Radikal sosyal inşacılık
geçtiğimiz 20 yılın “bilim savaşları”nın baş aktörlerinden. Sosyal inşacılığın
bilimsel epistemolojiye ve bilimsel rasyonelliğe yaklaşımı bilim felsefesi
çevrelerinde genellikle kabul görmüyor. Fakat Belçikalı iki felsefeciye göre (Boudry & Buekens, 2011) klasik Freudcu psikanaliz “sosyal inşacılığın bilimle
ilgili iddiaları doğru olsaydı bilim nasıl bir şey olurdu” sorusuna cevap
olarak çok uygun bir örnek teşkil ediyor.
Sosyal İnşacılık
Sosyal inşacılık terimi
çok değişik anlamlara gelebiliyor. Yazarlar bu makalede terimi epistemolojik
boyutuyla ele alıyorlar. Geleneksel epistemolojide bir şeye neden inandığımızın
en doğal açıklaması olarak o şeyle ilgili kanıta (doğadan gelen ampirik veriye)
sahip olmamız gösterilir (Boghossian, 2006). Radikal sosyal inşacılığa göre ise
inançlarımızın ve bilimsel bilginin oluşturulmasında doğal dünyanın hemen hemen
hiçbir rolü yoktur. Dünyayla ilgili veriler inançlarımızı hiçbir şekilde
sınırlandırmaz. Bilimsel inançlar da dahil olmak üzere inançların
açıklanmasında asıl önemli rolü oynayan sosyolojik bağlam ve ideolojik etkilerdir
(Collins, 1981).
Sosyal inşacılığın bu iddiası
ilk bakışta o kadar sağduyuya aykırı görünüyor ki herhangi bir kimse bu kadar
radikal bir görüşe gerçekten inanabilir mi, veya savunmaya kalkarsa nasıl
savunabilir diye insan merak ediyor. Kukla’ya (2000) göre sosyal inşacılar
şöyle bir retorik strateji izliyorlar: Önce çok radikal bir iddia ortaya
atıyorlar; bunun savunulamaz olduğu gösterildiğinde daha zayıf bir iddiaya
doğru geriliyorlar ve yanlış anlaşıldıklarını, baştan beri savunduklarının
zaten bu zayıf iddia olduğunu ileri sürüyorlar. Yani üstlerine gidildiğinde
sosyal inşacılar bu kadar radikal fikirlere sahip olmadıklarını iddia etseler
de yazdıklarından bu anlamlar pekala çıkabiliyor. (Sosyal inşacılığın felsefi
açıdan eleştirisi için Koertge’ye (2000), Kukla’ya (2000) ve Boghossian’a
(2006) bakılabilir.)
Freudcu Psikanaliz
Freudcu psikanalizin
birkaç boyutu var: hem bir psikoloji teorisi, hem insan zihnini incelemeye
yönelik bir yöntem, hem insan davranışını yorumlamaya yönelik bir kavramsal
çerçeve, hem de bir psikoterapi yaklaşımı. Bütün bu farklı boyutların
merkezinde “dinamik bilinçaltı” kavramı var. Zihinsel tecrübelerin,
davranışların ve patolojik durumların açıklanmasında bu kavram kullanılıyor. Bu
açıklamaların bilimsellikten ne kadar uzak olduğuna dair birkaç örnek verelim.
Freud’un teorisine göre nevrozun
sebebi sapkın arzuların baskılanması ve tatmin edilmemesidir. Ama sapkın
arzular tatmin edildiği halde nevroz geliştiği de oluyor. Bu durum teoriyi
yanlışlıyor mu? Freud’a göre hayır (Cioffi, 1998). Arzular sapkın davranışlarla
tatmin edildiği durumda bile nevrozun ortaya çıkmasının sebebi sapkınlıktan
kaçınmanın baskılanmasıdır. Yani sapkınlığın baskılanması da nevroza sebep
oluyor, sapkınlıktan kaçınmanın baskılanması da. Nevroz hangi durumda ortaya
çıkarsa çıksın “nevrozun sebebi sapkın arzularla ilgili bir baskılanmadır”
fikri yanlışlanmamış oluyor.
Bir diğer örnek “Oedipus
kompleksi” açıklamasını savunmak için Freud’un kullandığı mantık. Erkek
çocukların anneye karşı sevgi ve yakınlık göstermesi Oedipus kompleksiyle
açıklanır. Ama bazan erkek çocuklar anneye karşı soğuk davranırken babaya
yakınlık duyarlar. Freud bu durumu çocuğun anneye karşı duyduğu cinsel ilginin
bastırılması ve yön değiştirmesiyle açıklıyor. Yani çocuk anneye ne şekilde
davranırsa davransın anneye cinsel ilgi duyduğu açıklamasından vazgeçmiyor.
Freud’a göre “bilinçaltı”
yorumlanmaya, anlaşılmaya karşı aktif olarak direnç gösteren, bizi sürekli
kurnazca yanıltmaya çalışan bir varlıktır. Bu fikir uyarınca Freud hastanın
davranışında kendi açıklamasını destekleyen bir ipucu bulamadığında bunu
hastanın bilinçaltının direnç göstermesine bağlıyordu. Mesela bir hasta
rüyasında tatilini hiç sevmediği kaynanasıyla beraber geçirdiğini görüyor.
Freud’a göre rüyalar bilinçaltı arzuların gerçekleşmesini temsil eder. Arzu
edilmeyen bir şeyin rüyada görülmesi bu görüşü yanlışlar mı? Tabii ki hayır.
Freud’a göre hastanın bilinçaltı sırf Freud’un teorisinin yanlış çıkması için
teoriyle uyumlu olmayan bir rüya yaratmıştır. Bu da bilinçaltının kurnazca
direnç gösterdiği fikrinin kanıtıdır.
Başka bir örnek: Hasta
Freud’un önerdiği (mesela penis hasetiyle ilgili) yoruma itiraz ettiğinde Freud
bunu hastanın direnç gösterdiği ve dolayısıyla kendi açıklamasının doğru olduğu
şeklinde yorumluyor. Peki hasta Freud’un yorumunu hemen kabul ederse? Elbette bu da Freud’un yorumunun doğru olduğu
anlamına geliyor.
Freudcu psikanalizin bir
başka sorunu kavramların değişik yerlerde değişik anlamlarda kullanılması.
Mesela “libido” bazan sadece cinsel istek anlamında, bazan da genel olarak
sevgi ve bağlanma anlamında kullanılıyor (Cioffi, 1998). Bu ikili kullanım sayesinde
hem libido arzularının neden bastırılması gerektiği açıklanıyor, hem de her
semptomun altında nasıl olup da libidonun yattığı anlaşılır hale geliyor.
Makalenin yazarlarına
göre burada dikkat edilmesi gereken nokta, bütün bu yanlışlanmaya karşı
bağışıklık kazanma stratejilerinin teorinin kendisinden ayrıştırılabilecek zayıflıklar
olmadığı, teorinin özünden kaynaklanan ve teorinin kavramsal çerçevesi içinde
tamamen meşru olan yöntemler olduğudur (ayrıca bak. Boudry & Braeckman, 2010). Bütün
bunlar sosyal inşacıların “doğada (bu durumda zihinde) neyin var olduğu, neye
inanacağımız üzerinde bir sınırlama koymaz” prensibini hatırlatıyor.
Psikanalizin Sosyal İnşacı Yorumu
Bir şeyin sosyal olarak
inşa edildiği iddiasının ilginç olabilmesi için bunun en başta fark edilmeyip
inceleme sonucunda ortaya çıkarılmış olması gerekir (Boghossian, 2006). Mesela
para değerinin sosyal olarak inşa edildiğini söylemek ilginç değildir çünkü
insanların ona atfettiği değerden bağımsız olarak paranın “gerçekten” değerli
olduğunu zaten kimse iddia etmez. Yazarlara göre Freudcu psikanalizin bir tür
sosyal inşa olduğu iddiası bu anlamda ilginçtir çünkü buna göre
psikanalistlerin keşfettiklerini iddia ettikleri doğal (zihinsel) olgular
aslında tamamen teorinin kendisinden ve çarpık metodolojisinden kaynaklanan
sosyal inşa ürünü şeylerdir: Psikanalitik “olguları” (mesela bir rüya
sembolünün penis anlamına geldiğini) ancak teoriyi benimsemiş biri
görebilmektedir.
Buradan hareketle
psikanalizin iki bakımdan sosyal inşacılığın bilim modeline uyduğunu
söyleyebiliriz: Teorilerin geliştirilmesinde ampirik veriler ihmal edilebilir
düzeyde bir rol oynamaktadır ve teorik tartışmaların çözümlenmesinde epistemolojik
kaygıların fazla bir rolü yoktur. Gerçekten de Sigmund Freud, Otto Rank, Alfred
Adler, Jacques Lacan, Karen Horney ve Melanie Klein gibilerin arasındaki teorik
tartışmaların çözüme kavuşturulmasını sağlayacak hiçbir rasyonel yöntem yoktur.
“Penis haseti” bu son
söylediğimiz şeye iyi bir örnek olabilir. 20. yüzyılın ikinci yarısında bu
doktrin psikanalitik çevrelerde yavaş yavaş terk edildi. Oysa 20. yüzyılın ilk yarısında
Freudcular bu doktrini defalarca “doğrulamışlardı” ve analitik teorinin temel
taşlarından biri olarak görüyorlardı. Ne oldu da bu doktrin sonradan
terk edildi? Buna cevap verebilmek için yeni ampirik verilerin elde edildiğini
veya yeni epistemolojik sebeplerin fark edildiğini düşünmeye gerek yok: Değişen
kültürel duyarlılıklar sonucunda penis haseti doktrini ataerkil ve kadın
düşmanı olarak görülmeye başladığı için terk edildi. Karen Horney’ın “rahim
haseti” kavramını da benzer kaygıların ürünü olarak görebiliriz. Sosyolojik ve
ideolojik sebepler psikanalitik teorinin neden ve nasıl değiştiğini açıklamak
için yeterli. Aynen sosyal inşacıların (bilimin geneli için) iddia ettiği gibi.
Yazarlar son olarak
saptamalarının sosyal inşacılık için de bir sorun teşkil ettiğini düşünüyorlar ve
bunu bir modus tollens argümanı şeklinde ifade ediyorlar: Sosyal inşacılığın
söylediği şey doğru olsaydı bilimin tamamı psikanaliz gibi olurdu; oysa
psikanaliz gerçek bilimi temsil eden bir disiplin değil; şu halde sosyal inşacılığın
söylediği şey bilimin geneli için doğru değil.
Kaynaklar
Boghossian,
P. A. (2006). Fear of knowledge: Against
relativism and constructivism. Oxford: Oxford University Press.
Boudry, M.,
& Braeckman, J. (2011). Immunizing strategies and epistemic defense
mechanisms. Philosophia, 39, 145-161.
Boudry, M.,
& Buekens, F. (2011). The epistemic predicament of a pseudoscience: Social
constructivism confronts Freudian psychoanalysis. Theoria, 77, 159-179.
Cioffi, F.
(1998). Freud and the question of pseudoscience.
Chicago: Open Court.
Collins, H.
M. (1981). Stages in the empirical program of relativism: Introduction. Social Studies of Science, 11, 3-10.
Koertge, N.
(2000). “New age” philosophies of science: Constructivism, feminism and
postmodernism. The British Journal for
the Philosophy of Science, 51, 667-683.
Kukla, A.
(2000). Social constructivism and the
philosophy of science. New York: Routledge.
1 yorum:
Ne güzel birleştirmiş ve yorumlamışsınız. Ellerinize, emeğinize sağlık..
Yorum Gönder