bilinç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bilinç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19.08.2013

Hayvanlarda Bilinç ve Bilincin Evrimi


Bir yılan olmak nasıl bir histir? Bir yılanın vücuduna sahip olmak, onun gibi hareket etmek, dünyayı bir yılan gibi algılamak nasıldır? Susan Blackmore’un “Bilinç” adlı kitabında sorduğu bu soruya kesin bir cevap verebilmek tabii ki çok zor. Bunun öncelikli nedeni yılan gibi diğer hayvanların bizimkine benzer bir bilinç sahibi olup olmadığını bilemememiz. Geçmişte olduğu gibi bugün de bu sorunun bütün zorluğuna rağmen birçok felsefeci ve bilim insanı “hayvanlar bilinç sahibi midir?” sorusuna cevap aramaktalar.

Bilincin Tanımı

Bu noktada bilinçten ne kastettiğimizi daha açık ifade etmemiz yararlı olacaktır. Webster İngilizce sözlüğünde bilinç “kişinin etrafının ve özellikle de kendinin farkında olması niteliği ya da hali” olarak tanımlanır. Bilinci sadece etrafında olup bitenden haberdar olma halinden ayıran da işte bu kişinin kendinin farkında olması durumu yani “bireysel farkındalık” ya da “öz-bilinç” (self-consciousness) durumudur. Bilinci dışsal ve içsel bilinç olarak ikiye ayırabiliriz. Buna göre dışsal bilinç etrafımızda olan bitenden haberdar olma durumu, içsel bilinç ise rüya hali gibi iç kaynaklı bilinç halleridir. Geçtiğimiz haziran ayında PNAS dergisinde yayınlanan makalelerinde Mashour ve Alkire (2013) bilinçte üç aşama tanımlar. Bunlar uyanıklık, uyuşukluk ve uyuşturulmuşluk ya da anestezi halidir. Tartışmamıza yararlı olacak bu kavramlara değindikten sonra sorumuza geri dönelim.

Hayvanlar Bilinç Sahibi midir? İki Ana Görüş

Eminim ki bu soruya direk ve kesin bir cevap vermenin ne kadar zor olduğunu çoktan fark etmişsinizdir. Fakat en azından birçok etik tartışmasını beraberinde getiren bu soruya verilen cevapları iki ana görüşte toplayabiliriz. İlk görüşe göre sadece insanlar bilinç sahibidir ve hayvanlar bu yetiye sahip değildirler. Bu görüş Fransız filozof Descartes’ın ortaya attığı dualizm fikrine dayanmaktadır. Bu fikre göre hem insanlar hem de hayvanlar vücutları itibariyle etten ve kemikten yaratılmış makinelerse de insanlar ruh sahibi olarak zihne ve özgür iradeye de sahipken hayvanlar bu özelliklerden yoksundur. Bu anlamda da bilinç sahibi değillerdir.

Buna karşı ikinci görüşü benimseyenler insan dışında diğer canlıların da kısmen ya da tamamen bilinç sahibi olduğunu savunurlar. Descartes’ın dualizmine karşı ve bu ikinci görüşe uygun olarak hayvanların hiçbir hisse sahip olmadığını öne sürmek de gerçekçi olmayacaktır. Zira memeli sinir sistemi acıdan ve sıkıntıdan kaçmak üzere evrilmiştir. Biyolog Marian Dawkins’e göre bir hayvanın ne kadar acı hissettiğini anlamanın en iyi yolu acıdan kaçınmak için ne kadar çalışmayı kabul ettiğidir. Örnek vermek gerekirse, bir levyeye basarak kendisine verilen elektrik şoklarından kurtulmayı öğrenmiş bir sıçan şoklar gerçekten canını acıtıyorsa su içmekten veya yemek yemekten tamamen feragat edip sadece şoktan kaçınmak için bu levyeye basmayı sürdürebilir. Bu anlamda da hayvanlar etraflarında olup bitenin farkındadır diyebiliriz. Fakat hayvanların öz-bilince sahip olup olmadığı sorusu halen tartışmalıdır.

Kendini Tanıma Yetisi ve Öz-bilinç

Öz-bilincin ortaya çıkışı için en önemli basamak organizmanın kendini tanıması ya da idrak etmesidir.  Bu nedenle 1970'lerde psikologlar ve sinirbilimciler değişik hayvan türlerinde kendini tanıma özelliğinin bulunup bulunmadığını araştırmaya başladılar. Kendini tanıma özelliğinin en kabul gören testi 1970 yılında psikolog Gordon Gallup tarafından şempanzelerde kullanılmak üzere hazırlanan “ayna-iz testidir”. Gallup bu testte anestezi altında şempanzenin normalde ayna olmadan göremeyeceği kaş ve kulak bölgelerini kırmızı bir boyayla boyar. Deneğin normal şartlarda vücudunda görse kaşıyarak çıkarmaya çalışacağı bu izi ayna karşısında da tekrarlayıp tekrarlamayacağı test edilir. Eğer denek aynada gördüğünün kendisi olduğunun farkındaysa yani öz-bilinç sahibiyse bu izi çıkarmaya çalışacak, eğer aynada gördüğü hayvanın kendisi olduğunu fark edemiyorsa yani öz-bilinç sahibi değilse bu izi çıkarmaya çalışmayacaktır. Şempanzeler dışında balıklar genelde karşılarına ayna konduğunda gördükleri şeyin bir başka balık olduğunu sanarak saldırmaya çalışır. Fakat daha kompleks sinir sistemine sahip hayvanlarda öz-bilincin bu türden izlerini görebilmek mümkün. Nitekim Gallup deneylerinin sonucunda şempanzelerin aynayla ilk karşılaşmalarından bir kaç gün sonra kendilerini aynada tanıyabildiğini göstermiştir. Ayna-iz testini kullanarak benzeri davranışlar diğer insansı ve insansı olmayan maymunlarda (Rajala ve arkadaşları, 2010), yunuslarda (Marten ve Psarakos, 1994), ve hatta saksağan gibi kuşlarda (Prior ve arkadaşları, 2008) gösterilmiştir. İnsanlarda ise kendini tanıma davranışı 18 ila 24 aylıkken gelişmektedir.
Saksağanlarda ayna-iz testi 

Kendini aynada tanıyabilme özelliği en azından hayvanların bir kısmının bir “ben” kavramına sahip olduğunu gösterse de primatolog Povinelli’ye göre bu, türlerin kendi içsel psikolojik durumlarının farkında olduğu anlamını taşımaz. Psikolog Cecilia Heyes’e göre ise ayna-iz deneylerinin sonuçları sadece bazı türlerin kendi hareketini aynada tanıyabilme özelliğini göstermektedir. Bunun ötesinde öz-bilinçle ilgili bir çıkarım yapılamaz.

Bilincin Sinirsel Temelleri ve Evrimi

Hayvanların bilinçli olup olmadığı sorusuna cevap verebilmek için bilincin sinirsel ve evrimsel temellerine bakmak yararlı olacaktır. Öncelikle Gallup ve takipçilerinin sonuçları hayvanların insanlarla paylaştığı ilkel bir öz-bilinç yetisini ve ortak bir sinirsel mekanizmanın varlığını gösterdiği için önemlidir. Bu fikre paralel olarak 2012 yılında Cambridge Üniversitesinde düzenlenen bilinç kongresinin sonunda yayınlanan “Cambridge insansı olmayan hayvanlarda bilinç deklarasyonuna” göre bilinci destekleyen sinirsel altyapı sadece insanlara özgü değildir. Şimdi bu yönde yorumlanabilecek bir kaç deneysel sonuca yer verelim.

Bilinç ve bilinçsizlik halleri arasındaki sinirsel farklardan hangi beyin bölgelerinin bu yeti için önemli rol oynadığı anlaşılabilir. Örneğin, Långsjö ve arkadaşları 2012 yılında yayınladıkları araştırmada anestezi kullanarak insanların bilinç seviyesini ayarlarken PET görüntülemesi aracılığıyla da hangi beyin bölgelerinin bu seviyelerde aktive olduğunu belirlediler. Sonuçlara göre denekler bilinçlerini kazanmaya başlarken beyin sapı, hipotalamus, talamus, ve ön singulat gibi beynin evrimsel olarak daha eski bölgelerinde aktivite artışı gözlendi. Buna rağmen evrimsel olarak daha yeni neokortikal (yeni korteks) bölgeler bilinç seviyesiyle paralellik göstermedi. Bunla beraber Långsjö ve arkadaşlarının bilinçle paralellik gösterdiğini gözlemlediği bölgelerin zarar görmesi kişinin komaya girerek bilincini kaybetmesine neden olmaktadır. Bu şu anlama geliyor: bu anatomik yapılara sahip diğer türler de insanlardakine benzer bir farkındalığa/bilince sahip olabilir.
Kuşlar ve memelileri ortaya çıkaran evrimsel hatlar bundan yaklaşık 315 milyon yıl önce ayrılmıştır. Fakat ilginçtir ki daha önce belirttiğimiz gibi kuşlar kendini tanıma özelliği dahil olmak üzere bilinçle bağdaştırılan mental olarak karşı tarafın niyetini okuyabilme (zihin kuramı, theory of mind) ve olayların bilinçli hafızasını oluşturabilme (açık olaysal bellek, explicit episodic memory) gibi özelliklere sahiptirler. Bu tür bilişsel düzeydeki benzerliklerin nedeni insanlar ve kuşların beyin anatomilerindeki benzerlikleridir. Daha önce bahsettiğimiz anestezi deneylerinin bilinçle paralellik gösterdiğini bulduğu beyin bölgelerinin analogları kuş beyin anatomisinde de yer almaktadır. Bu akla iki ihtimali getirmekte: ya evrimsel süreçte bilinç birbirinden bağımsız olarak en az iki kere ortaya çıktı ya da kuşlar ve insanların ilkel sinir sistemine sahip ataları hali hazırda ilkel bir bilince sahipti.

Anestezi çalışmalarında ortaya çıkan evrimsel açıdan ilkel anatomik yapılar genel anlamıyla uyanık olma, ya da farkında olma durumunu sağlayan mekanizmalardır ve kuşlardan sürüngenlere, düşük seviye memeli kabul edilen kemirgenlerden, insansı maymunlara ve sonunda insanlara kadar merkezi sinir sistemine sahip birçok türde bu yapıları bulabiliriz. Ancak öz-bilincin ortaya çıkması için gereken beyin yapısı olan prefrontal korteks evrimsel olarak yeni ortaya çıkmış ve tüm hayvanların paylaşmadığı bir beyin bölgesidir. İlginçtir ki Gallup ve takipçilerinin sonuçlarına paralel olarak prefrontal korteks ya da kuşlardaki analoğu pallium öz-bilince ve yüksek bilişsel yeteneğe sahip türlerin beyin anatomisinde daha büyük yer kaplar. Bu da tam anlamıyla bilince sahip türlerin hem farkındalık için gerekli ilkel beyin yapılarına hem de öz-bilinç için gerekli daha yeni beyin yapılarına ihtiyaç duyduğu anlamına gelebilir.

Türler Arası Bilincin Sınırlarını Çizmek ve Sonuç

Yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız üzere bilinç, temel düzeyde farkındalık ve daha yüksek seviyede öz-bilinç ve “ben” kavramı, belli sinirsel mekanizmaları paylaştıkları için insan dışında birçok türe atfedilebilir. Yine de bu türlerin insanlarla aynı seviyede bilinç sahibi olduğunu iddia etmek zordur. Tıpkı türlerin sinir sistemleri daha az kompleks hale geldikçe o türlere atfedilen yüksek bilişsel yetilerin azalması gibi bilincin de sinir sisteminin gelişmişliğine göre çeşitli seviyelerde ortaya çıktığını düşünebiliriz.

 Deniz tavşanı 
Amerikalı felsefeci Daniel Dennett türleri öğrenme ve zihinsel yetilerine göre farklı kategorilere ayırmıştır. Örneğin, Dennett’ın en düşük kategorisi Darwinci canlılardır ve bu canlılar sadece mutasyonlarla seçilir veya yok olurlar. Dış dünyayı kontrol etme yetileri yoktur. Deniz tavşanı (bir deniz salyangozu türü) gibi Skinnerci canlılar (Amerikalı psikolog B.F. Skinner’a ithafen) önlerindeki tüm hipotezleri tek tek deneyerek ve yanlışları eleyerek öğrenebilirken, tüm omurgalı türlerin oluşturduğu Popperci canlılar (Felsefeci Karl Popper’e ithafen) denenecek tepkileri henüz denemeden zihinsel olarak eleyebilirler. Daha yüksek yetilere sahip belirli karga ve insansı maymun türlerinin oluşturduğu Gregorcu canlılar (Nöropsikolog Richard Gregory’ye ithafen) alet yapıcılarıdır ve dil gibi zihinsel aletlere sahiptirler. Böylece bu türler ayni türden diğer bireylerden kullanılan ortak dil yoluyla öğrenebilir ve bütün mümkün hipotezleri oluşturmak ve denemek zorunda kalmazlar. Son olarak en yüksek öğrenme yetilerine sahip Bilimsel canlılar bilimsel metodu kolektif olarak kullanabilecek kadar toplumsal halde yaşayan türlerdir.

Deniz üzümü
Dennett’ın bu kategorizasyonunu kullanarak bilinç üzerine çıkarımlarda da bulunabiliriz. Örneğin, farkındalık anlamında bilinç Darwinci canlılar haricinde diğer tüm kategorilere ait türlerde ortaya çıkmış olmalıdır. Buna göre mikro organizma düzeyindeki türler haricinde dış dünyayı algılama yetisine sahip tüm türler farkındalık anlamında bilinç sahibidir diyebiliriz. Mashour ve Akire (2013) bu sınırı hareketlilik üzerinden çizmiştir. Yazarlara göre hareket etme becerisine sahip her canlı dış dünyayı algılamak üzere bir sinir sistemine, dolayısıyla da dış dünya ile ilgili farkındalığa sahiptir. Aynı makalede verilen deniz üzümü (kordalılar sınıfına giren ilkel bir deniz hayvanı) örneği ilginçtir. Buna göre deniz üzümü yerleşmek için uygun bir yer bulduktan sonra sinir sistemini kendi içinde sindirerek yok eder. Bir diğer deyişle hareket etmeyi bıraktıktan sonra ne dış dünyayı algılamaya (yani farkındalık anlamında bilince) ne de buna izin veren sinir sistemine ihtiyacı vardır.

Buna karşın öz-bilinç ancak gelecek durumları öngörüp zihinsel olarak kendini bu durumlarda konumlandırabilen, içsel temsil becerisine sahip Popperci canlılarda mümkün olacaktır. Bilinçli olduğundan (yine de yüzde yüz olmamakla birlikte) emin olabileceğimiz tek tür olan insan şüphesiz bu kategorizasyonda Bilimsel canlılara örnektir. Belki de bu aşamada hangi türlerin bilinçli olduğu sorusu hakkında yapabileceğimiz tek yorum Bilimsel canlılar ve Popperci canlılar arasında gösterebileceğimiz ve yeterli derecede kompleks sinir sistemlerine sahip özellikle kuş ve memeli türlerini belli aşamada hem farkındalık hem öz-bilinç anlamında bilinçli kabul etmek olacaktır. Hangi türlerin hangi kategoriye düştüğünü göstermek şüphesiz bilimin gelecekte aydınlatacağı bir soru olarak önümüzde durmaktadır.

Munir Gunes Kutlu

Kaynakça

Gallup GG Jr (1970) Chimpanzees: self-recognition. Science 167(3914):86–87. 

Långsjö JW, et al. (2012) Returning from oblivion: Imaging the neural core of consciousness. J Neurosci 32(14):4935–4943.

Mashour, G. A., & Alkire, M. T. (2013). Evolution of consciousness: Phylogeny, ontogeny, and emergence from general anesthesia. Proceedings of the National Academy of Sciences, 110(Supplement 2), 10357-10364.

Marten K, Psarakos S (1994) Evidence of self-awareness in the bottlenose dolphin (Tursiops truncatus). In: Parker ST, Mitchell RW, Boccia ML (eds) Self-awareness in animals and humans: developmental perspectives. Cambridge University Press, Cambridge, pp 361–379.

Rajala AZ, Reininger KR, Lancaster KM, Populin LC (2010) Rhesus Monkeys
(Macaca mulatta) Do Recognize Themselves in the Mirror: Implications for the
Evolution of Self-Recognition. PLoS ONE 5(9): e12865.

Prior H, Schwarz A, Gunturkun O (2008) Mirror-induced behavior in the   
magpie (Pica pica): Evidence of self-recognition. PLoS Biol 6(8): e202.

15.02.2013

Mantıklı Sıçanlar Pavlov’un Sıçanlarına Karşı


Mantıklı Sıçanlar Pavlov’un Sıçanlarına Karşı

Science dergisinin Şubat 2006 sayısında Blaisdell, Sawa, Leising ve Waldmann imzasıyla çıkan makale karsılaştırmalı psikoloji alanında halen süren bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Blaisdell ve arkadaşları deneylerinden hareketle sıçanların kendi eylemlerinin sonucundaki olayları sadece gözlemledikleri olaylardan ayırt etme ve böylelikle nedensel mantık yürütme yetisine sahip olduğunu iddia ediyorlardı.  Bu büyüklükte bir iddiaya karşı argüman olarak birçok bilim adamı bahsi geçen deney sonuçlarının sıçanların mantık sahibi hayvanlar olduğunu zorunlu olarak göstermediğini ileri sürdü. Bu tartışmanın saflarını ve argümanlarını daha ayrıntılı anlatmadan önce deneyin kendisine bir göz atalım.

Blaisdell ve ark. deneylerinin ilkinde sıçanlara ışık (I) ve zil sesi (Z) uyaranlarını ve ışık –yemek (Y) ikilisini her iki durumda da ışık önce gelecek şekilde verdiler (I-->Z, I-->Y, bkz. Figür 1). Yazarların burada bekledikleri, sıçanların ışığı hem zilin hem de yemeğin öncülü ya da nedeni olarak algılamalarını sağlamaktı. Bu eğitim dizaynına “Ortak Neden” dizaynı denmektedir. Bu sürecin sonunda sıçanlar zil sesini duyduklarında ortak neden olan ışıktan dolayı beslenme kabında yemek bekleyeceklerdir. Buna karşılık aynı sıçanlar beyaz gürültü uyaranının (B) doğrudan yemekle eşlendirildiğini öğrendiler (B-->Y, Figür 1). Bu eğitime de “Doğrudan Neden” ismi verilmektedir. Test fazında deneklerin 4 koşulda yemek beklentileri (beslenme kabına giriş sayısı) test edildi. İlk koşulda sıçanlar zil sesini gözlemlediler (Ortak Neden-Gözlem, ON-G); ikinci koşulda sıçanlara beyaz gürültü verildi (Doğrudan Neden Gözlem, DN-G). Diğer iki koşul için test kafeslerine sıçanların ön ayaklarıyla basabilecekleri levyeler ilave edildi. Bu iki koşulun ilkinde sıçanlar levyeye bastıklarında zil sesini harekete geçirebildiler (Ortak Neden-Müdahale, ON-M), ve diğerinde levyeye basarak beyaz gürültüyü harekete geçirebildiler (Doğrudan Neden-Müdahale, DN-M). Özet olarak sıçanlar ON-G ve DN-G koşullarında uyaranları pasif olarak gözlerken ON-M ve DN-M koşullarında yemek anlamına geldiğini öğrendikleri uyaranlara kendileri müdahale edebilme şansına sahiptiler. Test koşullarında beslenme kabı koşullu tepkiyi ölçmek için boş bırakıldı.




Figür 1 – Blaisdell ve ark. (2006) deney sonuçları yorumu.


Bahsi geçen düşünce sürecini gerçek hayattan bir örnekle netleştirmeye çalışalım. Havanın bulutlu olması (Ortak Neden) en azından iki sonucu beraberinde getirir: yağmur yağışı ve hava basıncını gösteren barometrede artış. Barometrede artışı gördüğümüz zaman havanın da bulutlu olduğunu varsayar ve yağmur bekleriz. Ama barometreye müdahale edip göstergeyi suni olarak arttırdığımızda yağmur beklentisi içine girmeyiz. Buna karşılık elektrik anahtarı açık konumdayken ışığın yanmasını gözlediğimiz durumda (Doğrudan Neden) elektrik anahtarına müdahale etmenin yine aynı sonucu doğuracağını bekleriz. Bu iki koşulda müdahalemizin farklı sonuçlar doğuracağını beklememiz nedensel mantık süreci sonucunda otomatikleştirdiğimiz bir şekil almıştır ve çoğumuz günlük hayatımızda bu tür durumlara ayrıntılarını düşünmeden doğru tepkiler verebiliriz.

Deneye geri dönecek olursak, eğitimleri gereği sıçanların zil sesi veya beyaz gürültüyü gözlemledikleri koşullarda yemeğin beslenme kabında belirmesini beklemeleri gerekir. Zil sesi duyduklarında ışığı görmeseler dahi zil sesini ışığın bir sonucu olarak öğrendikleri için ışığın başka bir ortamda yandığını ve dolayısıyla yemeğin de ışığın sonucunda geldiğini düşünürler (Aslında yazarların bu “düşünce süreci” yorumu tartışmaya açıktır. Böyle bir nedensel ilişki “duyusal ön şartlandırma” gibi tamamen Pavlovcu bir mekanizmanın sonucu olarak da ortaya çıkabilir.) Bunun yanında nedensel mantığa göre beyaz gürültüye müdahale ettiklerinde (elektrik anahtarını çevirmeye benzer olarak) sıçanların bu uyaranı yemeğin doğrudan nedeni olarak öğrendikleri için yine yemek beklemeleri gerekmektedir. Ve asıl önemlisi, eğer sıçanlar nedensel mantık yetisine sahiplerse zil sesine müdahale ettiklerinde (barometreye müdahale etmeye benzer olarak) aynı beklenti içinde olmamaları gerekir. Bunun nedeni şudur: Sıçanlar zil sesini müdahaleleri sonucu ortaya çıkarabildikleri zaman yemeğin gerçek nedeni olan ışığın yanma zorunluluğu (ve dolayısıyla yemeğin ortaya çıkma zorunluluğu) ortadan kalkar. Deneyin sonucu sıçanların gerçekten de nedensel mantığa uygun davrandığını göstermiştir: Sıçanlar zil sesini gözlemledikleri ve beyaz gürültüyü hem gözlemledikleri hem de müdahale ettikleri durumlarda beslenme kabında yemek beklerken, zil sesine müdahale ettikleri durumda diğer üç duruma göre daha az yemek beklemişlerdir.

Deneyin 2006 yılında yayınlanışından sonra sıçanların bu davranışının gerçekten bir nedensel mantık yürütme sürecinin sonunda mı yoksa daha basit Pavlovcu şartlandırma mekanizmalarının sayesinde mi olduğu tartışma konusu olmuştur. Sıçanların nedensel mantık sahibi oldugunu söylememiz için Blaisdell ve arkadaşlarının sonuçlarının nedensel mantık kurallarının uygulamada olmadığı ve sadece Pavlovcu şartlandırma kurallarıyla çalışan bir mekanizma tarafından tekrarlanamaz olmasını bekleriz. Bu tartışmanın Pavlovcu kampından cevap Journal of Experimental Psychology: Animal Behavior Processes’in bu ayki (Ocak 2012) sayısında çıkan bir makale ile geldi. Kutlu ve Schmajuk (2012) tamamen Pavlovcu mekanizmalara göre çalışan bir yapay sinir ağına Blaisdell ve arkadaşlarının (2006) sıçanlara öğrettikleri Ortak Neden ve Doğrudan Neden dizaynlarını öğretmişler ve test aşamasının müdahale durumlarında levyeyi bir başka uyaran olarak varsaymışlardır. Kutlu ve Schmajuk’un simülasyonları yapay sinir ağının, nedensel mantık süreçlerine sahip olmadığı halde, tamamen Blaisdell ve arkadaşlarının sıçanları gibi davrandığını göstermiştir. Simülasyonun sonucuna göre eğitim fazında sıçanlar direkt olarak yemeği öngören beyaz gürültüye, dolaylı olarak yemeği öngören zil sesine göre daha çok dikkat göstermektedir. Test fazında ise sıçanlar müdahale durumlarında levyeye basmanın zil sesi ve beyaz gürültünün öngördüğü yemeği engellediğini çabucak öğrenmiş ve levyeye bastıkları durumlarda uyaranlara, gözledikleri durumlara göre, daha az koşullu tepki göstermişlerdir. Bu durum Ortak Neden gözlem ve müdahale durumlarındaki sonucu açıklamaktadır. Doğrudan Neden durumunda ise sıçanlar çok dikkat ettikleri beyaz gürültünün test durumunda yemek öngörmediğini (sönme), daha az dikkat ettikleri zil sesine göre çok daha hızlı öğrenmişlerdir. Bu durumda Doğrudan Neden koşulunda gözlem ve müdahale koşulları arasındaki fark hızla kapanmaktadır (bkz. Figür 2). 




Figür 2 – Kutlu ve Schmajuk’un Blaisdell ve ark. (2006) sonuçlarıyla ilgili yorumu.

Özet olarak Kutlu ve Schmajuk’un bu çalışmasına göre sıçanlar bir mantık yürütme sürecine bağlı olarak değil, müdahalelerinin uyaranların öngördükleri sonucu engellediğini öğrendikleri ve daha çok dikkat gösterdikleri beyaz gürültünün sönmesini daha az dikkat gösterdikleri zil sesine göre daha hızlı öğrendikleri için bu tür bir davranışta bulunmuştur. Bu açıdan çalışmanın sonuçları Blaisdell ve arkadaşlarının “mantıklı sıçanlar” yorumunun kaçınılmaz olarak doğru olmadığını göstermiştir. Yine de Kutlu ve Schmajuk’un yorumunun da kaçınılmaz olarak doğru olmadığını da aklımızda bulundurmamız gerekmektedir. Bu sebeple, şimdilik Blaisdell’ın sıçanlarının gerçekten mantıklı davranmayı bildiği için mi, yoksa tamamen basit şartlanma ilkelerine göre mi bu tür bir davranış içine girdikleri bir muamma. Kutlu ve Schmajuk’un makalesi ve İngiltere’den Dwyer ve arkadaşlarının (2009) Blaisdell’in deney sonuçlarını tekrarlayamaması üzerine şimdilik gözler Blaisdell ve grubunun sıçanlarda nedensel mantık için göstereceği yeni kanıtlara çevrildi. Diğer iki alternatif açıklama ise mantık ve Pavlovcu mekanizmaların birlikte çalışma halinde olabilecekleri ya da Pavlovcu mekanizmaların mantıksal becerilere temel teşkil edebilecekleri yönünde. Fakat bu açıklamalardan birini diğerlerine göre öne çıkaracak, sıçanların “mantıklı sıçanlar” mi  “Pavlov’un sıçanlar” mı olduğunu gösterecek deneysel sonuçları beklemek durumundayız. 

Kaynaklar

Blaisdell, A. P., Sawa, K., Leising, K. J., & Waldmann, M. S. (2006). Causal reasoning in rats. Science, 311, 1020-1022.

Dwyer D. M., Honey, R. C., & Starns, J. (2009) "Causal reasoning" in rats: A re-appraisal. Journal of Experimental Psychology: Animal Behavior Processes, 35, 578-586.

Kutlu, M. G., & Schmajuk, N. A. (2012). Classical conditioning mechanisms can differentiate between seeing and doing in rats. Journal of Experimental Psychology: Animal Behavior Processes, 38, 84-101.









4.08.2011

Bilinçli Deneyim ve Bilişsel İşlevler Ayrıştırılabilir mi?

  
Trends in Cognitive Sciences dergisinin Ağustos 2011 sayısındaki bir makaleye göre hayır. İlk yazarı psikolog Michael Cohen olsa da makale ikinci yazarı Daniel Dennett’ın en az 20 yıldır (1991’de Consciousness Explained kitabının yayınlanmasından beri) sahip olduğu fikirlerin savunması niteliğinde.

Davranış ve beyin bilimlerinde uzun süre ihmal edildikten sonra özellikle son 20-25 yılda bilim adamları arasında bilincin bilimsel düzeyde açıklanabileceğine, beyin süreçlerinden hareketle nasıl ortaya çıktığının anlaşılabileceğine dair güven arttı. Bu güvenle beraber araştırmalar ve teoriler de arttı. Bazı teorisyenler halihazırda var olan nörolojik ve bilişsel teorilerin bilincin açıklanması için yeterli bir temel oluşturduğunu savunurken bazıları bilinç için yepyeni bir bilim anlayışı geliştirilmesi gerektiğini savunuyorlar. Bu ikinci görüşün en önde gelen temsilcisi David Chalmers’ın (1996) yaptığı bir kavramsal ayrım bu alanda çalışan araştırmacılar ve düşünürler üzerinde özellikle etkili oldu. Chalmers’a göre bir tarafta bilinçle ilgili “kolay problemler” vardır: bilinçli deneyime eşlik eden dikkat, hafıza, dil, karar verme gibi bilişsel süreçlerin beyinsel temelinin saptanması meselesi. Diğer tarafta ise “zor problem” vardır: Bu süreçlerden bağımsız olarak bilinçli deneyimin niteliğinin saptanması, neden bazı beyinsel süreçlerin bilinçli deneyime yol açtığının açıklanması meselesi.

Bu ayrım bilincin diğer bilişsel süreçlerden ayrışabileceği ve farklı beyinsel temelleri olduğu varsayımına dayanıyor. Birkaç yıl önce zihin felsefecisi Ned Block da (2007) bu ayrımın önemine dikkat çeken bir makale yayınladı: Bilincin fenomenolojik alt yapısıyla bilince bilişsel erişim farklı beyinsel temellere sahiptir. Dikkat ve hafıza gibi bilişsel mekanizmaların kısıtlılıkları vardır; bilinçli deneyim ise bu anlamda kısıtlı değildir. Dünyaya baktığımızda sadece dikkat verdiğimiz ve sözle ifade edebileceğimiz kısıtlı sayıda nesneyi görmeyiz; bütün dünyayı görürüz.

Cohen ve Dennett ise bu ayrıma karşı çıkıyorlar. Makalede iki ayrı iddiaları var. İlk olarak, bu ayrımı desteklediği ileri sürülen bulguların başka şekilde de yorumlanabileceğini ve başka bulguların kendi görüşlerini desteklediğini göstermeye çalışıyorlar. İkinci olarak, bir düşünce deneyi vasıtasıyla bu ayrımı yapmanın zaten mümkün olmadığını, “zor problem”in ampirik olarak incelenebilir bir problem olmadığını, bu kavramın bilinç konusunda bilimsel ilerlemeyi engellediğini göstermeye çalışıyorlar.

Birinci iddia için verdikleri örnek şu: Deneklere gözlerini bilgisayar ekranının merkezine odaklamaları söylendiğinde ve ekranda aşağıdaki iki resim birbiri ardınca (arada çok kısa bir boşluk olacak şekilde) gösterildiğinde denekler resmin değiştiğini anlamıyorlar. İkinci resim aslında birincinin merkez dışındaki kısmı bulanıklaşmış ve soluklaşmış hali. Buradan çıkan sonuç şu: Resmin merkezine baktığımızda resim bütün ayrıntılarıyla bilincimizde temsil ediliyor gibi görünüyor ama aslında merkezi hariç resmin çok az ayrıntısının farkında oluyoruz. Yani dünyaya baktığımız zaman zannettiğimiz kadar zengin bir bilinç deneyimi yaşamıyoruz. Bize öyle değil gibi görünse de dikkatimizin ve hafızamızın sınırları aslında bilincimizin de sınırları. (Canlı örnekler için Indiana Üniversitesi Bilişsel Bilim programının “Change Blindness” sayfasına veya doğrudan Ronald Rensink’in sayfasına bakabilirsiniz.)





Şu an itibarıyla bilincin bilişsel işlevlerden ve bilişsel erişimden bağımsız olarak var olabileceğini gösteren bir deneysel bulgu yok. İleride olabilir mi? Yani böyle bir bağımsızlık prensipte mümkün mü? Cohen ve Dennett buna hayır cevabı veriyorlar. Bunu da şu anda yapılması mümkün olmayan bir ideal deney vasıtasıyla göstermeye çalışıyorlar. Farz edelim ki uzak bir gelecekte beyin cerrahları görme korteksindeki renk bölgesini (V4 ve diğer bölgeler) beynin diğer bölgelerinden yalıtmanın yolunu buldular. Renk bölgesi hala alt düzey görme bölgelerinden girdi alıyor ve hala normal aktivasyon gösteriyor. Fakat renk bölgesi üst düzey beyin bölgelerine çıktı gönderemiyor. Yani renkle ilgili bilgi işleme süreci renk bölgesine kadar geliyor ve orada sona eriyor.




Bilinç deneyimiyle bilişsel işlevlerin ayrışabileceğini kabul eden teorilere göre bu tür bir cerrahi müdahaleye uğramış biri kırmızı bir elma gördüğünde gene de “kırmızılık” deneyimi yaşayacaktır. Peki bu kişi elmanın ne renk olduğu sorulduğunda cevap verebilir mi? Hayır, çünkü renkle ilgili bilgi beynin dil bölgesine gitmiyor. Aynı zamanda bu deneyim hafızaya da kaydedilmez çünkü bilgi beynin hafıza bölgelerine de gönderilmiyor. Veya ameliyattan önce kırmızı görmek bu kişide bir tür heyecan uyandırıyordu diyelim. Ameliyattan sonra kırmızı bu tür bir heyecanı gene uyandırabilir mi? Hayır, çünkü renk bölgesinin duygulardan sorumlu limbik sistemle de artık bağlantısı yok. O zaman bu kişinin bir renk deneyimi yaşadığı anlamlı olarak söylenebilir mi? Cohen ve Dennett’a göre söylenemez. Bu kişinin, renk bölgesi hasar görmüş bir renk köründen farkı yoktur: Renk deneyimi yaşayamaz. Renk deneyimi yaşamak beynin renk bölgesinin diğer bilişsel işlevlerle ilgili bölgelerle iletişim içinde olmasını gerektirir. Yani diğer bilişsel işlevler devreye girmeden bilinç deneyimi ortaya çıkamaz.

Rakip görüşün savunucuları bu örneğe şöyle bir cevap verebilirler: “Kişinin kendisinde kırmızılık deneyimi yok belki ama bu deneyim beynin renk bölgesinde var; renk bölgesinin bizle bir şekilde haberleşmesini sağlayabilirsek bu deneyimin gerçekten var olduğunu görebiliriz.” Renk bölgesine nöron aktivitesini konuşmaya çeviren basit bir aygıt bağladık diyelim. Bu durumda bölge bize “kırmızılık deneyimi yaşıyorum” diyebilir mi? Gene hayır, çünkü bir düşünceyi seçmek, onu nasıl ifade edeceğine karar vermek ve bunun için gerekli hareketleri yürütmek basit bir renk-konuşma dönüştürücüsünün kapasitesini aşan şeyler. Renk bölgesine bütün bu işlevleri yürütebilecek daha karmaşık bir dönüştürücü bağladığımızda ise muhtemelen bize “kırmızılık deneyimi yaşıyorum” diyebilecektir. Ama bütün bu işlevlerin yürütülüyor olması demek zaten bilişsel işlevler bakımından sağlam bir beyne sahip olmak demek. Deneyimi yaşayan renk bölgesi değil beynin tümü. Deneyim-işlev ayrımı yapmak hala mümkün değil.

Veya şöyle bir karşı cevap düşünelim: “Cohen ve Dennett’ın görüşü bilinci tamamen davranışa bağımlı hale getiriyor ve davranış kapasitesinin yok olduğu durumlarda bilincin de var olamayacağı anlamına geliyor. Bu kabul edilemeyecek bir sonuç.” Davranış kapasitesinin tamamen kaybolduğu durumlar gerçekten var. Mesela “içeride kilitli kalma” sendromu (locked-in syndrome). Bu sendromda kişi beyin hasarı sonucunda bazan göz hareketleri de dahil olmak üzere her türlü hareket yeteneğini kaybediyor. Dolayısıyla beyninin büyük kısmı normal çalışıyor olmasına rağmen kişiyle herhangi bir yolla haberleşme imkanı olmuyor. Bu kişide bilincin ortaya çıkamayacağını tabii ki söyleyemeyiz. Cohen ve Dennett da bunu inkar etmiyorlar zaten. Onların görüşüne göre bilişsel işlevler yerinde olduğu sürece kişiye bilinç atfedebiliriz. Bu kişi hareket edemese bile hala etrafındaki olayların bazılarına dikkat verebilir, bazılarını hatırlayabilir, vs. Bilinçten ayrıştırılamayacak olan davranış kapasitesi değil bilişsel işlevlerdir.

Cohen ve Dennett’a göre bu düşünce deneyi ayrışma teorilerinin mantığındaki önemli bir kusuru görmemizi sağlıyor. Bu teorilerin savunucuları bu deneyde bile bilişsel işlevlerin olmadığını ama gene de bilinç deneyiminin (kişinin kendisinde olmasa da görme bölgesinde) ortaya çıktığını iddia ederlerse şunun sorulması gerekir: “Ne tür bir bulgu elde edilirse teorinizin yanlış olduğunu kabul edersiniz?” Öyle görünüyor ki prensipte bile ayrışma teorisini yanlışlayabilecek bir bulgu yok. Ki bu elbette teorinin bilimsel olmadığı anlamına geliyor. Bilinç konusunda bilimsel ilerleme sağlamanın yolu ayrışma fikrini bir kenara bırakıp bilinç deneyiminin bilişsel işlevlerin bir yan ürünü olduğunu kabul etmektir.

Sonuç olarak Cohen ve Dennett’ın fikirlerini oldukça güçlü bir şekilde savunduklarını söyleyebiliriz. Karşı görüşün temsilcilerinden bu makaleye gelecek cevabı merakla bekliyoruz.


Kaynaklar:

Block, N. (2007). Consciousness, accessibility, and the mesh between psychology and neuroscience. Behavioral and Brain Sciences, 30, 481-499.

Chalmers, D. J. (1996). The conscious mind: In search of a fundamental theory. New York: Oxford University Press.

Cohen, M. A., & Dennett, D. C. (2011). Consciousness cannot be separated from function. Trends in Cognitive Sciences, 15, 358-364.

Dennett, D. C. (1991). Consciousness explained. Boston: Little, Brown and Company.