tasarım argümanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tasarım argümanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3.09.2013

Tasarım Argümanı Üzerine 3: Doğa Olaylarının Teist Açıklamaları


19. yüzyıldan itibaren bilimler açıkça veya örtülü olarak metodolojik doğalcılığı benimsedi. Yani doğal olayların açıklanmasında doğal sebeplerin ve mekanizmaların dışına çıkılmasının gerekmediği, şu anda olmasa bile herşeyin eninde sonunda doğal bir açıklamasının verilebileceği prensibi kabul edildi. Bu bilim adamlarının dine inanmaktan vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Fakat bilimde dinsel/doğaüstü/teist açıklamalara yer olmadığının kabulü anlamına geliyor.

Bu durum değişebilir mi? Tasarım argümanının iddia ettiği gibi doğa olayları için teist açıklamaların gerekli olabileceği fikri yeniden bilimsel saygınlık kazanabilir mi? Tanrı’yı işin içine sokan bir açıklama iyi bir açıklama sayılabilir mi? Dizinin bu son yazısında bu soruyu ele alacağız. Vereceğimiz cevap şu olacak: Prensipte evet fakat bunun fiilen gerçekleşmesi çok zor. Cevap verme sürecinde temel alacağımız kaynak Gregory Dawes’un 2009 basımı Theism and Explanation kitabı olacak.

Potansiyel Teist Açıklamalar

Dawes’a göre potansiyel bir açıklama abdüktif çıkarımın ikinci öncülü olabilen açıklamadır:

            Beklenmedik bir gözlem (G) yapıldı.
            Hipotez (H) doğruysa G beklenir hale gelir.
            Şu halde H’nın doğru olabileceğini düşünmek için sebep vardır.

H’nın yerine teist bir açıklama koyabilirsek elimizde potansiyel bir teist açıklama var demektir. Bir açıklamayı sadece potansiyel değil aynı zamanda başarılı bir açıklama sayabilmemiz için ise açıklamanın gerçekten doğru olduğunu düşünüyor olmamız gerekir. Bunu düşünmek için gereken şartları birazdan göreceğiz.

Teist açıklamaların üç özelliği var: Bunlar teorik açıklamalardır (doğrudan gözlenemeyecek bir varlık ileri sürerler); niyetsel açıklamalardır (tanrısal bir niyet ileri sürerler) ve nedensel açıklamalardır (bu niyetle doğal bir olay/durum arasında nedensel bir ilişki ileri sürerler).

Bu özellikler teist açıklamaların potansiyel açıklama bile sayılamamasına, doğrudan devre dışı bırakılmasına gerekçe oluşturur mu? Birinci özelliği ele alırsak, doğrudan gözlenemeyecek varlıklar (kuarklar, yerçekimi alanları, vs.) fiziksel açıklamalarda da kullanılır. Dolayısıyla teist açıklamaların bu anlamda teorik olması onları otomatik olarak başarısız saymak için yeterli bir sebep değildir. Niyetsel (intentional) açıklamalar tarih ve antropoloji gibi insan bilimlerinde de kullanılır. Dolayısıyla teist açıklamaların bu özelliği de onları otomatik olarak saf dışı bırakmaya yetmez.

Burada Tanrı kavramının tutarlılığına ve Tanrısal niyetin bir neden sayılabileceği fikrine itiraz edilebilir. Geleneksel teolojide Tanrı’ya atfedilen sıfatların (herşeyi bilme, herşeye gücü yetme, ahlaken kusursuz olma, vs.) tutarlı bir bütün oluşturmadığını düşünen felsefeciler var (mesela Howson, 2011). Fakat burada konuya din felsefesi açısından değil bilim felsefesi açısından baktığımız için bu sorunun çözülebileceğini varsayarak yolumuza devam edelim.

Mucize yaratabilen bir varlığın niyetleri bir açıklama teşkil edebilir mi? Dawes’a göre rasyonellik prensibini yerine getiriyorsa edebilir: Tanrı’nın amacına ulaşmasını sağlayacak en rasyonel/optimal yol nedir? Cevap gözlediğimiz doğa olayıysa önerilen açıklama en azından potansiyel bir açıklamadır.

Teist açıklamalar için asıl sorun olabilecek husus Tanrı’ya atfedilen niyetin çoğunlukla doğrudan ve sadece açıklanmak istenen doğal olayla ilgili olması. Mesela depremde bir ev hariç hepsi yıkıldıysa ve bunu açıklamak için geliştirilen teist açıklama “Tanrı o ev hariç hepsinin yıkılmasını istedi” şeklindeyse buna potansiyel bir açıklama bile diyemeyiz. Açıklamanın “Neden Tanrı özel olarak bunu istedi?” sorusuna cevap verebilecek daha genel bir tanrısal amaç içermesi gerekir.

Başarılı Teist Açıklamalar

Sadece potansiyel değil aynı zamanda başarılı bir açıklama olabilmesi ve kabul edilebilmesi için önerilen teist açıklamanın eldeki gözlemin en iyi açıklaması olduğunun gösterilmesi gerekir:

   Beklenmedik bir gözlem (G) yapıldı.
            Hipotez (H) doğruysa G beklenir hale gelir.
            Başka hiçbir hipotez G’yi H kadar iyi açıklamaz.
            Şu halde H’yı kabul etmek makuldür.

Bunu yapabilmek için teist açıklamanın bir takım özelliklere sahip olması gerekir. Burada bunlardan altısını ele alacağız:

1. Test edilebilirlik
2. Var olan bilgilerle uyumluluk
3. Geçmişteki açıklama başarısı
4. Basitlik
5. Ontolojik tutumluluk
6. Bilgi vericilik

1. Kabul edilebilmeleri için teorilerin testlerden başarıyla geçmiş olmaları gerekir. Bunun için de öncelikle test edilebilir olmaları gerekir. Test edilebilir bir teori açıklamaya çalıştığı gözlemlerin dışında öngörüler yapabilen bir teoridir. Mesela depremde neden bir ev hariç bütün evlerin yıkıldığıyla ilgili bir açıklama geliştirmek istiyorsak bu açıklamanın o evin neden yıkılmadığının dışında bazı öngörülerde de bulunması gerekir. Bu şekilde öngörülerin doğru çıkıp çıkmadığına bakarak açıklamayı test ederiz. Hiçbir öngörüde bulunmayan bir açıklamanın ampirik içeriği yoktur, yani boştur; başarılı bir açıklama değildir.

Deprem örneğiyle ilgili test edilebilir bir teist açıklama geliştirmeye çalışıyoruz diyelim. Daha önce bahsettiğimiz gibi böyle bir açıklama Tanrı’nın bir amacına/niyetine atıfta bulunan, bu amacın gerçekleştirilmesinin en optimal/rasyonel yolunun gözlenen olayın ortaya çıkması olduğunu iddia eden bir açıklamadır. Neden bir ev dışında bütün evlerin yıkıldığının açıklaması olarak “Çünkü Tanrı sadece o evin yıkılmasını istemedi” dersek test edilebilir bir açıklama sunmuş olmayız. Zira bu, açıklamaya çalıştığı şey dışında hiçbir öngörüde bulunmayan bir açıklamadır. Fakat “Tanrı'nın cinsel ahlaksızlığı cezalandırmak gibi bir amacı vardır ve o ev dışındaki bütün evler cinsel ahlaksızlık yuvasıydı” dersek açıklama test edilebilir hale gelmiş olur. Zira ortada artık genel bir amaç vardır ve buradan Tanrı’nın neler yapacağıyla ilgili başka öngörüler çıkarsanabilir.

Dolayısıyla test edilebilir teist açıklamalar geliştirebilir. Fakat sorun teistlerin genellikle bu tür açıklamalar geliştirmek, bunlardan test edilebilir öngörüler çıkarsamak, bunları gerçekten test edip doğru çıktıklarını göstermekle uğraşmamaları. Yani prensipte mümkün olsa da pratikte teist açıklamalar genellikle test edilebilir olmuyorlar.

2. Başarılı bir açıklamadan bekleyeceğimiz bir diğer özellik açıklamanın önerdiği mekanizmanın dünya hakkında bildiğimiz diğer şeylerle uyumlu olması. Burada teist açıklamaların ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğunu hemen görebiliriz: Maddi olmayan bir varlığın niyetlerinin olması ve bu niyetlerin maddi dünya üzerinde doğrudan etkide bulunması günlük hayatta ve bilimde aşina olduğumuz mekanizmaların hiçbirine benzemiyor. Hatta bu, teist anlayışın dışına çıkıldığında tasavvur edilmesi bile zor bir kavram.

3. Diğer bir özellik geçmişteki açıklama başarısı. Hipotezin parçası olduğu araştırma programı daha önce birçok doğal gözlemi başarıyla bir araya getirmişse o programdan çıkarsanacak hipoteze test sonucundan bağımsız olarak daha çok güveniriz. Burada teist açıklamalar gene ciddi bir sorunla karşılaşıyor çünkü son 200 yılda bilimde doğalcı araştırma programının çok başarılı olduğunu, teist açıklamaların çoğu kere gereksiz olduğunu gösterdiğini biliyoruz. Dolayısıyla önerilen yeni bir teist açıklamaya bilim camiası kuşkuyla yaklaşacaktır.

4. Basitlik bilimsel açıklamalarda genellikle aranan ama tanımlanması zor olan bir kavram. Burada Paul Thagard’dan (1978) yola çıkarak basitliği, bir teorinin açıklama yapabilmesi için ihtiyacı olan yardımcı hipotezlerin sayısı olarak tanımlayacağız. Açıklama için teoriye ek olarak ne kadar az yardımcı hipotez uydurmamız gerekiyorsa açıklama o kadar basit demektir. Teoriyi yanlışlanmaktan kurtarmak için arka arkaya yardımcı hipotezler eklenmesi gerekiyorsa teorinin ampirik içeriği ve test edilebilirliği azalıyor demektir. Yani bu anlamda karmaşık bir teorinin yanlışlanabilirliği daha düşüktür.

Dünyayla ilgili çok hassas tahminler yapmadığı ve yapmaya da çalışmadığı için teist açıklamalar genellikle çok karmaşık olmuyorlar. Fakat özel bir konuda, kötülüğün varlığının açıklanması konusunda, teist açıklamalar yanlışlanmaktan korunmak için gayet karmaşık hale gelebiliyor. Bu yüzden teist açıklamaların bu bakımdan da istenen düzeyde olmadığını söyleyebiliriz.

5. “Ontolojik tutumluluk” bazan basitlikten veya Ockham’ın usturasından bahsettiğimizde anlaşılan şeyle aynı. Yani açıklamanın kaç değişik tür varlık ileri sürdüğü. Gerekmedikçe ileri sürülen varlıkların sayısını arttırmamak bilimde arzu edilir bir şey. Bunun “var olan bilgilerle uyumluluk” prensibiyle ilişkili olduğu kolayca görülebilir: Bilmediğimiz türden varlıklar önermesi bir teori için kuşku verici bir özellik. Teist açıklamaların bu bakımdan da başarılı oldukları söylenemez.

6. Son olarak, bir açıklamanın bilgi verici olmasını, yani gözlenen olayın tam olarak nasıl ortaya çıktığını ayrıntılarıyla ortaya koymasını bekleriz. Doğa bilimlerini bu kadar değerli kılan şey çok hassas nicel öngörüler yapabilmeleri. Ama teist açıklamaları doğa bilimleriyle değil, günlük hayattaki veya insan bilimlerindeki açıklamalarla karşılaştırmak daha doğru olur. Zira niyetlere dayalı açıklamaları daha çok bu alanlarda kullanıyoruz.

Buradaki asıl sorun Tanrı’nın gizemli bir varlık olması. İnanç, istek, niyet gibi zihinsel durumlar ve konuşma, affetme, yöneltme gibi davranışlar Tanrı’ya ne anlamda atfedilebilir? Bildiğimiz kadarıyla bu tür zihinsel durumlar ve davranışlar ancak gelişmiş beyne sahip varlıklarda olabiliyor. Tanrı’nın beyninden bahsedemeyeceğimize göre bu durumları Tanrı’ya ancak mecazi olarak atfedebiliriz. Mecazi zihinsel durumlardan ve davranışlardan hareketle ayrıntılı açıklamalar ortaya koymak ise çok zor. Kriter olarak önümüze günlük hayattaki açıklamaları alsak bile. Bundan dolayı teist açıklamalar gerçek anlamda bir açıklama sunmaktan ve hassas öngörülerde bulunmaktan çok, var olanı içine alma amacı güdüyorlar. Yani hiçbir öngörüde bulunmadan muğlak bir mekanizmayla var olan herşeyi açıklamaya çalışıyorlar. Bu da başarılı bir açıklamada olmasını kesinlikle istemediğimiz bir özellik.

Sonuç

Birçok teist açıklama optimallik şartını sağlamadığı için potansiyel bir açıklama bile değil. Potansiyel açıklamalar da istenen özelliklere sahip olmadığı için başarılı açıklamalar değil. Diğer bir deyişle şu ana kadar ileri sürülen teist açıklamalar hiçbir şeyin en iyi açıklaması değil. Fakat bu analiz aynı zamanda bir teist açıklamanın ileride başarılı bir açıklama sayılma olasılığının sıfır olmadığı anlamına da geliyor. Yani bir açıklama sırf Tanrı’nın niyetlerini işin içine soktuğu gerekçesiyle peşinen reddedilemez. Başarılı bir açıklama olmadığının özel olarak gösterilmesi gerekir.

Diğer taraftan bu analiz doğal açıklamaları tercih etmemiz, henüz elimizde olmasa bile doğal olayların doğal açıklamalarını bulmaya çalışmamız gerektiği anlamına da geliyor. Teizm henüz modern bilimin metodolojik doğalcılık prensibini tehdit edebilecek güce sahip değil.

Kaynaklar

Dawes, G. W. (2009). Theism and explanation. New York: Routledge.

Howson, C. (2011). Objecting to God. Cambridge: Cambridge University Press.

Thagard, P. (1978). The best explanation: Criteria for theory choice. Journal of

            Philosophy, 75, 76-92.



29.08.2013

Tasarım Argümanı Üzerine 2: Hayatın Ortaya Çıkışı


Bir önceki yazıda organik tasarım argümanının mantıksal yapısı itibarıyla karşılaştığı güçlüklerden bahsettik. Bunları üç başlık halinde özetleyebiliriz:

1. Yaptığımız gözlemlerin tasarım açıklamasından hareketle yüksek olasılığa sahip olduğunu söyleyebilmek için tasarımcının niyetleriyle ilgili bağımsız bilgiye sahip olmamız gerekir (ve sahip değiliz).

2. Yaptığımız gözlemler tasarım açıklamasından hareketle yüksek olasılığa sahip olsa bile tasarım açıklaması şans açıklamasından daha yüksek olasılığa sahiptir diyemeyiz (Bayes kuralı gereği).

3. Tasarım açıklaması şans açıklamasından daha yüksek olasılığa sahip olsa bile ortada hiç hesaba katılmayan üçüncü bir açıklama var (doğal seçilim).

Tasarım savunucuları için bu güçlüklerden bir miktar sıyrılabilen ve organik tasarım argümanına en sağlam malzeme sağlayan örnek hayatın ortaya çıkışı. Doğal seçilim kendi kendini kopyalayabilen moleküllerin ortaya çıkışından (ve dolayısıyla hayatın başlangıcından) sonra başladığı için hayatın ortaya çıkışını açıklamakta kullanılamaz. Ayrıca hayatın başlangıcı o kadar karmaşık yapıların var olmasını gerektirir ki bunların tesadüf eseri ortaya çıkma olasılığı neredeyse sıfırdır. Dolayısıyla tasarım savunucularına göre hayatın başka yönleri olmasa bile ilk ortaya çıkışı akıllı bir tasarımcının varlığını gerektirir. Bu yazıda hayatın ortaya çıkışıyla ilgili en yeni bilimsel görüşleri özetledikten sonra bu türden bir tasarım iddiasını özel olarak ele alacağız.

Hayatın Ortaya Çıkışıyla İlgili Görüşler

DNA, RNA, protein
Bugün en basit canlı hücrede bile, inşa ettiğimiz en karmaşık makinadakinden daha karmaşık metabolik faaliyetler yürütülüyor. Bu mekanizmanın işlemesini sağlayanlar enzim dediğimiz protein temelli katalizörler. Proteinler olmadan bugün bildiğimiz türden hayat mümkün değil. Proteinlerin yapı taşları olan amino asitlerin doğada kendi kendine ortaya çıkabileceği 1950’lerde gösterilmişti. Fakat amino asitlerin peptit bağlarıyla birleşerek kendi kendine proteinleri oluşturması mümkün görünmüyor. Bugün hücre içinde amino asitlerden protein sentezlenmesi işini nükleik asitler (proteinlerin kodlarını taşıyan DNA ve RNA) yürütüyor. Fakat protein sentezi için enzimlerin yardımı gerekiyor ve enzimlerin kendisi de protein. Dolayısıyla proteinlerin sentezlenmesi için nükleik asitlere, nükleik asitlerin işlerini yapabilmesi için de proteinlere ihtiyaç var. Bir tür tavuk-yumurta problemiyle karşı karşıyayız. Proteinlerin ve nükleik asitlerin hayatın başlangıcında aynı anda ortaya çıkmış olması inanılamayacak kadar büyük bir tesadüf olacağı için biyokimyacılar iki görüşten birinin doğru olduğunu düşünüyorlar: Ya önce proteinlere ihtiyaç duymayan genetik bilgi kodlayıcı ve kopyalayıcı moleküller ortaya çıktı (“önce genetik bilgi” görüşü), ya da genetik bilgiye ihtiyaç duymadan metabolizma faaliyeti yürütebilen protein benzeri katalizörler ortaya çıktı (“önce metabolizma” görüşü). Her bir görüşle ilgili son yıllardaki gelişmeleri kısaca özetleyelim.

Ribozim
Birinci görüşün popülerlik kazanmasına neden olan olay 1980’lerde katalizör olarak (yani proteinler gibi) iş görebilen RNA moleküllerinin (ribozimlerin) keşfedilmesiydi. Bu moleküller hem genetik bilgiyi taşıyabiliyor hem de bu bilginin eşlenmesini (replikasyon) katalizleyebiliyordu. Bu keşif hayatın ilk aşaması olarak “RNA dünyası” hipotezinin ortaya çıkmasına yol açtı. Buna göre DNA’nın ve proteinlerin evriminden önce RNA hem DNA’nın hem de proteinlerin işlevini yerine getiriyordu. Bu durumda açıklanması gereken şey RNA’nın basit organik moleküllerden nasıl kendi kendine ortaya çıkabileceğiydi. Son yıllarda James Ferris ve Jack Szostak gibi araştırmacılar killerin yardımıyla ve başka bazı yollarla RNA’nın yapı taşları olan ribonükleotitlerin nasıl bir araya gelip kısa RNA zincirlerini oluşturmuş olabileceğini gösterdi. Bir sonraki adım ribonükleotitlerin nasıl ortaya çıktığının açıklanmasıydı. Bunun henüz herkesin kabul ettiği bir çözümü olmasa da bu konuda da son zamanlarda (özellikle John Sutherland’in araştırmalarından hareketle) ilerleme kaydedildiği söylenebilir (Ricardo & Szostak, 2009).
  
Basit hücre
Alternatif görüş, üremeden önce metabolizma faaliyetinin ve dolayısıyla protein işlevi gören moleküllerin ortaya çıktığı hipotezi. Biyokimyacılar arasında bunun azınlık görüşü olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre hayatın ortaya çıkışı kendi kopyasını katalizleyebilen metabolik ağların ortaya çıkışına denk gelir. Bu ilk aşamada ortada bir genetik mekanizma yoktu. Bu metabolik yapılar bugün bildiğimiz proteinler kadar karmaşık değildi elbette ama proteinler gibi metabolik faaliyetler yürütüyorlardı. Bu görüşün karşılaştığı güçlük bugüne kadar laboratuvarda bu tür bir metabolik döngünün üretilememiş olması. Bir ihtimal bu ilk döngü bugünkü ters sitrik asit döngüsüne benziyordu. Bugün bu döngüde mikroorganizmalar organik molekülleri sentezlerken katalizör olarak protein enzimlerini kullanıyorlar. Harold Morowitz’e göre başlangıçta katalizör görevini proteinler yerine doğada bol bulunan sülfit mineralleri yürütmüş olabilir (Phillips, 2010; daha ayrıntılı bilgi için Philosophical Transactions of the Royal Society B dergisinin 2011’deki “The chemical origins of life and its early evolution” konulu özel sayısına bakılabilir).
  
Bu anlatılanlardan sonra “hayat tesadüfen ortaya çıkmış olamaz çünkü proteinlerin kendi kendine oluşmasının olasılığı neredeyse sıfırdır” argümanının ne kadar yüzeysel ve cahilce kaldığı görülebilir. Fakat bu argüman hala ileri sürülebiliyor. Hem de sadece sıradan yaratılışçılar tarafından değil, aynı zamanda akademisyenler tarafından. Yazının geri kalan kısmında felsefeci Caner Taslaman’ın, bir makalesinde canlıların tasarım ürünü olduğunu göstermek amacıyla yaptığı olasılık hesaplarını ele alacağız (ayrıca bak. Taslaman, 2013).

Caner Taslaman’ın Olasılık Hesapları ve Diğer Hataları

Proteinler yukarıda belirttiğimiz gibi amino asitlerin peptit bağlarıyla birleşmesinden oluşur. Doğada bulunan amino asitler sağ-elli veya sol-elli olabilir ama proteinleri oluşturan amino asitler sadece sol-ellidir. Ve doğada yüzlerce değişik amino asit olsa da proteinleri oluşturan amino asitler sadece 20 çeşittir. Taslaman 584 amino asitli orta büyüklükteki serum albümin proteininin kendi kendine oluşmasının olasılığını şu üç adımda hesap ediyor:

1. Tek bir amino asidin sol-elli olma olasılığı ½ olduğuna göre serum albümindeki 584 amino asidin tamamının sol-elli olma olasılığı ½ üzeri 584’tür.

2. İki amino asidin birbirine başka bir bağla değil de peptit bağıyla bağlanma olasılığına ½ dersek 584 amino asidin tamamının birbirine peptit bağlarıyla bağlanma olasılığı ½ üzeri 583’tür.

3. Toplam 20 amino asit olduğuna göre serum albümindeki her bir amino asidin doğru yerde olma olasılığı 1/20’dir. 584 amino asidin tamamının doğru yerde olma olasılığı ise 1/20 üzeri 584’tür.

Serum albüminin kendi kendine oluşma olasılığını hesaplamak için bu üç olasılığı çarpmamız gerekir. Bunu yaptığımızda karşımıza 1/10 üzeri 1000’den bile küçük bir sayı çıkar. Buna göre evrenin oluşumundan bu yana her saniye milyarlarca tesadüfi amino asit bağı kurulmuş olsa bile bugüne kadar bir serum albümin molekülünün ortaya çıkma olasılığı hala ihmal edilebilir düzeydedir. Bu hesaptan hareketle Taslaman serum albüminin (ve diğer bütün proteinlerin) ancak hayatı ortaya çıkarma niyetine sahip akıllı bir tasarımcı tarafından yaratılmış olabileceğini söylüyor.

Argümanın matematik bilen ama biyoloji bilmeyen birinin elinden çıktığını hemen fark edebiliyoruz. O sonuca varmak için yapılan varsayımlardaki hataları birkaç başlık halinde ele alacağız.

1. Yukarıda anlattığımız gibi hiçbir biyokimyacı hayatın ortaya çıkışının bir protein molekülünün kendi kendine oluşmasıyla gerçekleştiğini düşünmüyor. Çoğunluk fikri olan “önce genetik bilgi” görüşüne göre proteinler kendi kendini eşleyebilen moleküllerin ve dolayısıyla evrimsel sürecin başlamasından çok sonra ortaya çıktı. Evrimsel süreç bir kere başladıktan sonra proteinler de dahil olmak üzere çeşitli işlevlere sahip çok karmaşık yapılar doğal seçilim yoluyla evrimleşebilir. “Önce metabolizma” görüşünü savunanlar da ilk metabolik faaliyetlerin proteinler tarafından değil çok daha basit katalizörler tarafından yürütüldüğünü düşünüyorlar. Ne şekilde bakarsak bakalım Taslaman’ın ele aldığı serum albümin evrimleşmiş bir proteindir ve kendi kendine ortaya çıkmasına gerek yoktur.

2. Hayatın ortaya çıkmasını sağlayanın protein benzeri ama daha basit bir katalizör olduğunu varsayalım. Bunun kendi kendine ortaya çıkma olasılığı Taslaman’ın yaptığına benzer bir şekilde hesaplanabilir mi? Cevap hayır. Hayat tek bir özel katalizörle başlamış olsa bile bu, hayatın başlaması için o katalizörün varlığının zorunlu olduğunu göstermez. Aynı işi görebilecek birçok (belki milyonlarca) değişik katalizör mümkünken hayat tesadüfen o özel katalizörün ortaya çıkışıyla başlamış olabilir. Dolayısıyla olasılık hesabı yaparken mümkün katalizörlerin sayısını elde ettiğimiz değerle çarpmamız gerekir. Bu sayının ne olabileceği hakkında fikrimizin olmaması bu tür hesaplamaların ne kadar güvenilmez olduğunun da göstergesidir (Carrier, 2004; ayrıca bak. Statistics & Biogenesis).
  
3. Bir diğer temelsiz varsayım ilk katalizörün uzunluğu (veya büyüklüğü) hakkında. Taslaman kendi örneğinde 584 amino asitli serum albümini ele alıyor. Hayatın ortaya çıkmasını sağlayan katalizör ise çok daha az amino asitten oluşuyor olabilir. David Lee ve arkadaşları 1996’da 32 amino asitten oluşan ve kendi kendini eşleyebilen peptitler üretmeyi başarmışlardı (Lee ve ark., 1996). Protein denemeyecek kadar kısa amino asit dizilerine peptit adı veriliyor. Kendi kendini eşleyebilen bir peptidi özel kılan şey hem DNA/RNA işlevine hem de temel protein yapısına sahip olması. Bu tür basit bir peptit bizi tavuk-yumurta probleminden kurtarabilir. Kendi kendine ortaya çıkma olasılığı da serum albümine göre çok daha yüksektir. Bu peptit hayatın ortaya çıkışı sorununu çözmüyor tabii. Fakat Taslaman’ın yaptığına benzer olasılık hesaplarının ne kadar temelsiz varsayımlara dayandığını gösteriyor: Hayatın ortaya çıkmasını sağlayacak katalizörün minimum uzunluğunu bilmediğimiz sürece yapacağımız hesap güvenilmez olacaktır.
  
4. Taslaman her bir amino asidin başka herhangi bir amino asitle bağ yapma olasılığının eşit olduğunu varsayıyor. Oysa fiziksel ve kimyasal kısıtlamalar yüzünden bazı bağlar daha yüksek olasılıklı olabilir. Ayrıca bazı bağlar diğerlerinden daha sağlam ve kalıcı olabilir. Dolayısıyla tamamen tesadüfi bir şekilde çarpışan amino asitler hiç tesadüfi gibi görünmeyen dizilim örüntüleri ortaya çıkarabilirler.

5. Hayatın ortaya çıkışının doğal açıklamasını vermek isteyenler proteinlerdeki amino asitlerin eş-elli olmasının (homochirality) tesadüfen ortaya çıktığını varsaymak zorunda değil. İlk canlı formlarında eş-ellilik yokken doğal seçilim sonucunda daha kararlı oldukları için geriye sadece eş-elli proteinler kalmış olabilir. Veya eş-ellilik canlı formlarının kendi kendilerini organize etmesi sonucu ortaya çıkmış olabilir (bak. Blackmond, 2011). Dolayısıyla proteinlerin eş-elliliği olasılık hesaplarına Taslaman’ın yaptığı gibi katılamaz.
  
Taslaman’ın makalesinde, alıntı yaptığı bilim adamlarının görüşlerini de çarpıttığını görüyoruz. Mesela Steven Rose için şunu söylüyor:

Biyolog Steven Rose, daha basit bir proteini amino asit dizilimleri açısından ele almakta ve bu proteinin amino asit uzunluğunda 10 üzeri 300 olası form olabileceğini, bu olası formlar gerçekten var olsalardı ağırlıklarının 10 üzeri 280 gram olacağını; oysa evrendeki tüm maddenin tahmini ağırlığının 10 üzeri 55 gram olduğunu söyler. Bu da belirli bir proteinin tesadüfen elde edilmesinin ne kadar imkansız olduğunu gösterir. (sayfa 13)

Buradan Steven Rose da Taslaman’ın tasarımcının gerekliliği sonucuna katılıyor gibi bir anlam çıkıyor. Oysa Rose ateist olduğu bilinen bir biyologdur. Böyle bir sonuca varıyor olamaz. Nitekim Taslaman’ın referans verdiği Rose’un (1997) Lifelines kitabının 255. sayfasına baktığımızda bambaşka bir sonuca ulaşıldığını görüyoruz. Rose mümkün olan onca organik molekül ve reaksiyon içinde neden sadece çok küçük bir kısmının biyokimyasal süreçlerde yer aldığını merak ediyor. Yukarıdaki tür hesaplamalardan hareketle yaratılışçıların ve evrim karşıtlarının hayatın tesadüfen ortaya çıkmasının imkansız olduğu sonucuna vardığını söylüyor. Oysa Rose’a göre biyokimyasal süreçlerin tamamen tesadüf eseri ortaya çıktığını zaten kimse iddia etmiyor. Mümkün olan süreçlerin sadece çok küçük bir kısmı fiilen ortaya çıkıyorsa bu bir takım fiziksel ve kimyasal kısıtlamalar yüzündendir. İlgili kısmın başlığı bile bu fikri açıkça belli ediyor: “Şans mı Zorunluluk mu?” Rose’un yaratılışçılık karşıtı bir argümanını bir yaratılışçının alıntılayıp kendi görüşüne destek olarak kullanmaya çalışması gerçekten çok ironik. (Benzer şekilde Taslaman ateist fizikçi Roger Penrose’un yaptığı bir hesaplamayı da Penrose bir yaratıcının varlığına inanıyormuş izlenimi verecek şekilde sunuyor; sayfa 10.)

İlginç bir şekilde Taslaman doğal seçilim denen sürecin ne olduğunu da anlamamış görünüyor. Doğal seçilimin var olduğunu kabul ettiğini söylüyor. Ama bunun için verdiği örnekler hastalık veya avlanma yüzünden bazı hayvan türlerinin yok olması (sayfa 16). Buna biyolojide doğal seçilim değil soy tükenmesi denir. Doğal seçilim bir yapı veya işlevin, üreme başarısını arttırdığı için, sonraki kuşaklarda popülasyon içindeki sıklığının artmasıdır. Taslaman ise doğal seçilimi popülasyondan elenip gitmek olarak anlıyor. En temel kavramlardaki cahillik bu derece derin olunca makaledeki ana argümanın zayıflığına da şaşmamak gerek.

Sonuç

Taslaman (2013) doğaüstünü peşinen reddeden, teist yaklaşımı destekleyen (tasarım delili dahil) bunca veri varken bunları görmezden gelen ateist-natüralist bilim adamlarının tavrından şikayet ediyor. Doğrudur, teist açıklamalar otomatik olarak bilimin dışına atılamaz (bak. Akıllı Tasarımı Nasıl Eleştirmemeli). Fakat teistlerin de ciddiye alınmak için bundan çok daha güçlü argümanlarla ortaya çıkmaları gerekiyor. Nasıl bir teist argümanın başarılı bir açıklama sayılabileceği konusunu dizinin bundan sonraki yazısında ele alacağız.
  

Kaynaklar

Blackmond, D. G. (2011). The origin of biological homochirality. Philosophical Transactions
of the Royal Society B, 366, 2878-2884.

Carrier, R. C. (2004). The argument from biogenesis: Probabilities against a natural origin
of  life. Biology and Philosophy, 19, 739-764.

Lee, D. H., Granja, J. R., Martinez, J. A., Severin, K., & Ghadiri, M. R. (1996). A self-
replicating peptide. Nature, 382, 525-528.

Phillips, M. L. (2010). The origins divide: Reconciling views on how life began. BioScience,
60, 675-680.

Ricardo, A., & Szostak, J. W. (2009, Eylül). Origin of life on earth. Scientific American,
            301, 54-61.

Rose, S. (1997). Lifelines: Biology beyond determinism. Oxford: Oxford University Press.
  
Taslaman, C. (2013). Evrenden Allah’a: Modern bilimin ve felsefenin verileriyle tasarım
delilinin savunulması. İstanbul: Etkileşim Yayınları.


26.08.2013

Tasarım Argümanı Üzerine 1: Argümanın Mantıksal Yapısı


Tasarım argümanı doğada yaptığımız gözlemlerden hareketle Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışan klasik argümanlardan biri. Argümanın iki türü var: kozmik tasarım ve organik tasarım. Bunlardan birincisi bir bütün olarak evrenin sahip olduğu bazı özelliklerden (doğa yasalarının varlığı, fiziksel sabitlerin karmaşık yaşamın ortaya çıkmasına imkan sağlaması, vs.) yola çıkarak bunların ancak Tanrı tarafından bilinçli olarak tasarlanmış olabileceğini göstermeye çalışır. Organik tasarım argümanı ise özel olarak canlıların bazı özelliklerinden (çevreye uyumu sağlayan karmaşık ve zarif organlar, vs.) yola çıkarak bunların gene ancak Tanrı tarafından tasarlanmış olabileceğini göstermeye çalışır.

Bu yazı dizisinde özellikle organik tasarım argümanının değişik formlarını ve sonuca ulaşmak için yaptığı ek varsayımları birkaç kısım halinde ele alacağız. İlk kısımda argümanın en soyut ve olasılıksal halinin temel yapısı üstünde duracağız. Varacağımız sonuç temel mantıksal yapıda ciddi sorunlar olduğu olacak.

Tasarım argümanının değişik formları düşünce tarihinde Eski Yunan’dan beri savunuldu. Bugün en bilinen halini popüler hale getiren ve savunan ise İngiliz felsefeci ve din adamı William Paley’dir (1743-1805). Paley ilk olarak 1802’de yayınlanan kitabı Natural Theology’nin başında şöyle bir düşünce deneyi kurgular:

Kırda yürürken ayağımı bir taşa çarptığımda ve “Bu taş nereden çıktı” diye düşündüğümde özel bir açıklama getirmem gerekmez. Taş belki de hep oradaydı. Ama yerde bir saat görürsem ve “Bu saat nereden çıktı” diye sorarsam aynı cevabı vermem mümkün değildir. Saatin varlığı özel bir açıklama gerektirir. Şans eseri ortaya çıkmış olamaz. Ancak zeki bir tasarımcı tarafından yapılmış olabilir. Bunun sebebi saatin birbiriyle koordinasyon içinde çalışan birçok parçadan oluşması ve özel bir amaca (zamanı göstermeye) yönelik olarak yapılmış izlenimi vermesidir.

Paley’ye göre bir omurgalının gözüyle karşılaştığımızda da aynen saat gibi çalışan bir sistem olduğunu anlarız: Birçok değişik parça koordinasyon içinde belli bir amaca (görmeye) yönelik olarak çalışmaktadır. Üstelik buradaki tasarım çok daha zengindir. Saat şans eseri ortaya çıkamıyorsa gözün şans eseri ortaya çıkması hiç mümkün değildir. Gözün varlığı ancak insandan daha üstün bir tasarımcının varlığıyla açıklanabilir. Bu da Tanrı’dan başkası olamaz.

Argümanı daha rahat değerlendirebilmek için hikaye halinden çıkarıp formel ve olasılıksal hale sokalım (bak. Sober, 2004). Saat örneğinde ortada bir gözlem (G) ve iki açıklama (A) var: 
  
G: Saatin bir dizi özelliği var.
A1: Saat akıllı bir tasarımcı tarafından yapılmıştır.
A2: Saat şans eseri ortaya çıkmıştır.

Paley gözlemin birinci açıklamayı daha iyi desteklediğini söylüyordu. Koşullu olasılıklar cinsinden ifade edecek olursak:

            P(G|A1) > P(G|A2)

Yani akıllı tasarımcının varlığını kabul edersek saat gözlemi yüksek olasılığa sahiptir. Saatin şans eseri oluştuğunu kabul edersek yaptığımız gözlem düşük olasılığa sahiptir. Buradaki akıllı tasarımcı insandır. Aynı kurguyu göz örneği için yaparsak:

G: Gözün bir dizi özelliği var.
A1: Göz akıllı bir tasarımcı tarafından yapılmıştır.
A2: Göz şans eseri ortaya çıkmıştır.

Paley’ye göre saat örneğinde olduğu gibi göz örneğinde de gözlemin akıllı tasarımcı açıklamasını daha iyi desteklediğini söyleyebiliriz:

            P(G|A1) > P(G|A2)

Buraya kadar argümanda bir kusur yok. Fakat argümanın ne gösterdiğine ve ne göstermediğine dikkat etmek gerekir: Gözlemden hareketle akıllı tasarım açıklamasının olasılığının şans açıklamasının olasılığından daha yüksek olduğunu söylemiyoruz. Akıllı tasarım açıklamasından hareket edersek yaptığımız gözlemin olasılığının daha yüksek olduğunu söylüyoruz. Oysa “şans eseri olmuş olamaz, bir akıllı tasarımcı olmalı” diyebilmek için bu bize yetmez. Yukarıdaki koşullu olasılıklardan hareketle her bir açıklamanın olasılığını bilebilmek için Bayes kuralını kullanmamız gerekir:

            P(A1|G) = P(G|A1) x P(A1) / P(G)

ve

            P(A2|G) = P(G|A2) x P(A2) / P(G)

Ancak P(A1|G)’nin değeri P(A2|G)’den yüksek olursa “şans eseri olmuş olamaz, bir akıllı tasarımcı olmalı” diyebiliriz. Oysa bunu gösterebilmek için tasarım açıklamasının ve şans açıklamasının ilk (gözlem öncesi) olasılıklarını bilmemiz gerekir. Yani P(A1) ve P(A2)’yi. Sober’a göre bunlar objektif değer atfedilebilecek olasılıklar değildir. Tanrı’nın varlığı veya yokluğu hakkında herkesin bir kişisel fikri olabilir ama kişisel fikirler objektif olasılıklardan farklıdır. Bu yüzden burada Bayes teoremi karşı tarafı ikna etme amaçlı olarak kullanılamaz. Dolayısıyla Paley’nin argümanı bize “şans eseri olmuş olamaz, bir akıllı tasarımcı olmalı” deme imkanı vermez.

Argümanı olasılıklar cinsinden değil başka şekilde kurgularsak daha başarılı olabilir mi? Mesela analojik (benzerliğe dayalı) bir argüman olarak? Paley’den önce yaşayan David Hume (1711-1776) Dialogues Concerning Natural Religion adlı kitabında bunun başarısızlığa mahkum olduğunu iddia ediyordu. Söz konusu olan şöyle bir argüman:

            Saatler akıllı tasarımın ürünüdür.
            Organizmalar büyük ölçüde saatlere benzer.
            Şu halde muhtemelen organizmalar da akıllı tasarımın ürünüdür.

Hume’a göre ikinci öncül yanlış: Organizmalarla saatler çok az bakımdan birbirine benziyorlar. “Az bakımdan benzeşseler bile benzeştikleri yönler ikisinin de akıllı tasarımın ürünü olduğunu düşündürüyor” diyebilmek için ise Paley türü argümanların çok ötesine geçmek gerekir.

Veya tümevarımsal bir argüman denesek? Cevap gene Hume’dan geliyor: Dünyamızın akıllı tasarım yoluyla oluştuğunu tümevarıma dayanarak gösterebilmek için önce başka birçok dünyanın akıllı tasarım yoluyla oluştuğunu gözlemlememiz gerekir. Şu ana kadar bu türden kaç dünya gözlemledik? Sıfır. Tümevarım da işe yaramıyorsa en baştaki olasılıksal argüman istediğimiz sonucunu vermese bile en sağlam argüman olarak görünüyor.

Paley’nin argümanının olasılıksal ifadesinin birkaç eksiğini daha hemen sayabiliriz. Birincisi, Paley akıllı tasarımcı açıklamasının tek alternatifi olarak şansı görüyordu. Oysa bugün akıllı olmayan ama tamamen şansa da dayanmayan doğal seçilim diye bir sürecin varlığını biliyoruz. Gözün şans eseri oluşmasının olasılığı çok düşük olsa da doğal seçilim sonucu oluşmasının olasılığı gayet yüksek olabilir. Hatta yeterli zaman olduğunda bu olasılığın gerçekten yüksek olduğu gösterilmiş durumda (Lamb ve ark., 2008; Nilsson, 2009).
  
İkincisi, argüman bir akıllı tasarımcının varlığını gösterse bile bu tek tanrılı dinlerdeki Tanrı olmak zorunda değil. Gene Hume’a göre bu tasarımcı her şeyi bilmeyebilir, her şeye gücü yetmeyebilir, insanların iyiliğini istemeyebilir, tek başına değil grup halinde çalışıyor olabilir, vs. Paley’nin argümanı (kendisinin de kabul ettiği gibi) tek başına Tanrı’nın varlığını gösterebilecek bir argüman değil.

Üçüncüsü, akıllı tasarımcı açıklamasının göz oluşumunun olasılığını yükselttiğinden neden bu kadar eminiz? Saati gördüğümüzde aklımıza bir akıllı tasarımcı (insan) geliyor çünkü insanların yeteneklerini, niyetlerini iyi biliyoruz ve saat yapma olasılıklarının yüksek olduğunu görebiliyoruz. Ama Hume’a göre doğaüstü bir akıllı tasarımcı hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Dolayısıyla göz yaratmak isteyeceğini kesin olarak düşünmemiz için de bir sebep yok.
  
Sober’a göre Hume’un bu son eleştirisi akıllı tasarımcı açıklamalarının en büyük kusurunu yakalıyor: Bu açıklamalar herhangi bir ampirik öngörüde bulunmuyorlar ve yüzden test edilemiyorlar. “Bir doğaüstü akıllı tasarımcı var” önermesinden hareketle doğayla ilgili öngörüler yapabilmek için bu önermenin yanına tasarımcının niyetleriyle ilgili varsayımlar eklenmesi gerekir. Bu varsayımların da ampirik gözlemlerle destekleniyor olması gerekir. Sorun tasarımcının niyetleriyle ilgili bu tür varsayımlar yapacak durumda olmamamız. Bu bazen tasarım savunucularının zor durumlardan kurtulmasını sağlıyor. Mesela “dünyada bu kadar kötülüğün var olması her şeyi bilen, her şeye gücü yeten iyi bir tasarımcının varlığıyla bağdaşmaz” dendiğinde tasarım savunucusu “tasarımcının niyetlerini bilemeyiz, belki o gördüğümüz kötülükler çok daha üst düzey bir iyiliğe ulaşmak için gerekli” diyebiliyor. Veya Stephen Jay Gould pandanın başparmağının gördüğü işlev açısından çok verimsiz tasarımlanmış olduğunu ve akıllı bir tasarımcının var olduğu fikriyle bağdaşmadığını söylediğinde tasarım savunucusu gene “tasarımcının pandaları ne amaçla yarattığını bilemeyiz, bu yüzden başparmağın verimsiz olduğunu söyleyemeyiz” diyebiliyor. Tasarımcının her şeyi yapabilme ihtimalinin olması bazen bir kaçış yolu ama aynı zamanda da büyük bir sorun. Niyetlerini bilmediğimiz bir tasarımcının ne yapacağıyla ilgili hiçbir öngörüde bulunamayız. Bu yüzden gözün özelliklerini gördüğümüzde “akıllı tasarımcının varlığı bu özellikleri açıklar” diyebilecek durumda değiliz. Tasarım argümanının karşılaştığı en büyük güçlük budur.


Kaynaklar

Lamb, T. D., Pugh, E. N., & Collin, S. P. (2008). The origin of the vertebrate eye. Evolution, Education and Outreach, 1, 415-426.

Nilsson, D.-E. (2009). The evolution of eyes and visually guided behaviour. Philosophical Transactions of the Royal Society B, 364, 2833-2847.

Sober, E. (2004). The design argument. Debating design: From Darwin to DNA kitabında (s. 98-129). W. A. Dembski & M. Ruse (Ed.), Cambridge: Cambridge University Press.