün geldiği noktayla teorinin halk arasında tanınma şekli arasında büyük bir uçurum var.
  
Bu sebeple Charles Darwin'in doğumunun 200., doğal seçilim yoluyla evrim görüşünü ortaya attığı Türlerin Kökeni kitabının basılışının 150. yıldönümü olan 2009 yılında “İnsan Doğası ve Evrim” başlıklı bu Web sitesini kurmaya karar verdik. En genel anlamda amacımız kamunun bilimsel okuryazarlık düzeyinin artmasına katkıda bulunmak. Daha özel olarak bu özel yıldan başlayarak evrim teorisini herkesin anlayabileceği şekilde tanıtmayı, açıklayıcı potansiyelini ve uygulama alanları açısından önemini vurgulamayı amaçlıyoruz. Daha da özel olarak amacımız evrimsel yaklaşımın sadece milyonlarca yıl önce olup bitmiş olaylarla ve basit düzeydeki biyolojik süreçlerle ilgili konularda değil, günlük hayatta iç içe olduğumuz, insanı insan yaptığını düşündüğümüz, kısaca “insan doğası” dediğimiz konularda da açıklama potansiyeline sahip olduğunu göstermek. 
  
İnsan doğasının evrim teorisine dayalı bir çerçeve içinde biyoloji, psikoloji, antropoloji gibi disiplinlerin bulgularından yararlanarak incelenebileceği kabulünden yola çıkıyoruz. Ele alacağımız konuların içine işbirliği, rekabet, saldırganlık, dil, din, ahlak, kültür, eş seçimi, aile ve akrabalık ilişkileri, sosyal biliş, sosyal ilişkiler, duygular, akıl yürütme ve karar verme mekanizmaları vs. girecek. Bu konuları evrimsel perspektiften ele alan çalışmaları tanıtan yazılara bu sayfada yer vereceğiz. Bunların yanında nörobilim, bilişsel bilim, davranış genetiği, davranış ekolojisi, primatoloji, ekonomi, felsefe gibi alanlardan da yararlanacağız. Aynı zamanda evrim teorisinin bu farklı alanların bir araya getirilebilmesini sağlayacak en uygun kavramsal çerçeve olduğunu düşünüyoruz. 
  
Modern evrim teorisinin temel prensiplerini tanıtmak, en merak edilen sorulara ve tipik yanlış anlamalara açıklık getirmek sayfanın amaçlarından biri. Fakat evrim tamamlanmış bir teori değil. Darwin'in zamanından beri önemli değişiklikler geçirdi. Günümüzde yeni bulgular geldikçe değişmeye devam ediyor. Özellikle insan davranışına ve sosyal hayatına uygulanması bazan sert tartışmaları beraberinde getiriyor. Biz de bu alan içi tartışmaları, en son bulguları ve ortaya çıkan yeni yönelimleri ön plana çıkaran bir tutum izleyeceğiz.
  
Bilimin halka tanıtılmasının yanında bu sayfayı kurarken başka bazı yan amaçları da göz önüne aldık. Bunlardan biri bilimsel yöntemi ve bilimsel yaklaşımı tanıtmak, bu amaçla modern bilim felsefesinden yararlanmak. Bilim felsefesi son 50 yılda önemli değişiklikler geçirdi. Oysa özellikle evrim teorisinin bilimselliğiyle ilgili tartışmalarda hala eski bilim anlayışlarından yola çıkıldığını görüyoruz. Daha yeni yaklaşımlardan yola çıkanlar ise genellikle relativizmden başka savunulabilir bir görüş olmadığını, kabul gören bir bilimsel teorinin kabul görmeyen görüşlerden temelde bir üstünlüğü olamayacağını düşünüyorlar. Bilimsel yöntemle ilgili modern görüşlerden yola çıkarak relativizme düşmeden bilimsel teorilerin nasıl değerlendirilebileceği de bu sayfanın temalarından biri olacak.
 
Diğer bir amaç bilimsel konularda bir kamusal tartışma alanı oluşturmak. Bu özellikle Türkiye'de eksikliği hissedilen bir şey. Bilimsel gerçeklerin bilim adamlarının tekelinde olmadığına, bir tarafın aktaracağı ve diğer tarafın pasif olarak alacağı bir şey olmadığına, bilimin tartışılabilir olması gerektiğine, gerçeklere ampirik verilere dayalı rasyonel tartışma sonucunda ulaşılabileceğine ve toplumsal politikaların bu tür bir tartışma süreci sonucunda oluşacak uzlaşma ile belirlenmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu amaçla bu sayfayı bir tür kamusal tartışma alanı olarak kullanmayı, kendi fikirlerimizi tartışmaya sunmayı ve farklı fikirlere de yer vermeyi hedefliyoruz.