kitap tanıtımı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap tanıtımı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8.09.2014

Özgür İrade ve Bilim

  
20. yüzyılın ilk yarısında mantıksal olguculuğun etkisi altında cevap verilemez ve dolayısıyla anlamsız sayılan özgür irade problemi yüzyılın sonlarında hem felsefecilerin hem de bilim adamlarının konuya ilgi göstermesiyle yeniden canlılık kazandı. Bugün özgür iradenin var olup olmadığı, determinizmle uyuşup uyuşamayacağıyla ilgili tartışmalar akademik alanda olduğu kadar popüler forumlarda da son hızıyla devam ediyor. Bu keşmekeşin içine girip kafa karışıklığı yaratmadan özgür iradeye yer açmaya çalışan felsefecilerden biri Mark Balaguer. Bu yazıda Balaguer’in bu sene MIT Press’ten çıkan Free Will adlı küçük kitabının bir değerlendirmesini sunacağız.
  
Balaguer özgür irade konusunda kendine özgü bir konuma sahip. Bir yandan özgür irade üstünde çalışan birçok bilim adamının aksine son araştırmaların özgür iradenin var olmadığını göstermediğini düşünüyor. Fakat bir yandan da birçok felsefecinin aksine özgür iradenin var olup olmadığı sorusunun ancak bilimsel araştırmalardan hareketle cevap verilebilecek ampirik bir mesele olduğunu düşünüyor.

Balaguer’e göre özgür iradeyi tehdit eden iki ayrı argüman var. Bunların biri felsefi biri bilimsel:

1. Determinizm (belirlenimcilik) doğru da olsa yanlış da olsa özgür irade var olamaz. Determinizm doğruysa bütün davranışlarımız ve kararlarımız kontrolümüz altında olmayan önceki olaylar tarafından belirlenmiş demektir. Determinizm yanlışsa bazı olaylar tamamen gelişigüzel, şans eseri ortaya çıkıyor demektir. İki durum da davranışlarımızın ve kararlarımızın özgür olduğu fikriyle bağdaşmaz.
  
2. Psikoloji ve nörobilim davranışlarımıza yön verdiğini sandığımız bilinçli kararların bilincinde olmadığımız iç (beyinsel) ve dış (çevresel) sebepler tarafından belirlendiğini göstermiştir. Bu durumda o davranışları ve kararları özgür olarak seçtiğimiz söylenemez.

Balaguer kitabında iki argümanın da geçersiz olduğunu göstermeye çalışıyor. Fakat bunu yaparken kendi ifadesiyle “uyumculuk” (compatibilism) kolaycılığına kaçmıyor. Uyumculuğa göre determinizm ve özgür irade bağdaşmaz fikirler değildir; determinist bir dünyada da özgür irade sahibi olabiliriz. Balaguer ise “özgürlükçü” (libertarian) görüşe sahip: özgür irade sahibi olabilmemiz için (en azından insan davranışı ve kararları alanında) determinizmin doğru olmaması gerekir. David Hume gibi klasik uyumculara göre istediğini yapabilmek (yani isteklerle davranışların uyuşması) özgür irade sahibi olmak için yeterlidir. Immanuel Kant gibi özgürlükçülere göre ise bu, meselenin özünü gözden kaçıran bir anlayış. En azından bazan istediğimiz şeyleri yapabildiğimiz konusu tartışmalı bir konu değil. Asıl mesele o isteklerin, tercihlerin, kararların nereden geldiği konusu. İstekler önceden belirleniyorsa veya tamamen şans eseri ortaya çıkıyorsa özgür irade diye bir şey yoktur. Asıl tartışmalı olan bu anlamda özgür iradeye sahip olup olmadığımız.

Balaguer yukarıda anılan iki argümana cevap vermeye girişmeden önce özgür iradeden kastettiği şeyi daha da sınırlıyor. İddiasına göre bütün bilinçli kararlarımızda değil, özel olarak tercih yapmakta zorlandığımız, tamamen arada kaldığımız durumlarda verdiğimiz kararlarda (torn decisions) özgür irade sahibiyiz. Bunun için verdiği örnek şu: Dondurmacıya gidiyoruz ve tezgahın önünde durup alacağımız dondurmayı seçmeye çalışıyoruz. 30 çeşitten 28’ini hemen eleyebiliyoruz. Geriye karamelli dondurmayla vişneli dondurma kalıyor. İkisini de eşit derecede istiyoruz. Önceden oluşmuş zevklerimiz, düşüncelerimiz vs. bizi zorunlu olarak birine veya diğerine yönlendirmiyor. Sonunda bilinçli bir kararla karamelliyi seçiyoruz. Bu karar önceden belirlenmiş de değildir, gelişigüzel ortaya çıkıp sorumluluğunu almayacağımız bir karar da değildir. İşte bu özgür bir karardır. Çünkü 1) kararı veren benim ve 2) benim bu kararı vermemi belirleyen herhangi bir (iç ve dış) sebep yok. 
  
Özgür iradeyi bu şekilde düşündüğümüzde Balaguer’e göre 1. argümana cevap vermek mümkün hale geliyor. Çünkü söz konusu kararlar önceden belirlenmiş de değil, gelişigüzel ortaya çıkıyor da değil. Yani determinizm geçerli olmadığı gibi şans açıklaması da geçerli değil. Öyleyse bu tür kararların açıklaması nedir? Balaguer’e göre şu: Kararı “ben” veriyorum!

Okuyucu olarak bu aşamaya kadar bizi felsefenin çetrefilli yollarında kafa karışıklığı yaratmadan ustalıkla gezdiren Balaguer’in burada, en can alıcı noktada, kelime oyunu yaptığı düşüncesinden kendimizi alamıyoruz: “Ben” nedir? Beyinde ben diye bir bölge mi var? Kararı benim vermem ne demek? Başka tür kararları ben vermiyor muyum? Ayrıca bu karara hiçbir iç ve dış olayın sebep olmaması, kararın sebepsiz (uncaused) olması ne demek? Sebepsiz olay bilimsel bakış açısına sahip birinin (ki Balaguer böyle bir bakışa sahip olduğunu söylüyor) kolay kolay tasavvur edemeyeceği bir şey. Balaguer’in 1. argümana cevabı birçok kişi için meseleyi çözmeyen, tam tersine daha fazla gizem yaratan bir cevap.

Bir diğer itiraz Balaguer’in özgür irade tanımına getirilebilir. Özgürce aldığımız ve sorumlu olduğumuz kararlar gerçekten tamamen arada kaldığımız durumlarda aldığımız kararlar mı? Karamelle vişneden birinin diğerinden daha iyi olmadığını kabul edip sebepsiz karar veriyorsak burada özgürlükten ve sorumluluktan söz edilebilir mi? Birçok kişiye göre önümüzdeki seçeneklerden birinin diğerinden bir gıdım daha üstün olduğunu gördüğümüz durumlarda verdiğimiz kararlar daha fazla sorumluluk içeren kararlardır. Balaguer ise böyle kararlarda seçimimizi yönlendiren bir gerekçe olduğu için, o gerekçe kararımıza “sebep” olduğu için, böyle kararları özgür olarak görmüyor. Tabii bu son aşamada sezgilerle ilgili, kişiye nasıl göründüğüyle ilgili bir mesele. Gene de Balaguer’in sorumluluk anlayışının birçok kişinin sezgisel anlayışıyla uyumlu olmadığını söyleyebiliriz.

Gelelim Balaguer’in 2. argümana verdiği cevaba. Balaguer sebepsiz olayların özgür olabileceğini gösterdiğini düşünüyor. Asıl mesele kararlarımızın sebepsiz olabileceğini gösterebilmek ve bunun mümkün olmadığını iddia eden bilimsel argümanı çürütmek. Balaguer bu amaçla iki ünlü nörobilim deneyine yakından bakıyor.

Deneylerin ikisi de bilinçli kararlarımızın kontrolümüz altında olmayan, hatta bilincinde bile olmadığımız olaylar tarafından belirlendiği iddiasında. Birincisi Benjamin Libet ve arkadaşlarının 1983’te yaptığı klasik deney (Libet, Gleason, Wright & Pearl, 1983). Deneyde katılımcılara canları istediği zaman parmaklarını veya bileklerini hareket ettirmeleri söyleniyor ve üç ayrı olayın zamanı ölçülüyor: hareketin zamanı, harekete karar vermenin zamanı ve beyinde istemli hareketlerden önce görülen “hazırlık potansiyeli” (readiness potential) denen dalganın zamanı.
  
  
Bulgular özetle şöyle: Bilinçli karar hareketin kendisinden yaklaşık 200 ms önce geliyor. Fakat hazırlık potansiyeli karardan 350 ms saniye önce geliyor. Yani katılımcılar parmaklarını hareket ettirmeye karar vermeden önce beyinde hareketle ilgili hazırlık başlamış bile. İlk bakışta bulgular bilinçli kararların bilinçsiz beyin olayları tarafından belirlendiğini, dolayısıyla o kararların özgür olamayacağını gösteriyor gibi görünüyor.

Geçen 30 yılda Libet’ın deneyi çok eleştirildi ve bulguların birden çok yoruma açık olduğu iddia edildi. Balaguer de böyle düşünüyor: Hazırlık potansiyelinin işlevini bilmiyoruz. Karara yol açan bir beyin olayından kaynaklanabileceği gibi sadece karar verme sürecinin başlamasına işaret eden bir beyin olayı da olabilir. Dolayısıyla biz farkına varmadan önce kararın ne olacağını belirleyen bir olay olmak zorunda değil.

İkinci deney daha yakın tarihli. İlk olarak John-Dylan Haynes ve arkadaşları tarafından 2008’de yayınlanan bir deney (Soon, Brass, Heinze, & Haynes, 2008). Deneyde katılımcılardan gene canları istediği zaman sağdaki düğmeye sağ elleriyle veya soldaki düğmeye sol elleriyle basmaları isteniyor. Bir yandan da beyin aktivasyonları fMRI cihazıyla kaydediliyor.
  
  
Bu seferki bulgular Libet’ınkinden de çarpıcı. Hareketin sağ elle mi sol elle mi olacağıyla korelasyon gösteren iki beyin bölgesi tespit ediliyor. Ayrıca bu beyin bölgelerindeki aktivasyona bakılarak hareketten 7-10 saniye önce hareketin ne olacağı tahmin edilebiliyor. İlk bakışta çıkan sonuç gene aynı: Biz farkında olmadan çok önce beyinde karar verilmiş bile.

Balaguer’in bu sonuca iki ayrı itirazı var. Birincisi, hareketi önceden tahmin etmemizi sağlayan beyin bölgelerine baktığımızda (frontopolar korteks ve parietal lobdaki arka singulat korteks) bunların özgür karar almayla değil planlarla veya niyetlerle ilgili bölgeler olduğunu görüyoruz. Katılımcılar yönergeler öyle demese de önceden hangi ellerini hareket ettirecekleriyle ilgili plan yapmış olabilirler ve hareket zamanı yaklaştığında özgürce yaptıkları bu planlar saklandıkları yerden geri çağrılıp uygulamaya koyulmuş olabilir. Hareketten 7-10 saniye önce gördüğümüz aktivasyon önceden yapılmış bu planın uygulamaya koyulmasının başlangıcına işaret ediyor olabilir.

Bu yorumun makul olup olmadığına karar vermek Haynes’in hem 2008’de hem de daha sonra yaptığı deneylerin teknik ayrıntılarına girmeyi gerektiriyor ki buna burada girişmeyeceğiz. Fakat Balaguer’in çok basit bir itirazı daha var: İki beyin bölgesindeki aktivasyona bakarak biraz sonra gelecek hareketi yüzde 100 doğrulukla değil ancak yüzde 60 doğrulukla tahmin edebiliyoruz. Yani şans düzeyinin sadece yüzde 10 üstüne çıkabiliyoruz. Bu da beyin bölgelerindeki aktivasyonun hareketi veya kararın ne olacağını kesin olarak belirlemediği anlamına geliyor.

Balaguer son olarak iddia ettiği şeyin özgür iradenin varlığı olmadığını söylüyor. Özgür iradenin var olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Gelecekteki nörobilim deneyleri var olmadığını gösterebilir. Fakat en azından şu an için özgür irade savunucularının uykularının kaçmasına gerek yok.


Kaynaklar

Balaguer, M. (2014). Free will. Cambridge: MIT Press.

Libet, B., Gleason, C. A., Wright, E. W., & Pearl, D. K. (1983). Time of conscious intention to act in relation to onset of cerebral activity (readiness-potential): The unconscious initiation of a freely voluntary act. Brain, 106, 623-642.
  
Soon, C. S., Brass, M., Heinze, H.-J., & Haynes, J.-D. (2008). Unconscious determinants of free decisions in the human brain. Nature Neuroscience, 11, 543-545.

12.08.2013

Hayatın Anlamı ve Beyin


Platon’a göre Sokrates savunmasında “Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez” (ho de aneksetastos bios ou biotos anthropoi) der. Yani hayatı anlamlı kılan sorgulamak, eleştirel düşünmek, özellikle de erdem üzerinde kafa yormaktır. Aradan geçen 2400 yılda hayatın anlamı üzerinde ilerleme kaydettik mi? Özellikle bilim bu konuda bize yeni bir şey söylüyor mu?
  
Felsefeci, psikolog ve bilgisayar bilimci Paul Thagard bu soruya evet cevabı veriyor. 2010’da çıkan kitabı The Brain and the Meaning of Life’ta özellikle beyin bilimlerindeki gelişmelerden hareketle hayatın anlamı nedir sorusuna cevap verebilir hale geldiğimizi iddia ediyor.

  
Thagard’ın kitabın başındaki iddiaları doğalcılık manifestosu niteliğinde: Gerçekliği bilim yoluyla bilebiliriz; bilgi ve diğer zihinsel tecrübeler beyinden kaynaklanır; zihin beynin ötesinde bir şey değildir; doğaüstü bir varlık tarafından bildirilen mutlak doğrular ve yanlışlar yoktur; bilim ölümsüzlük ve özgür irade gibi dinsel kavramları çürütmüştür. Thagard kendi görüşüne “beyinsel doğalcılık” (neural naturalism) diyor.

Kitabın ilk yarısı psikoloji ve beyin bilimlerindeki son gelişmeleri, özellikle de duygular, ahlaki yargılar ve mutluluk hissiyle ilgili gelişmeleri özetliyor. Mesela neler insanları mutlu ediyor diye merak edecek olursak Thagard bize araştırmalardan hareketle şöyle bir liste sunuyor: minnet duygusunu ifade etmek, iyimser bir hayat görüşü geliştirmek, kuruntu yapmamak ve kendini başkalarıyla karşılaştırmaktan kaçınmak, küçük iyilikler yapmak, sosyal ilişkiler kurmak, zorluklarla başa çıkacak stratejiler geliştirmek, affetmeyi öğrenmek, insanı kapıp götüren faaliyetlerle uğraşmak, hayatın küçük neşelerinin keyfini çıkarmak, ideallerine bağlı kalmak, dini vecibeleri yerine getirmek ve hayatın ruhani yönüyle ilgilenmek, fiziksel aktivite ile vücudu zinde tutmak, vs.

Anlatılan ilginç nöropsikolojik araştırmalardan biri şu: Aşık insanları beyin görüntüleme cihazının içine sokuyorlar ve aşık oldukları kişinin resmini gösteriyorlar. Bu durumda beynin ventral tegmentum ve nukleus akkumbens bölgelerinde aktivasyon görülüyor. Bu bölgeler kokain bağımlılarına kokain gösterildiğinde harekete geçen bölgelerle aynı. İki bölgede de dopamin reseptörleri var. Yani haz duygusu ve ödülle bağlantılılar.

Fakat Thagard’ın amacı sadece araştırma bulgularını ve teorileri özetlemek değil. Bunlardan hareketle normatif sorulara cevap vermek istiyor. Mesela “hayatın amacı nedir” veya “hayatı ne anlamlı kılıyor” diye sorduğunda kastettiği şey sadece “insanlar ne yaptıklarında mutlu oluyorlar veya anlamlı bir hayat yaşadıklarını düşünüyorlar” sorusu değil. Thagard “hayatın amacı ne olmalı” veya “insanca bir hayat nasıl olmalı” sorusuna da cevap verebileceğini iddia ediyor. Kitabın tartışmalı olan yönü de burası.

Hayatı ne anlamlı (yaşamaya değer) kılıyor? Thagard’a göre cevap “hiçbir şey”, “din” ve “mutluluk” olamaz. Hayatın hiçbir anlamı veya objektif değeri yok diyen nihilizm doğru olamaz çünkü birçok insan hayatlarını değerli kılacak sebepler buluyor ve birçok insan mutlu olduğunu söylüyor. Din de cevap olamaz çünkü bazı insanlara huzur verse de dinsel inanç sistemleri birçok yanlış inanca ve hatalı akıl yürütmelere dayanıyor. Son olarak cevap mutluluk da olamaz çünkü mutluluk hayatın anlamı olmaktan ziyade anlamlı bir hayat sonucunda ortaya çıkan şey. Anlamlı hayat yaşamadan da mutlu olunabilir ve mutlu olmadan da anlamlı hayat yaşanabilir.

O zaman hayatın anlamı nedir? Merakla bekleyen okuyucuya Thagard şu cevabı veriyor: Sevmek, çalışmak ve oynamak. Yani anlamlı ilişkiler kurmak, üretken faaliyetler sonucu tatmin edici başarılar elde etmek ve eğlenmek. Okuyucu olarak bu noktada müthiş bir aydınlanma yaşadığımız söylenemez. Bazılarımız Freud’un, bazılarımız ise anneannemizin çok benzer bir şeyi çok önceden söylediğini hatırlar gibiyizdir (gerçi Freud çalışmayı ve sevmeyi hayatın anlamı olarak değil toplumsal hayatın temeli olarak öne çıkarıyordu).

Neden başka şeyler değil de sevmek, çalışmak ve oynamak? Çünkü Thagard için bu üç faaliyet ilişki kurma (relatedness), ustalık kazanma (competence) ve özerk olma (autonomy) ihtiyaçlarını karşılıyor. Thagard’ın normatif teorisinde ihtiyaç kavramı merkezi bir role sahip. Temel ihtiyaçları karşıladığı ve bu sayede insan olmayı sağladığı için sevmek, çalışmak ve oynamak hayatın anlamını oluşturuyor. Ve bunların temel ihtiyaçlar olduğunu beyin araştırmalarından hareketle biliyoruz.

Thagard’ın kitaptaki tezlerini bu şekilde özetledikten sonra kısa bir eleştirel değerlendirme yapalım. Özellikle üç soruya odaklanarak (Landau, 2013):
  
1. Hayatın gerçekten objektif bir anlamı var mı?
2. Bu anlamı sağlayan şeyler gerçekten sevmek, çalışmak ve oynamak mı?
3. Bunu gerçekten beyin araştırmalarından hareketle mi biliyoruz?

Nihilizme göre hayatın objektif bir anlamı ve değeri yoktur. Thagard’ın kitaptaki argümanları nihilizmi çürütüyor mu? Aslında Thagard nihilizmi çürütmeye çalışmıyor. Sadece doğru olmadığını varsayıyor. Mesela sevgi, çalışma ve oyun temel ihtiyaçlarımızı karşılıyor ve gerçek anlamda insan olmamızı sağlıyor diyor. Ama “insan olmak” gerçekten değerli bir şey mi? Nihilistler buna hayır cevabı verirler. Bu yüzden kitapta aslında nihilizme karşı verilmiş bir cevap yok. Bazı faaliyetlerin insanları mutlu etmesi ve hayatlarının anlamlı hale geldiğini düşündürmesi bir nihilisti hayatın yaşamaya değer olduğuna ikna edecek şeyler değil. Üstünde durmaya değer tek felsefi meselenin intihar olduğunu düşünen Camus ve hiç doğmamış olmanın doğmaktan her zaman daha iyi olduğunu düşünen Benatar muhtemelen Thagard’ın argümanlarına burun kıvırıp geçerdi.

Biz de nihilistlere burun kıvırdık ve hayatın gerçek anlamını aramaya devam ettik diyelim. Bulacağımız cevap kaçınılmaz olarak sevmek, çalışmak ve oynamak mı olur? Thagard’a göre bunlar temel ihtiyaçları karşılayan ve insan olmak için gerekli olan şeyler. Bu gene Thagard’ın öyle olduğunu göstermediği, sadece varsaydığı bir şey. Ülkesini kurtarmak için hayatının çoğunu cephelerde geçiren bir asker, insan haklarını savunmak için hayatını hapishanede geçiren bir aktivist veya münzevi yaşayıp hayatını tefekkürle geçiren bir keşiş Thagard’a göre anlamlı bir hayat yaşamıyor. Zira hayatlarında Thagard’ın anladığı anlamda sevgi, çalışma ve oyun yok. Oysa çoğu kimse bu insanların hayatlarının anlamsız olduğu fikrine katılmayacaktır. Bu insanların hayatlarını anlamlı saymak için pozitif duygular içinde olmaları gerekmez çünkü pozitif duyguların anlamlı hayat için yeterli ve gerekli olmadığını Thagard kendisi de kabul ediyor. Mesela bir uyuşturucu bağımlısı kendisine müdahale eden biri olmadığı sürece hayatını maksimum düzeyde haz içinde geçirebilir ama anlamlı bir hayat yaşadığı söylenemez.

Ayrıca sevmenin, çalışmanın ve oynamanın hayatı anlamlı hale getirdiğini kabul etsek bile bu, anlamlı bir hayat yaşamak için sadece bir ilk adım. Roskies’e göre asıl mesele anlamlı sevgiye, anlamlı işe ve anlamlı eğlenceye nasıl ulaşacağımız ve bu üçü arasındaki dengeyi nasıl kuracağımız. Thagard’ın kitabı maalesef bu bakımdan yol gösterici değil.

Son olarak, beyin araştırmalarının hayatın anlamı tartışmalarına bir katkısı var mı? Landau’ya göre psikolojik ve felsefi düzeydeki analiz bunun için yeterli. Mutlu olmak veya insan olmak için ilişki içinde olmak gerektiğini zaten biliyorsak aşıkların beyinlerinin hangi bölgesinin aktivasyon gösterdiğini bilmenin bize hayatın anlamıyla ilgili söyleyeceği ek bir şey yok. İlişkiler olmadığında beyinde neyin değiştiğini bilmek ilginç olurdu ama “ilişkiler olmadığında hayat anlamsız olur” diyebilmek için bunu bilmeye gerek yok. Buradaki sorun beyinle ilgili bilgimizin eksik olması değil. Beyinle ilgili her şeyi bilsek bile insanlara yine ne hissettiklerini sormamız gerekiyor ve ancak bu soruya aldığımız cevaptan hareketle anlamlı hayat yaşamakla ilgili teoriler kurabiliriz. Ayrıca Thagard’ın bahsettiği üç ihtiyacın beyinde karşılığının olması bunların temel biyolojik ihtiyaçlar olduğunu göstermez. Psikolojik olan her şeyin beyinde bir karşılığı olacaktır. Bunu söylemek zaten doğalcılığın gereği. Uyuşturucu ihtiyacının da beyinde bir karşılığı var (kokain beklentisi beyindeki ödül sistemini harekete geçiriyor) ama bu Thagard’a göre bir temel ihtiyaç değil. Dolayısıyla Thagard neden bazı ihtiyaçlar temel de diğerleri değil sorusunun cevabını da tatmin edici bir şekilde vermiyor.

Sonuç olarak Thagard’ın kitabını duygular, düşünceler ve kararlar konusundaki son psikolojik ve nörobilimsel bulguların güzel bir özeti olarak tavsiye edebiliriz. Hayatın anlamı konusunda ise Sokrates’in kaldığı yerden sorgulamaya devam etmemiz gerekiyor.


Kaynaklar:

Landau, I. (2013). Neurology, psychology, and the meaning of life: On Thagard’s The Brain and the Meaning of Life. Philosophical Psychology, 26, 604-618.


Thagard, P. (2010). The brain and the meaning of life. Princeton: Princeton University Press.



3.08.2011

Maymundan mı Geldik?

  
Maymundan mı Geldik? aslında tanıtmakta epey geciktiğimiz bir kitap. Aralık 2010’da Bilim ve Ütopya Kitaplığı’ndan çıktı. Yazılar ağırlıklı olarak Bilim ve Ütopya dergisinin son iki yılda İstanbul, Ankara ve İzmir’de düzenlediği Evrim Kursları’nda verilen derslerden oluşuyor. Derleyen ve yayına hazırlayan Gani Bayer. Bizim de daha önce Bilim ve Ütopya’da yayınlanan ve Evrim Kursları’nda sunduğumuz Evrimsel Psikolojiye Giriş ve Bilim Felsefesi Açısından Akıllı Tasarım Düşüncesi başlıklı yazılarımız bu kitapta yer alıyor. Kendi yazılarımızı tanıtmaya gerek olmadığına göre Nurdan İnan’ın kitaba ismini veren “Maymundan mı Geldik?” yazısına ve daha çok da o sorunun kendisine kısaca bir bakalım.

“Maymundan mı geldik?” aslında inanmazlık ifade eden bir soru. Günlük hayatta karşılaştığımızda genellikle bunun arkasından iki soru daha geliyor: “Maymundan bu kadar farklıyken nasıl maymundan gelmiş olabiliriz?” ve “Maymundan geldiysek nasıl oluyor da etrafta hala maymunlar var?” Birinci soru ayrıntılı bilimsel bilgiler içeren bir cevap vermeyi gerektiriyor. Nurdan İnan da yazısında böyle bir cevap veriyor. Darwin’in “hayat ağacı” kavramını kullanarak insanın sadece maymundan değil ilk memelilerden, ilk omurgalılardan ve hatta ilk bakterilerden geldiğini göstermeye çalışıyor.

İkinci soruyu cevaplamak ise bilimsel bilgi vermeyi değil, soruyu soranın içinde bulunduğu kavramsal karışıklığı düzeltmeyi gerektiriyor. Verilebilecek en basit cevap şu olabilir: Modern insanlar ve modern maymunlar birbirlerinden gelmediler; ortak bir atadan geliyorlar. Hangi maymunu kastettiğimize bağlı olarak bu ortak atanın yaşadığı zaman değişebilir. Yani modern insanlar ve maymunlar birbirlerinin atası değil kuzeni konumundalar. Benzer bir açıklama (genellikle sorulmayan) benzer bir soru için verilebilir: “Köpekler kurtlardan geldiyse neden bugün hala kurtlar var?” Çünkü köpekler bugünkü kurtlardan gelmedi. Birkaç bin yıl önce bir grup kurt insanlar tarafından evcilleştirmeye (yapay seçilime) tabi tutuldu ve zaman içinde bunlar bugün bildiğimiz köpeklere dönüştü. Bu konuda daha ayrıntılı bir açıklamayı Evolution: Education and Outreach dergisinde geçen yıl yayınlanan “Why Are There Still Monkeys?” makalesinde bulabilirsiniz.
 
Kitapta bu yazı dışında gene Nurdan İnan’ın “Darwin’den Günümüze Evrim” başlıklı bir yazısı, Ali Demirsoy’un evrim teorisiyle akıllı tasarımı karşılaştıran üç yazısı, Semih Koray’la “Bilim ve Materyalizm” üzerine yapılmış bir röportaj ve son olarak Arda Odabaşı’nın bundan 100 yıl önce Suphi Ethem Bey’in “Darvenizm” başlığıyla yayınlanan kitabını tanıtan bir yazısı var. Bizim “Evrimsel Psikolojiye Giriş” yazımızın bu kitapta yazının sonunda geniş bir kaynakçayla beraber yayınlandığını da belirtelim.

27.07.2011

Bilim ve Din Uzlaşabilir mi? Dennett ve Plantinga


Biri ateist biri Hıristiyan iki felsefecinin oturup bu konuyu tartıştıklarında ortak bir cevaba ulaşacaklarını düşünebilir misiniz? Ama oluyor işte. Yeni ateist ve “brightDaniel Dennett da, Protestan Alvin Plantinga da soruya “evet” cevabı veriyorlar.

Söz konusu tartışma ilk olarak American Philosophical Association’ın Chicago’da 2009’da yapılan toplantısında gerçekleşmişti. Tartışma Plantinga’nın başlıktaki soruya cevap veren bir konuşması ve Dennett’ın ona cevabından oluşuyordu. Daha sonra bu tartışmanın kitap hali Plantinga’yla Dennett’ın birbirlerine verdikleri ikişer ek cevap da eklenerek bu sene Oxford University Press’ten Science and Religion: Are They Compatible? başlığıyla çıktı. Bizim sayfanın da ana temalarından olan doğalcılık prensibini ve evrim teorisini sık sık tartışmanın merkezine alan bu kitabı kısaca tanıtmaya çalışacağız.

Plantinga ilk konuşmasında analitik felsefe geleneğinin temsilcisi olarak hemen tartışmanın başlığındaki terimleri sınırlıyor ve şu şekilde ifade ediyor: Modern evrim teorisiyle geleneksel teizmdeki Tanrı inancı uzlaşabilir mi? Plantinga soruya evet cevabı vermekle kalmıyor, evrim teorisiyle asıl uyumlu metafiziksel görüşün teizm olduğunu, doğalcılığın evrim teorisiyle uyuşamayacağını iddia ediyor.

Plantinga’nın modern evrim teorisine bir itirazı yok. Fakat evrimin materyalist yorumunu değil teist yorumunu kabul ediyor. Yani evrimsel biyolojideki mutasyonlar ve seçilim gibi süreçleri kabul ediyor, ama bunları Tanrı’nın yönlendirdiğini söylüyor. Bilimsel bir teori materyalizm-teizm tartışmasıyla ilgili doğrudan bir şey söyleyemeyeceğine göre bilimsel bir teori olarak evrim Tanrı’nın varlığıyla uyumludur. Tabii Tanrı’nın varlığıyla mutasyonların tamamen rastgele, amaçsız bir şekilde ortaya çıktığı fikri uyumlu değil. Ama Plantinga’ya göre mutasyonların tamamen rastgele ve amaçsız bir şekilde ortaya çıktığı fikri evrim teorisinin zorunlu bir parçası değil.

Bundan sonra Plantinga’nın ünlü “Doğalcılığa Karşı Evrimsel Argüman”ı (DKEA) geliyor. Bu Plantinga’nın ilk olarak 1990’ların başında geliştirdiği, zaman içinde gözden geçirerek bugün hala savunduğu bir argüman. Göstermeye çalıştığı şey, evrim teorisi doğruysa metafiziksel doğalcılığın (doğaüstü varlıkların varolmadığı fikrinin) doğru olamayacağı. Argüman felsefe camiası içinde o kadar büyük bir ilgi uyandırdı ki 2002’de sırf bu argümanı ele alan derleme bir kitap yayınlandı (Beilby, 2002).

Şimdi bu argümanın formel haline bakalım. E evrim teorisinin doğru olduğu, D doğalcılık prensibinin doğru olduğu, G ise bilişsel kapasitelerimizin güvenilir olduğu önermelerine karşılık geliyor.

Öncül 1: P(G|E&D) düşüktür. (Yani evrimin Tanrı tarafından yönlendirilmeyen bir süreç
            olduğunu kabul edersek bu sürecin sonunda güvenilir bilgi üreten bilişsel
            kapasitelere sahip varlıkların ortaya çıkma ihtimali düşüktür.)
Öncül 2: E&D’yi kabul eden ve Öncül 1’in doğru olduğunu gören biri artık G’ye inanamaz.
Öncül 3: G’ye inanamayan biri artık sahip olduğu hiçbir inanca güvenemez, ki buna E&D de
   dahildir.
Sonuç: Dolayısıyla E&D’ye inanmak rasyonel değildir.

Argüman sağlam görünüyor. İtiraz edilebilir gibi görünen tek öncül birincisi. Plantinga bunu savunmak amacıyla kısaca şunu söylüyor: Doğal seçilim açısından önemli olan şey hayatta kalma ve üremedir. Üreme başarısını arttıracak davranış tamamen yanlış inançlardan da kaynaklanabilir. Dolayısıyla adaptif davranışın ortaya çıkması güvenilir bilişsel kapasitelerin evrimleşmiş olacağını garanti etmez. Güvenilir bilişsel kapasitelerin, dünyayla ilgili doğru inançların ortaya çıkmasını ancak Tanrı tarafından yönlendirilmiş bir evrimsel süreç garanti edebilir. Bu yüzden evrimle asıl uzlaşamayacak olan görüş teizm değil doğalcılıktır.

En başta söylediğimiz gibi Dennett ilk cevabında Plantinga’nın uyumluluk tezini kabul ediyor: Evrim teorisi teist inançla uyumludur. Evrimsel biyoloji Tanrı’nın evrimsel sürece hiçbir şekilde müdahale etmediğini gösteremez. Tanrısal tasarımın var olmadığını iddia edebilmek için evrim teorisiyle beraber metafiziksel doğalcılık prensibini de kabul etmek gerekir. Ve metafiziksel doğalcılık elbette bilimin zorunlu bir parçası değildir.

Dennett bunları kabul etse de bunun Plantinga’nın asıl amacına (yani teizmin doğalcılıktan daha rasyonel olduğunu gösterme amacına) hizmet edemeyeceğini söylüyor. Verdiği karşı örnek ise Süpermen! Evrim teorisi Tanrı’nın evrimsel sürece karışmadığını nasıl kesin olarak gösteremezse Süpermen’in 530 milyon yıl önce Krypton gezegeninden dünyaya gelip Kambriyen Patlaması dediğimiz süreci bilinçli olarak başlatmadığını da gösteremez. Yani evrim teorisi teizm görüşüyle mantıksal olarak uyumlu ama Süpermen görüşüyle ve bunun gibi saçma sapan başka binlerce görüşle de uyumlu. Bilimle uyumlu olmak teizmi (ve Süpermen’i) makul hale getirmeye yetmiyor.

Dennett’ın DKEA’a karşı cevabı ise çok kısa. Öncül 1’in yanlış olduğunu, bilinçli olarak yönlendirilmemiş evrimsel sürecin pekala güvenilir bilişsel kapasiteler üretebileceğini ve bunla ilgili argümanları daha önceki kitaplarında ayrıntılı olarak verdiğini söylüyor.

Bundan sonra yazarların birbirlerine verdiği ikişer kısa cevap daha var. Buralarda yazarlar sanki birbirlerini çok iyi anlamıyorlar veya anlamak için en baştaki kadar çaba sarfetmiyorlar. Mesela Plantinga Süpermen örneğine cevabında Süpermen görüşünün bariz bir şekilde saçma olduğunu, teizm görüşünün ise Süpermen’le aynı kategoriye sokulamayacağını söylüyor. Fakat Dennett’ın örneğinin amacı zaten teizmin Süpermen gibi saçma bir görüş olduğunu göstermek değil. Amaç Süpermen gibi saçma bir görüş bile bilimle uyumluyken teizmin bilimle uyumlu olduğunu söylemenin fazla bir değeri olmadığını göstermek.

İlerleyen kısımlarda Dennett teizme giderek daha küçümseyici ve alaycı tarzda yaklaşıyor. Bu da Plantinga’nın dikkatinden kaçmıyor ve bir zamanlar Richard Dawkins’in evrim teorisini inanılmaz bulanlara karşı söylediği şeyi Dennett’a karşı söylüyor: Teizmin inanılmaz, çocukça, irrasyonel olduğunu söyleyip alaycı tavır takınmak teizme karşı bir argüman geliştirmek anlamına gelmez. Dennett ise gerekli argümanları ilk kısımlarda ve başka kitaplarda geliştirdiğini düşünüyor ve burada kendini fazla yormuyor.

Tabii kitapta burada yer veremediğimiz başka birçok argüman ve renkli örnek var. Şu ana kadar anlatılanlardan tahmin edilebileceği gibi yer yer mizah da var. Önemli meselelerin sloganlar yoluyla değil felsefi argümanlar yoluyla tartışılmasından hoşlananlara ve kendi dünya görüşünü sarsmaya yönelik argümanlarla karşılaşmaktan çekinmeyenlere ama ağır argümanların arasına biraz mizah da katılmasını isteyenlere bu kitabı tavsiye ediyoruz.


Kaynaklar:

Beilby, J. K. (ed.) (2002). Naturalism defeated? Essays on Plantinga’s evolutionary argument against naturalism. Ithaca: Cornell University Press.

Dennett, D. C., & Plantinga, A. (2011). Science and religion: Are they compatible? Oxford: Oxford University Press.



29.10.2010

Royal Society Kitap Ödülü: Life Ascending

  
Royal Society İngiltere’nin (daha doğrusu Birleşik Krallık’ın) bilimler akademisi. Aynı zamanda dünyanın en eski bilimler akademisi olma özelliğini taşıyor. Zamanında Newton’ın ve Kelvin’in başkanlığını yaptığı bir kurum. 1988’den beri de çok saygın bir bilim kitapları ödülü veriyor. Her yıl verilen ödül bir önceki yılın en başarılı popüler bilim kitabına veriliyor.


Geçen yıl bildiğimiz gibi bilim çevrelerinde Darwin ve evrim yılıydı. Royal Society’nin Ağustos ayında açıkladığı altı finalist kitap arasında da bir tane evrim kitabı vardı. Bu daha önce bu blogda bahsini ettiğimiz Dawkins’in veya Coyne’un çok popüler olan Darwin yılı kitapları değil, Nick Lane’in daha az popüler Life Ascending kitabıydı. Ve geçen hafta ödülü Nick Lane’in kitabının kazandığı açıklandı. Geçen yılın bütün evrim kitaplarını ve hatta diğer bütün bilim kitaplarını geride bırakarak bu ödüle değer görülen kitap ve yazarı hakkında kısaca bilgi verelim.

Nick Lane University College London’ın Genetics, Evolution and Environment bölümünde biyokimyacı. Daha önce de oksijenin ve mitokondrilerin evrimsel tarihteki rolüyle ilgili popüler kitaplar yazmış. 2009’da çıkan Life Ascending: The Ten Great Inventions of Evolution kitabı ise evrimsel sürecin en başından bugüne kadar ortaya çıkan 10 önemli değişimi veya “icadı” anlatıyor.


Kitapta ele alınan icatlar sırasıyla şunlar:

1. Hayatın kökeni
2. DNA
3. Fotosentez
4. Karmaşık (ökaryotik) hücre
5. Cinsiyet (eşeyli üreme)
6. Hareket
7. Görme
8. Sıcakkanlılık
9. Bilinç
10. Ölüm






Evrimsel tarihte ortaya çıkan önemli gelişmeler bunlardan ibaret değil elbette. Lane kendi seçimlerinin biraz kişisel olduğunu kabul ediyor. Ama seçim yaparken birkaç objektif ölçüt de kullanmış. Bunlardan biri icadın dünyadaki hayat üzerinde devrimsel bir etkisinin olması. Fotosentez atmosferdeki oksijen oranını arttırması ve hayvanların ortaya çıkmasını mümkün kılması nedeniyle bu türden bir icat. Bir başka ölçüt icadın bugünkü hayatımız üzerinde önemli bir etkisinin olması. Cinsiyet ve ölüm bu türden icatlar. Aynı zamanda ilk bakışta evrimsel süreç içinde ortaya çıkmasını beklemeyeceğimiz gelişmeler. Neden ortaya çıkmış olabilecekleri hakkındaki fikirleri Lane son araştırmalar ışığında anlatıyor. Üçüncü bir ölçüt icadın doğal seçilim yoluyla evrimin ürünü olması, yani kültürel evrimin ürünü olmaması. Bu yüzden Lane bilinci listesine dahil ederken dili dışarıda bıraktığını söylüyor. Dilin biyolojik değil kültürel evrimin ürünü olduğuna fikrine ve kültürel evrimin doğal seçilim yoluyla işlemediği fikrine itiraz edilebilir elbette. Biyokimyacı olan Lane’in davranışsal ve sosyal evrimle ilgili son gelişmelere hakim olmaması çok şaşırtıcı değil. Son olarak Lane icadın sembolik veya “ikonik” önemi olması gerektiğini söylüyor. Mesela gözün evrimi Darwin’in zamanından beri bu tür bir öneme sahip. Bütün bu konular klasik fosil verileri ve genlere dayalı soy ağaçları yanında moleküler biyolojinin daha yeni yöntemleri ışığında inceleniyor.

Kitap bir üniversite öğrencisinin anlayabileceği düzeyde yazılmış. Sondaki kaynakça birincil literatüre referans vermesiyle bu konularda daha öte bilgi almak isteyen okuyucuya da yol gösteriyor. Klasik konuları tekrar etmek yerine evrimi en yeni araştırma bulguları ışığında tanıtan bu kitabın en kısa zamanda Türkçe’ye çevrilmesini diliyoruz.

21.06.2010

Evrim Bilimi ve Yaratılış Efsanesi


(18 Haziran 2010’da Radikal Kitap’ta Hasan Bahçekapılı imzasıyla yayınlanan yazı)

EVRİM BİLİMİ VE YARATILIŞ EFSANESİ
Neyin Gerçek ve Neden Önemli Olduğunu Bilmek
Ardea Skybreak
Çeviren: Betül Çelik, Yordam Kitap
2010, 416 sayfa

Evrim teorisinin doğru olup olmadığı, temel prensipleri itibariyle kabul edilebilir olup olmadığı modern bilimde artık tartışılan bir konu değil. Modern evrim teorisi biyolojik bilimlerin temel taşı konumunda. Evrimin halk arasında tanınma ve kabul edilme düzeyine baktığımızda ise karşımıza çok farklı bir tablo çıkıyor. Dünyanın birçok ülkesinde evrimin orta öğretim ve üniversite eğitimine gerçek anlamda entegre edilmemesinden ve genellikle dinsel kaynaklı yoğun karşı propagandanın sebep olduğu yanlış bilgilenmeden dolayı evrim teorisi reddedilebiliyor ve bilim dışı görüşler evrime rakip olarak görülebiliyor.

Bu durum özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye için geçerli. 2006 yılında Science dergisinde yayınlanan bir araştırma Batı Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında bu iki ülke halkının evrim teorisini kabul etmede çok geride olduğunu göstermişti. İşte bu yüzden ABD halkı göz önünde bulundurularak yazılmış evrim teorisini tanıtan bir kitabın Türkiye halkının bilimsel okuryazarlığına katkıda bulunmak amacıyla çevrilmesi çok yerinde bir seçim.

Ardea Skybreak’in “Evrim Bilimi ve Yaratılış Efsanesi” adlı kitabı hem evrim teorisini biraz bilen hem de hiç bilmeyen okuyucuya teorinin temel prensiplerini ve teoriyi destekleyen bilimsel verileri ayrıntılı olarak ama teknik olmayan bir dille aktarmayı amaçlıyor. Bunun yanında kitap bir biyoloji ders kitabından farklı olarak evrim teorisinin etrafında dönen politik tartışmalar içinde de kendisini keskin bir şekilde konumlandırıyor. Skybreak muhafazakarların ve köktendincilerin politik görüşlerinin uzantısı olan yaratılışçılığa şiddetle karşı çıkarken evrim teorisini sadece bilimsel düzeyde değil, ilerici ve sosyalist dünya görüşü adına da savunuyor.

Kitabın 1. bölümü evrenin ve dünya üzerindeki hayatın tarihini kısaca özetledikten sonra Darwin’in evrim teorisinin temel kavramlarını tanıtıyor. Ortak bir atadan türeyen canlıların birbirinden farklılaşmasını ve giderek karmaşıklaşmasını sağlayan evrimsel süreç çeşitlilik, seçilim ve kalıtım kavramlarına dayanıyor. Bu bölümde canlılığın tarihinin bilimsel açıklamasıyla çeşitli kültürlerin yaratılış efsaneleri karşılaştırılıyor. Darwin’in ünlü kitabı Türlerin Kökeni’nde bahsettiği gibi doğal seçilim süreciyle tarım ve hayvancılıkta kullanılan yapay seçilim süreci arasındaki paralellik vurgulanıyor.

Bundan sonraki bölümler büyük ölçüde en yeni bulgular ışığında evrim teorisini destekleyen verileri ortaya sermek amaçlı. 2. bölümde güvelerde, sirke sineklerinde, Büyük Kanyon sincaplarında görülen evrimsel değişiklikler kolayca anlaşılır bir dille aktarılıyor. Bilinçsiz ilaç tedavisinin ilaca dirençli virüslerin evrimleşmesine sebep olabileceği anlatılarak evrim teorisi bilgisinin tıp alanında da vazgeçilmez olduğu gösteriliyor.

4. ve 5. bölümler doğrudan gözlenmesi zor olduğu için özel olarak tartışmalı olan türleşme (farklı türlere ayrılma) konusuna ayrılmış. Doğal seçilimin mikro düzeyde olduğu gibi makro düzeydeki değişimlerin de temel mekanizması olduğu vurgulanıyor. Aynı türün değişik grupları arasında ortaya çıkan üreme yalıtımının nasıl türleşmenin başlamasına sebep olabileceği gösteriliyor. Ayrıca evrimsel değişikliğin hızıyla ve türleşmenin mekanizmalarıyla ilgili evrimsel biyoloji içindeki tartışmaların neden yaratılışçıların iddia ettiği gibi evrim teorisi içinde bir kriz olduğu anlamına gelmediği açıklanıyor.

6. bölüm kısa başlıklar altında değişik alanlardan evrimi destekleyen bulguları özetliyor. Bunların en başında ortak bir atadan ayrılıp farklılaşma fikrini destekleyen fosil kayıtları geliyor. Ayrıca farklı canlı türleri arasındaki genom karşılaştırmaları, morfolojik özellik karşılaştırmaları, embriyolojik gelişim karşılaştırmaları, işlevini yitirmiş özelliklerin varlığı, kusurlu tasarım örnekleri, canlıların coğrafi dağılımı ancak evrim teorisi çerçevesinde anlam kazanan olgular olarak sunuluyor.

7. bölüm bilim dünyası dışında en çok tartışmaya sebep olan insanın evrimi konusuna ayrılmış. İnsanın insan olmayan hayvan türlerinden evrimleştiği fikri hem fosil bulgularından hem de insan-şempanze DNA’sı karşılaştırmalarından hareketle oldukça ayrıntılı ve güçlü bir şekilde savunuluyor. İnsansıların evrimsel gelişimindeki iki önemli atılımın iki ayaklılığa geçiş ve beyin büyüklüğündeki muazzam artış olduğu belirtiliyor. Bu bölümde yan konu olarak yine büyük tartışmalara yol açan biyolojik ırk kavramı ve Sosyal Darvinizm görüşü ele alınıyor ve ikisinin de bilimsel bir dayanağının olmadığı söyleniyor.

Kitabın son ve en uzun bölümü yaratılışçılık konusunun ele alındığı 8. bölüm. Başlıktan da anlaşılabileceği gibi kitabın bir amacı evrimin neden bir gerçek olduğunu göstermekken diğer bir amacı da yaratılışçılığın neden efsaneden ibaret olduğunu göstermek. Evrimin karşısında yer alan yaratılışçılık görüşünden genellikle kastedilen “Evreni Tanrı yaratmıştır” şeklinde ifade edilebilecek çok genel bir fikirden ziyade “Canlı türleri birbirlerinden ayrı olarak nispeten kısa bir süre önce yaratılmıştır” şeklinde ifade edilebilecek daha özel bir fikir. (Dolayısıyla dindar bir insan bu özel anlamıyla yaratılışçı olmak zorunda değil; “tanrıcı evrim” denen bir görüşü de benimseyebilir.) Bölümde öncelikle evrim ve bilim karşıtı politik bir hareket olarak ABD’deki yaratılışçılığın tarihi anlatılıyor ve 2000’li yıllarda bu hareketin sempatizanlarının ABD yönetiminde oldukça etkili noktalarda bulunduğu belirtiliyor. Daha sonra bilimsel bir teorinin ne olduğu anlatılarak evrim teorisi ve yaratılış görüşünün bilimsel statüleri arasındaki fark vurgulanıyor. Ayrıca yaratılışçıların bilimsel gerçekleri çarpıtmaları da çeşitli örneklerle gösteriliyor. Termodinamiğin 2. yasasının neden evrimle çelişmediği, dünyanın neden 10,000 değil 4.5 milyar yaşında olduğu gösterilerek eski moda yaratılışçıların klasik itirazlarına cevap veriliyor. Bölümde daha ayrıntılı olarak ele alınan konu daha yeni olan Akıllı Tasarım görüşü ve bu görüşün “indirgenemez derecede karmaşık” olduğunu ve dolayısıyla evrimleşmiş olamayacağını iddia ettiği biyolojik yapılar. Akıllı tasarımcıların bakteri kamçısı, kanın pıhtılaşmasını sağlayan sistem, göz, kulak gibi üzerinde ısrarla durduğu yapılar ele alınarak bunların nasıl ortaya çıktığının en iyi açıklamasının neden yine evrim teorisi tarafından verilebileceği açıklanıyor. Bölüm ve kitap evrim ne kadar sağlam bir bilimsel temele oturmuş olsa da evrime saldırıların durmayacağı, bu yüzden evrimi ve bilimsel yaklaşımı aktif bir şekilde savunmak ve öğretmek gerektiği uyarısıyla son buluyor.

Modern evrim teorisini bilimsel verilere sadık kalarak aktaran kitapta bazı ufak hatalar yok değil. Her türlü kayadan fosil çıktığının söylenmesi (s. 33; fosiller genellikle sadece tortul kayalardan çıkar), “fitness” teriminin çevirisiyle ilgili sorunlar (s. 42), bir teorinin kesin olarak ispatlanmasıyla ilgili yanlış anlamaya yol açabilecek ifadeler (s. 45; bilimsel bir teori matematikteki anlamıyla ispatlanamaz), J. B. S. Haldane’in bir sözünün yanlışlıkla T. H. Huxley’ye atfedilmesi (s. 107) bunlardan bazıları. Ayrıca Kaynakça’nın daha kapsamlı olması ve metin içinde birincil kaynaklara referans verilmesi kitabı bilim dışı görüşlerle mücadelede kaynak olarak kullanmak isteyecek okuyucu için daha yararlı olurdu.

Yazarın bilimsel bir görüşle beraber politik bir görüşü de savunma tercihini eleştirenler çıkabilir. Fakat bu tercih aslında yazarın genel amacıyla uyumlu. Skybreak aslen bilim adamlarını ikna etmeye değil halkı bilimsel konularda bilinçlendirmeye çalışıyor. Bunu yaparken de bilim dışı görüşlerin politik temelinin ne olduğunu göstererek okuyucuyu bilimsel gerçeği tanıma, talep etme ve onun için savaşma konusunda motive etmeye çalışıyor. Türkçe basımın önsözünü yazan Prof. Ali Nihat Bozcuk’un belirttiği gibi, genel okuyucunun zorluk çekmeden okuyabileceği bir dille yazılmış ve Betül Çelik’in akıcı Türkçesi’yle çevrilmiş kitabın bu amacı başarıyla yerine getirdiğini söyleyebiliriz.

15.03.2010

Türlerin Kökeni’ni Okumak Üzerine

 
2009 Darwin yılında evrim teorisini en yeni bulgular ışığında tanıtan birçok popüler bilim kitabı yayınlandı. Bunların en başarılıları arasında Richard Dawkins’in The Greatest Show on Earth: The Evidence for Evolution ve Jerry Coyne’un Why Evolution is True adlı kitaplarını sayabiliriz. Fakat evrim teorisini gerçekten öğrenmek isteyen birinin eninde sonunda okuması gereken asıl kitap Darwin’in klasik eseri Türlerin Kökeni, veya orijinal adıyla On the Origin of Species by Means of Natural Selection, or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life.

Kitabın en yeni Türkçe basımı geçen yıl Evrensel Basım Yayın’dan Ömer Ünalan’ın çevirisiyle çıktı:


Kitabı anlayacak derecede biyoloji temeline sahip olmayanlar için kitabın çizgi roman uyarlaması da gene geçen yıl Murat Gülsaçan’ın çevirisiyle çıktı:


İngilizce bilenler ise kitabı orijinalinden okuma şansına sahipler. Ve elbette hiçbir tercüme orijinalinin yerini tutamaz. Fakat Darwin’in ağdalı 19. yüzyıl İngilizcesi’nin bugün ana dili İngilizce olanlara bile ağır geldiği biliniyor. Bu yüzden geçtiğimiz yıl İngilizce’de de Darwin’i günümüz okuyucularının daha rahat anlayabileceği hale getiren yayınlar çıktı. Bunların en başarılılarından biri David Reznick’in The “Origin” Then and Now:
An Interpretive Guide to the “Origin of Species”
adlı kitabı:


Reznick bu kitapta Türlerin Kökeni’ndeki her bölümün argümanlarını özetliyor ve modern bilimin ışığında yeniden yorumluyor. Bu yüzden Reznick’in kitabı, Darwin’i kullandığı dil veya 19. yüzyıl bilimi tarafından şekillenmiş dünya görüşü yüzünden anlamakta zorlananlar için çok yararlı bir rehber niteliğinde. Kitabın dünyanın önde gelen evrimsel biyologları tarafından beğenildiğini, dolayısıyla okuyucuların Darwin’in veya modern bilimin çarpıtılmış bir versiyonunu okumayacaklarından emin olabileceklerini de ekleyelim.

Reznick’in kitabında giriştiği projenin bir benzerini evrimsel biyolog John Whitfield kendi blogunda gerçekleştirmiş. Whitfield da Darwin’in kitabının her bir bölümünü modern bilimin ışığında yorumlamış. Sonuçta ortaya çıkan ürün hem Reznick’in kitabından çok daha kısa, hem de blog yazıları şeklinde olduğu için serbestçe ulaşılabilir nitelikte. Whitfield aynı zamanda bir itirafta da bulunuyor: Yıllarca evrimsel biyolog olarak çalışmasına rağmen geçen yıl bu projeye girişene kadar Türlerin Kökeni’ni okumamış! Projenin amacıyla ilgili kısa bir yazıyı ve kitabın her bir bölümüyle ilgili linkleri SEED dergisinin sayfasında bulabilirsiniz:


Peki biyologlara bile bu kadar zor gelen 150 yıllık bir kitabı okumak gerçekten gerekli mi? Son sözü yaşayan en önemli evrimsel biyolog olan Edward O. Wilson’a bırakalım. The Cambridge Companion to the “Origin of Species” adlı kitabın girişinde Wilson şöyle diyor:

“One hundred and fifty years past its publication, I believe we can safely say that the Origin of Species is the most important book of science ever written. Indeed, given its importance to all of humanity and the rest of life, it is the most important book in any category.”

Meali: İnsanın okumak için biraz dişini sıkmasına değecek bir kitap.