Geçen hafta New York Times’ın İnternet sayfasında ilginç bir yazı yayınlandı. Emekli ahlak felsefecisi ve biyoetikçi Joel Marks ahlaka inanmaktan vazgeçtiğini söylüyordu. Kastettiği şey objektif anlamda ahlaki doğrular olduğuna inanmak. Dediğine göre neyin ahlaken doğru olduğunu savunmak yerine artık kendi hayat tercihleri doğrultusunda insanları ikna etmeye çalışıyormuş. Pratikte yaptığım şey aslında değişmedi, sadece bunu nasıl yaptığım değişti diyor.
Objektif ahlaktan bahsetse de verdiği örneklere bakıldığında Marks’ın asıl inanmaktan vazgeçtiği şeyin objektif ahlak mı yoksa mutlak ahlak mı olduğu kesin olarak anlaşılmıyor. Bu yazıda ahlakla ilgili bazı ayrımlar yapacağız ve asıl savunulamaz olanın ve vazgeçilmesi gerekenin mutlak ahlak olduğunu göstermeye çalışacağız. Amacımız aslında Marks’a karşı çıkmak değil. Tam tersine, Marks’ın bu kavramsallaştırmayı daha doğru bulacağını umuyoruz.
Önce ahlaki iddiaların niteliğiyle ilgili bazı ayrımlar yapalım. Ahlaki iddia dediğimizde “Yardım etmek iyidir”, “Yalan söylemek kötüdür” gibi iddiaları kastediyoruz. Bu tür iddialar ilk olarak sübjektif veya objektif anlamda doğru olabilir. Yani tek bir insanın kişisel görüşü olabilir ve o kişi dışında kimseyi bağlamayabilir. Bu anlamda sübjektiftirler. Veya tek tek insanların kişisel görüşü olmanın ötesinde bağlayıcılıkları vardır. Bu anlamda objektiftirler. İddiayı bağlayıcı kılan ve genel kabul gören bir toplumsal normun varlığı iddiayı bu tanıma göre aynı zamanda objektif kılar. Marks’ın objektif ahlakı reddetmesinin sebebi muhtemelen objektif olmaktan bunun ötesinde bir şey anlıyor olması. Mesela insanların ne düşündüğünden bağımsız olarak nasıl dünya objektif anlamda “küre şeklinde olma” özelliğine sahipse, Marks insanların ne düşündüğünden bağımsız olarak yalanın da objektif anlamda “kötü olma” özelliğine sahip olmasını istiyor. Bu anlamda objektiflik mümkün değil ve aslında gerekli de değil.
İkinci olarak ahlaki iddialar evrensel veya yerel anlamda doğru olabilir. Yani iddia her yerde ve her zaman doğru olabilir veya sadece bazı özel şartlarda doğru olabilir. Burada özel olarak kastedilen toplumdan topluma değişen ve değişmeyen ahlaki doğrular. Bu aslında daha çok antropolojik araştırma sonucunda karar verilebilecek bir mesele.
Son olarak ahlaki iddialar mutlak veya göreceli anlamda doğru olabilir. Mutlak dediğimizde başka bir şeye referans vermeden iddianın doğru veya yanlış olabileceğini kastediyoruz. Göreceli olması ise iddianın ancak genel bir değerler sistemine veya bir dünya görüşüne “göre” doğru veya yanlış olabileceği anlamına geliyor. Göreceli ahlakın mantıksal sonucu bir dünya görüşüne göre doğru olan bir iddianın başka bir dünya görüşüne göre yanlış olabilecek olması. Bu yazıda savunduğumuz fikre göre mutlak ahlaki doğrular var olamaz.
Bütün bunların sırf akademik meseleler olmadığını görmek için güncel ve tartışmalı bir konu üzerinden örnek verelim: “Eşcinsellik ahlaken yanlış mıdır?” Bir Müslüman buna “evet” cevabı verecektir. Seküler-hümanist dünya görüşünü benimsemiş biri ise “hayır” cevabı verecektir. Peki kim haklı? Bu yazıda savunduğumuz göreceli ahlaka göre birinin haklı birinin haksız olduğu söylenemez. Zira yukarıdaki soruya cevap ancak bir dünya görüşünden hareketle verilebilir. Bir Müslüman için eşcinsellik objektif anlamda yanlıştır. Zira bu kendi dünya görüşünün zorunlu bir sonucudur. Bir seküler-hümanist için ise yanlış değildir ve bu da objektif anlamda böyledir. Farzedelim ki Müslümanlık tamamen yanlış bir dünya görüşü. Yani dayandığı bütün inanç temelleri yanlış. Bu durum Müslümanın yukarıdaki soruya verdiği cevabı yanlış veya temelsiz hale getirir mi? Hayır, getirmez. Ortada Müslüman dünya görüşünü benimsemiş ve buna göre yaşayacağını birbirine taahhüt etmiş bir topluluk olduğu sürece bu topluluk için eşcinselliğin ahlaken yanlış olduğu objektif anlamda doğrudur. Fakat mutlak anlamda eşcinsellik yanlış da değildir doğru da.
Daha uç bir örnek verelim: “Masum bir çocuğa sırf eğlence amacıyla işkence etmek ahlaken yanlıştır.” Bu iddia doğru mu? Dünyanın neresine giderseniz gidin, muhtemelen her yerde “evet, doğru” cevabını alırsınız. Bu anlamda söz konusu iddianın doğruluğu evrensel. Ve sırf insanların kişisel kanılarına dayanmadığı, kişiler üstü toplumsal normlara dayandığı için iddia objektif anlamda da doğru. Peki mutlak anlamda da doğru mu? Yukarıdaki analize göre gene hayır. İşkencenin yanlış olduğunu söyleyebilmemiz için öncelikle dünyadaki amaçlarımızın, değerlerimizin ne olduğunu bize söyleyecek bir dünya görüşüne ihtiyacımız var. Dünyadaki en temel amacımızın eğlenmek olduğunu söyleyen bir dünya görüşüne göre işkence zorunlu olarak yanlış değildir. Dünyadaki en temel amacımızın eğlenmek olduğunu söyleyen bir dünya görüşü muhtemelen var olmadığı için işkence evrensel olarak yanlıştır diyoruz. Ama dünyadaki en temel amacımızın eğlenmek olduğunu söyleyen bir dünya görüşü tahayyül etmek mümkün olduğu için işkence mutlak anlamda yanlıştır diyemeyiz.
Göreceli ahlakı kabul etmek, yani ahlaki doğruların dünya görüşlerine göre farklılık gösterebileceğini kabul etmek, ahlaki ideallerimizi savunma ve hayata geçirme çabasından vazgeçmemizi gerektirir mi? Birçok insan göreceli ahlakın böyle bir sonuca varacağını düşündüğü için savunulamayacağını gördüğü halde mutlak ahlak anlayışına sarılıyor. Oysa göreceli ahlak bizi zorunlu olarak o sonuca götürmez. Tam tersine, göreceli ahlak kendi ideallerimizi hayata geçirebilmemiz için farklı dünya görüşüne sahip insanlarla nasıl tartışmamız gerektiği ve nasıl uzlaşma sağlanabileceği konusunda bize ipuçları sunuyor. Gene eşcinsellik konusuna dönelim. Göreceli ahlakı kabul ettiğimizde Müslüman da olsak, seküler-hümanist de olsak, karşı tarafla “eşcinsellik ahlaksızlıktır, değildir” konusunda tartışmaya girmenin anlamsızlığını farketmiş oluruz: Karşı taraf kendi dünya görüşünün temel prensiplerinden asla vazgeçmeyecektir. Eğer aynı zamanda demokrat zihniyetliysek, yani karşı tarafla eşit şartlarda beraber yaşamanın mümkün ve arzu edilir olduğuna inanıyorsak, karşı tarafın dünya görüşünü değiştirme çabasından vazgeçip beraber yaşamanın pratik şartları konusunda uzlaşma sağlama çabasına girmenin yolu açılmış olur. Zira göreceli ahlakı kabul etmek, bizden çok farklı ahlak anlayışlarına sahip olan insanların da rasyonel ve iyi niyetli olabileceğini kabul etmeyi mümkün kılar. Bu da uzlaşma sürecinin ilk adımıdır. Gördüğümüz kadarıyla biyoetikçi Marks da hayvan hakları konusunda aynen bunu yapıyor.
Ahlakla ilgili felsefi görüşler ve bunların toplumsal yansımaları hakkında söylenebilecek daha çok şey var tabii. Ahlak duygusunun evrimsel kökeniyle ilgili görüşler de bütün bu tartışmaların gidişini etkileme potansiyeline sahip. Bunları başka bir zamana bırakalım ve iki yıl önce yayınladığımız benzer temalı “Seküler Ahlak Konusunda” adlı yazıya dikkat çekerek bu yazıyı bitirelim.