8.03.2011

Olasılıksal Düşünme: İstatistik ve Psikoloji

  
Hasan G. Bahçekapılı'nın bu yazısı Bilim ve Ütopya Dergisi'nde Mart 2011'de yayınlandı. 

Önünüze şu sorunun geldiğini düşünün:

40 yaşın üstündeki kadınlarda göğüs kanseri görülme oranı yüzde 1’dir. Göğüs kanserini tespit etmekte yaygın olarak kullanılan bir test olan mamografi göğüs kanseri olmayan kadınlarda yüzde 10, göğüs kanseri olan kadınlarda yüzde 80 pozitif sonuç vermektedir. Söz konusu yaş grubuna giren ve testten pozitif sonuç alan bir kadının gerçekten göğüs kanseri olma olasılığı nedir?

Çok zor bir soru gibi görünmüyor ama terimlere aşina değilim diyorsanız biraz açalım. Pozitif sonuç demek testin üzerinde test yapılan kişide hastalığın var olduğunu söylemesi demek. Elbette hiçbir tıbbi test yüzde 100 güvenilir değil. Bir testin güvenilirliğini iki olasılık değerine bakarak ölçeriz. Birincisi testin duyarlılığı. Yani gerçekten hasta olan birine pozitif teşhis koyma olasılığı. Yukarıdaki soruda bu değer yüzde 80 olarak verilmiş. İkincisi testin yanlış pozitif teşhis koyma olasılığı. Yukarıdaki soruda bu değer yüzde 10 olarak verilmiş. Bu iki değer birbirinden bağımsızdır ve iyi bir testte bunlardan birincinin yüksek, ikincinin düşük olmasını bekleriz.
                                           
Şimdi soruyu tekrar düşünün: Bu testten pozitif teşhis alan birinin gerçekten hasta olma olasılığı nedir? Yüzde 70 veya üstünde bir değer olduğunu düşünüyorsanız son 30 yılda bu soruya maruz kalan doktorların büyük çoğunluğu gibi düşünüyorsunuz demektir (Casscells, Schoenberger, & Graboys, 1978; Eddy, 1982). Oysa gerçek değer yaklaşık yüzde 7.5. Yani testin sonucuna bakarak testi alan kişiye kanser teşhisi koyup tedaviye başlayan bir doktor vahim bir hata yapıyor demektir.

Sadece sıradan insanlar değil konunun uzmanı olan doktorlar bile nasıl oluyor da soruya gerçek değerin tam 10 kat üstünde bir cevap verebiliyorlar? Matematiksel açıdan baktığımızda yapılan hata hastalığın popülasyonda görülme sıklığı olan yüzde 1’i hesaba katmamak. Standart Bayes teoremini kullanarak soruya doğru cevap vermek mümkün. Fakat teoremin standart halini bu soruda kullanmak karmaşık hesaplar gerektiriyor. Herkesin bu tür hesaplamalara alışık olmasını bekleyemeyiz. Oysa sorudaki değerleri olasılık değeri olarak değil sıklık olarak düşünürsek çözüm çok daha basit hale gelebilir. Sorudaki verilerden hareketle şöyle düşünelim:

40 yaşın üstünde kadınlardan oluşan 1000 kişilik bir grubumuz var diyelim.
Bunların 10 tanesi göğüs kanseri, 990 tanesi sağlıklıdır (yüzde 1 değerinden hareketle).
10 kanserli kadına test yapıldığında 8 tanesi pozitif, 2 tanesi negatif teşhis alır (yüzde 80 değerinden hareketle).
990 sağlıklı kadına test yapıldığında 99 tanesi pozitif, 891 tanesi negatif teşhis alır (yüzde 10 değerinden hareketle).
Yani test bu gruptaki kadınların 8+99=107 tanesine pozitif teşhis koyar. Bunların sadece 8 tanesi gerçekten kanserdir.
Dolayısıyla testin pozitif teşhis koyduğu kadınların 8/107’si, yani yaklaşık yüzde 7.5’i gerçekten kanserdir.

Bu şekilde düşünüldüğünde soru hem anlaşılması hem de çözülmesi çok daha basit hale geliyor. İnsanlar bu şekilde düşünmeye teşvik edildiklerinde veya sorudaki değerler en baştan olasılık cinsinden değil sıklık cinsinden verildiğinde doğru cevap verenlerin oranı çok daha yüksek oluyor (Gigerenzer, 1996). Burada yaptığımız şey insanlara matematik öğretmek değil, onları doğal olarak düşünmeye alışık oldukları şekilde düşünmeye yönlendirmek. İnsanlar bu şekilde “Bayesçi düşünme”yi çok daha kolay öğrenebiliyorlar (Gigerenzer & Hoffrage, 2005).

Olasılıksal Düşünme Hataları

Son 40-50 yılda yapılan psikolojik araştırmalar hem sıradan insanların hem de uzman olması beklenen kişilerin hem laboratuvar testlerinde hem de gerçek hayat durumlarında en temel olasılık kurallarını ihlal ettiğini ve hatalı yargılarda bulunduğunu gösteriyor. Bu hataların en belli başlı olanlarıyla ilgili örnekler verelim.

Birleştirme hatası: İnsanlar “zeki, konuşkan, felsefe mezunu, ırkçılık ve nükleer silah karşıtı” olarak betimlenen bir kişinin “feminist ve veznedar” olma olasılığını “veznedar” olma olasılığından yüksek görüyorlar. Benzer şekilde aşırı kilolu ve sigara içen birinin 5 yıl içinde “kalp krizi geçirme ve ülser olma” olasılığını “ülser olma” olasılığından yüksek görüyorlar. Oysa olasılık kuralları gereği iki olayın birleşiminin olasılığı bu olaylardan tekinin olasılığından yüksek olamaz (Tversky & Kahneman, 1983).

Kumarbaz hatası: Birçok insan hilesiz bir para üst üste 5 kere atıldığında ve hepsi yazı geldiğinde 6. seferde tura gelme olasılığının artık daha yüksek olduğunu düşünüyor. Oysa yazı-tura atışları gibi bağımsız olaylarda daha önce ne olduğu bundan sonra ne olacağını etkilemez (Tversky & Kahneman, 1974).

“Sıcak el” hatası: Kumarbaz hatasının tersi olarak düşünülebilir: Üst üste gelen tekrarların anlamlı bir örüntü oluşturduğuna ve devam edeceğine yönelik inanç. Mesela insanların çoğu üst üste birkaç atışı sokan bir basketbol oyuncusunun o anda “elinin sıcak” olduğunu ve bir sonraki atışı sokma olasılığının her zamankinden yüksek olduğunu düşünüyor. Oysa gerçek oyuncuların atış istatistikleri üzerinde yapılan analizler, oyuncunun bir atışı sokmasının bir sonraki atışı sokma olasılığını etkilemediğini gösteriyor. Buradaki temel hata şu: İnsanlar eldeki gözlem verilerinde rastlantısallıktan en ufak bir sapma olduğunda bunun şansla açıklanamayacağını düşünüyorlar ve veride aslında var olmayan örüntüler fark ettiklerini zannediyorlar (Gilovich, Vallone, & Tversky, 1985).

Olasılık eşleştirme ve maksimize etme: Önünüzdeki ışık bazan yeşil bazan kırmızı yanıyor diyelim. Göründüğü kadarıyla kırmızı ve yeşillerin sırası herhangi bir örüntüye uymuyor. Fakat biraz gözledikçe denemelerin yüzde 70’inde kırmızı, yüzde 30’unda yeşil yandığını fark ediyorsunuz. Sizden 100 deneme boyunca mümkün olduğu kadar çok sayıda doğru tahmin yapmanız isteniyor. Tahminlerinizi kırmızı ve yeşil arasında nasıl dağıtırsınız? İnsanların büyük çoğunluğu her bir denemedeki rengi doğru tahmin edebilmek için denemelerin yüzde 70’inde kırmızı, yüzde 30’unda yeşil tahmininde bulunuyorlar. Oysa bu optimal olmayan bir strateji. Bu şekilde ortalama (70x0.70)+(30x0.30)=58 denemede doğru tahmin yaparsınız. 30 denemede tahmininizin yanlış çıkacağını kabul ederek sürekli kırmızı tahmininde bulunduğunuzda ise 70 denemede doğru tahmin yaparsınız. Yani tek tek her bir denemede doğru tahmin yapmanın mümkün olmadığını kabul etmek doğru tahmin oranını arttırıyor (Stanovich, 2010).

Klinik ve istatistiksel tahmin: Elimizde bir kişiyle ilgili çeşitli veriler (görüşme notları, test sonuçları, geçmiş hayat bilgileri, vs.) var diyelim. Bütün bu bilgileri bir araya getirip bir sonuca varmanın (mesela hastalık var-yok teşhisi koymanın veya okula kabul etme-etmeme kararı vermenin) en isabetli yolu nedir? Çoğu kişiye ve bu alandaki araştırma sonuçlarını bilmeyen birçok uzmana göre klinik/sezgisel yöntem. Yani bir uzmanın bütün o verilerden edindiği izlenimden çıkardığı tahmin. Oysa son 50 yılda yapılan araştırmalar bütün o verileri bir araya getiren lineer bir denklemden oluşan modelin uzmanlardan hemen hemen her zaman daha isabetli tahminler yaptığını gösteriyor. İstatistiksel/mekanik modele girilen hangi verinin ne kadar önemli olduğu bilgisinin tamamen uzmanın yargısına dayandığı durumda bile model uzmandan daha iyi teşhis/tahmin yapıyor. Buradaki farkı yaratan şey modelin tahmin yapma prosedürünü her vakada aynı şekilde tutarlı olarak kullanması, uzmanın ise gelen vakanın özelliğine göre isabet oranını arttırmak için prosedürde değişiklik yapması. Yani her vakayı özel sayıp her birinde ayrı bir ölçüt kullanmak isabet oranının düşmesine yol açıyor (Grove & Meehl, 1996; Swets ve ark., 2000).

Çözüm Yolları

Kesinlik içermeyen, dolayısıyla olasılıksal akıl yürütme gerektiren durumlarla günlük hayatın birçok alanında karşılaşıyoruz. Kişisel sağlıkla ilgili kararlar, mahkemelerde yargıyla ilgili kararlar ve ekonomik yatırımlarla ilgili kararlar belirsizliğin olduğu durumlarda doğru akıl yürütme gerektiriyor. İnsanların böyle durumlarda daha sağlıklı karar vermelerini sağlamak için ne yapabiliriz?

En temel çözüm elbette erken yaşta başlayan eğitim. Gigerenzer ve arkadaşlarına (2007) göre ilk istatistik dersini üniversitede almak demek çok geç kalmak demek. Olasılıksal düşünme ve istatistik eğitimi ilköğretimde başlamalı.

Özellikle sağlık hizmetlerinden yararlananların bu gibi konularda doğru düşünmeye başlamaları için atmaları gereken ilk adım “kesinlik yanılgısı”ndan kurtulmaları (Gigerenzer, 2002). Yani hiçbir test sonucunun, teşhisin ve tedavinin kesinlik içeremeyeceğinin farkına varmaları ve “Olasılığı ne?” diye sormaya başlamaları.

Bir başka adım olasılıkla ilgili bilgiyi kafa karıştırıcı olmayan bir şekilde aktarmak. Mesela doktor Prozac verdiği hastasına yan etki olarak cinsel sorun yaşama olasılığının yüzde 30 olduğunu söylüyor. Bu açık bir bilgi aktarımı değil çünkü verilen olasılık değerinin referans grubunun ne olduğu belli değil: Neyin yüzde 30’u? Hasta bu bilgiden hareketle cinsel deneyimlerinin yüzde 30’unda sorun yaşayacağını düşünüyor. Oysa doktorun kastettiği şey bu ilacı kullananların yüzde 30’unda cinsel sorun görüldüğü (Gigerenzer, 2002).

Önerilen bir tedavinin ne kadar etkili olduğuna hastanın karar verebilmesi için de tedavinin ölüm riskini ne kadar azalttığıyla ilgili bilginin açık bir şekilde aktarılması gerekir. Mesela doktor mamografi testine girmenin göğüs kanserinden ölme riskini yüzde 25 azalttığını söylüyor. Verilen değerin mutlak risk mi yoksa göreceli risk mi olduğunu bilmeden buradan bir sonuç çıkarmak mümkün değil. Doktorun söylemek istediği aslında şu: Mamografi testine girmeyen 1000 kadından 4’ü göğüs kanserinden ölürken mamografi testine giren 1000 kadından sadece 3’ü ölüyor. Yani doktor göreceli risk azalmasından bahsediyor. Oysa teste girmenin 1000 kadından 1 tanesinin kurtulmasını sağladığı söylense, yani bilgi mutlak risk azalması şeklinde aktarılsa, hasta bilgiyi daha kolay anlayıp tedaviyle ilgili daha bilinçli bir karar verebilecek (Gigerenzer ve ark., 2007).

Son olarak gereken adım da verilen olasılıksal bilgiyi kullanarak doğru sonuçlara varabilmek. Özellikle uzun yıllar boyunca olasılık ve istatistik eğitimi almamış insanlarda bunu sağlamanın en kolay yolu yapılması gereken hesabı basitleştirerek problemi ortaya koymak. Başta verilen örnekten de görülebileceği gibi psikolojik araştırmalar insanların şartlı olasılıklar cinsinden değil sıklıklar cinsinden düşünmeyi daha doğal ve basit bulduğunu gösteriyor. Bu konudaki en basit eğitim insanlara karşılaştıkları olasılık problemini nasıl sıklık problemi haline getireceklerini öğretmek olabilir.

Sonuç

Ne kadar kesin bilgiye sahip olmayı istesek de tamamen yok edilemez belirsizliklerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Dolayısıyla bu dünyayla baş edebilmek için belirsizliklerle, olasılıklarla ilgili doğru düşünmeyi öğrenmek gerekiyor. İşte bu yüzden yazının başlığında zikrettiğimiz iki şeye ihtiyacımız var. Bir tıp kurumunun başkanı bunu şu şekilde ifade ediyor (Gigerenzer, 2002, s. 94):

Çok az doktor bilimsel bir araştırmayı anlayabilecek ve değerlendirebilecek bir eğitim alıyor. Ben cerrah olmayı seçtim çünkü iki şeyden uzak durmak istiyordum: istatistik ve psikoloji. Şimdi anlıyorum ki ikisi de vazgeçilmez şeyler.


Kaynaklar
  
Casscells, W., Schoenberger, A., & Graboys, T. (1978). Interpretation by physicians of clinical laboratory results. New England Journal of Medicine, 299, 999-1001.

Eddy, D. M. (1982). Probabilistic reasoning in clinical medicine: Problems and opportunities. D. Kahneman, P. Slovic, & A. Tversky (Ed.), Judgment under uncertainty: Heuristics and biases kitabında (s. 249-267). Cambridge: Cambridge University Press.

Gigerenzer, G. (1996). The psychology of good judgment: Frequency formats and simple algorithms. Medical Decision Making, 16, 273-280.

Gigerenzer, G. (2002). Calculated risks: How to know when numbers deceive you. New York: Simon & Schuster.

Gigerenzer, G., & Hoffrage, U. (1995). How to improve Bayesian reasoning without instruction: Frequency formats. Psychological Review, 102, 684–704.

Gigerenzer, G., Gaissmaier, W., Kurz-Milcke, E., Schwartz, L. M., & Woloshin, S. (2007). Helping doctors and patients make sense of health statistics. Psychological Science in the Public Interest, 8, 53-96.

Gilovich, T., Vallone, R., & Tversky, A. (1985). The hot hand in basketball: On the misperception of random sequences. Cognitive Psychology, 17, 295-314.

Grove, W. M., & Meehl, P. E. (1996). Comparative efficiency of informal (subjective, impressionistic) and formal (mechanical, algorithmic) prediction procedures: The clinical-statistical controversy. Psychology, Public Policy, and Law, 2, 293-323.

Hoffrage, U., & Gigerenzer, G. (1998). Using natural frequencies to improve diagnostic
            inferences. Academic Medicine, 73, 538–540.

Stanovich, K. E. (2010). How to think straight about psychology. New York: Pearson.

Swets, J. A., Dawes, R. M., & Monahan, J. (2000). Psychological science can improve diagnostic decisions. Psychological Science in the Public Interest, 1, 1-26.

Tversky, A., & Kahneman, D. (1974). Judgment under uncertainty: Heuristics and biases. Science, 185, 1124-1131.

Tversky, A., & Kahneman, D. (1983). Extensional vs. intuitive reasoning: The conjunction fallacy in probability judgment. Psychological Review, 90, 293–315.




7.02.2011

“İran mı Oluyoruz” Yanlış Soru mu?

  
Geçen yılın Şubat ayında İsrail Eğitim Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili evrim karşıtı açıklamalar yapınca ülkenin bilim adamlarının ve eğitimcilerinin tepkisini çekmişti. Yetkili özellikle ders kitaplarında insanların maymundan geldiği fikrinin dile getirilmesinden duyduğu rahatsızlığı belirtmiş, bu konuda farklı görüşler olduğunu, evrim teorisini kabul etmeyen çok kişi olduğunu ve bakanlık olarak ders kitaplarını bu açıdan gözden geçireceklerini söylemişti. İsrail’in önde gelen bilim adamlarından jeolog Yehoşua Kolodny’nin buna gösterdiği tepki ilginçti: “İran’la savaşmamıza gerek kalmadı; biz İran olduk bile!”

Kolodny’nin ima ettiği şey açık: Bilim eğitimine bu tür bir dinsel temelli müdahale ancak İran gibi teokratik ve otoriter bir ülkede olabilir. Ama gerçekten öyle mi acaba? İran’da ve Orta Doğu’nun geri kalanında bilim eğitiminde evrim teorisinin ve yaratılışçılığın yeri nedir? Evolution dergisinin Ocak 2011 sayısında biyolog ve Orta Doğu uzmanı Elise Burton bu soruya cevap veren bir makale yayınladı. Vardığı sonuçlar çok şaşırtıcı.

Burton makalede öncelikli olarak İran’da ilk ve orta öğretimde okutulan ders kitaplarında evrimle ilgili konuların nasıl geçtiğinden bahsediyor. Mesela devletin hazırladığı ve 5. sınıfta zorunlu olarak okutulan fen kitabında Kuran’da yer alan yaratılış hikayesi değil, modern bilimde kabul edilen fikirler anlatılıyor: dünyanın milyarlarca yıl önce oluştuğu, hayatın denizde başladığı, kıtaların zaman içinde yer değiştirerek bugünkü halini aldığı, vs. 8. sınıf fen kitabında ise tarihsel bağlamı içinde doğrudan evrim teorisinden bahsediliyor: Darwin’in doğal seçilimle ilgili gözlemleri, Lamarck’ın fikirlerinin reddedilmesi, genetik mutasyonların keşfi, vs. Ardından evrimi destekleyen veriler olarak karşılaştırmalı embriyolojiden ve homolog yapılardan bahsediliyor. Belki en ilginci de kitapta evrimi destekleyen geçiş formlarının var olduğunun söylenmesi ve buna örnek olarak sürüngen özelliklerine sahip bir kuş olan Archaeopteryx fosilinin gösterilmesi. 12. sınıf (yani lise son) biyoloji ders kitabında da evrimden ve popülasyon genetiğinden birkaç ünitede bahsediliyor. Bilimsel verilerin yanında Darwin de genellikle olumlu bir tarzda tanıtılıyor ve dinsel tepkilerden çekindiği için görüşlerini uzun bir süre yayınlamadığı söyleniyor. Ayrıca kitapta Darwin’in modern bilime etkisi ve onun başlattığı araştırma programını devam ettiren Batılı çağdaş bilim adamları anlatılıyor.

Sonuç olarak İran’daki bilim eğitimi İsrail’de Kolodny’nin (ve Türkiye’de çoğumuzun) zannettiği gibi yaratılışçılıkla ve dinsel dogmalarla çarpıtılmış bir eğitim değil. Öyle görünüyor ki özellikle evrim teorisi eğitimi teokratik İran’da değil asıl laik İsrail’de ve Türkiye’de daha büyük bir tehdit altında. Burton buradan “İslam dünyası” denen şeyin kendi içinde farklılık göstermeyen tek bir bütün olmadığı, her İslam ülkesindeki eğitimin kendine özgü tarihsel ve siyasi şartlara göre şekillendiği ve her ülkenin kendi başına incelenmesi gerektiği sonucuna varıyor. Herhalde bize düşen de “Bilim eğitiminde İran’ın seviyesine nasıl ulaşabiliriz?” diye düşünmeye başlamak.

Burton, E. K. (2011). Evolution and creationism in Middle Eastern education: A new perspective. Evolution, 65, 301-304.

29.10.2010

Royal Society Kitap Ödülü: Life Ascending

  
Royal Society İngiltere’nin (daha doğrusu Birleşik Krallık’ın) bilimler akademisi. Aynı zamanda dünyanın en eski bilimler akademisi olma özelliğini taşıyor. Zamanında Newton’ın ve Kelvin’in başkanlığını yaptığı bir kurum. 1988’den beri de çok saygın bir bilim kitapları ödülü veriyor. Her yıl verilen ödül bir önceki yılın en başarılı popüler bilim kitabına veriliyor.


Geçen yıl bildiğimiz gibi bilim çevrelerinde Darwin ve evrim yılıydı. Royal Society’nin Ağustos ayında açıkladığı altı finalist kitap arasında da bir tane evrim kitabı vardı. Bu daha önce bu blogda bahsini ettiğimiz Dawkins’in veya Coyne’un çok popüler olan Darwin yılı kitapları değil, Nick Lane’in daha az popüler Life Ascending kitabıydı. Ve geçen hafta ödülü Nick Lane’in kitabının kazandığı açıklandı. Geçen yılın bütün evrim kitaplarını ve hatta diğer bütün bilim kitaplarını geride bırakarak bu ödüle değer görülen kitap ve yazarı hakkında kısaca bilgi verelim.

Nick Lane University College London’ın Genetics, Evolution and Environment bölümünde biyokimyacı. Daha önce de oksijenin ve mitokondrilerin evrimsel tarihteki rolüyle ilgili popüler kitaplar yazmış. 2009’da çıkan Life Ascending: The Ten Great Inventions of Evolution kitabı ise evrimsel sürecin en başından bugüne kadar ortaya çıkan 10 önemli değişimi veya “icadı” anlatıyor.


Kitapta ele alınan icatlar sırasıyla şunlar:

1. Hayatın kökeni
2. DNA
3. Fotosentez
4. Karmaşık (ökaryotik) hücre
5. Cinsiyet (eşeyli üreme)
6. Hareket
7. Görme
8. Sıcakkanlılık
9. Bilinç
10. Ölüm






Evrimsel tarihte ortaya çıkan önemli gelişmeler bunlardan ibaret değil elbette. Lane kendi seçimlerinin biraz kişisel olduğunu kabul ediyor. Ama seçim yaparken birkaç objektif ölçüt de kullanmış. Bunlardan biri icadın dünyadaki hayat üzerinde devrimsel bir etkisinin olması. Fotosentez atmosferdeki oksijen oranını arttırması ve hayvanların ortaya çıkmasını mümkün kılması nedeniyle bu türden bir icat. Bir başka ölçüt icadın bugünkü hayatımız üzerinde önemli bir etkisinin olması. Cinsiyet ve ölüm bu türden icatlar. Aynı zamanda ilk bakışta evrimsel süreç içinde ortaya çıkmasını beklemeyeceğimiz gelişmeler. Neden ortaya çıkmış olabilecekleri hakkındaki fikirleri Lane son araştırmalar ışığında anlatıyor. Üçüncü bir ölçüt icadın doğal seçilim yoluyla evrimin ürünü olması, yani kültürel evrimin ürünü olmaması. Bu yüzden Lane bilinci listesine dahil ederken dili dışarıda bıraktığını söylüyor. Dilin biyolojik değil kültürel evrimin ürünü olduğuna fikrine ve kültürel evrimin doğal seçilim yoluyla işlemediği fikrine itiraz edilebilir elbette. Biyokimyacı olan Lane’in davranışsal ve sosyal evrimle ilgili son gelişmelere hakim olmaması çok şaşırtıcı değil. Son olarak Lane icadın sembolik veya “ikonik” önemi olması gerektiğini söylüyor. Mesela gözün evrimi Darwin’in zamanından beri bu tür bir öneme sahip. Bütün bu konular klasik fosil verileri ve genlere dayalı soy ağaçları yanında moleküler biyolojinin daha yeni yöntemleri ışığında inceleniyor.

Kitap bir üniversite öğrencisinin anlayabileceği düzeyde yazılmış. Sondaki kaynakça birincil literatüre referans vermesiyle bu konularda daha öte bilgi almak isteyen okuyucuya da yol gösteriyor. Klasik konuları tekrar etmek yerine evrimi en yeni araştırma bulguları ışığında tanıtan bu kitabın en kısa zamanda Türkçe’ye çevrilmesini diliyoruz.

21.10.2010

Bilimsel Özgürlük Üzerine


Akademik dünya içinde bilimsel özgürlük vazgeçilmezliği tartışmasız kabul edilen bir prensip. Bilim adamları günlük hayatta “bilim gerçekten özgür olmalı mı” diye oturup düşünmezler. Öyle olması gerektiğini varsayarlar. Bilimsel özgürlüğe bir tehdit olduğunda da genellikle öfkeli ve beylik laflarla özgürlüklerini savunurlar ve bunun herkes için otomatik olarak ikna edici olmasını beklerler. Oysa başka bütün hak ve özgürlükler gibi bilimsel özgürlüğün de kerameti kendinden menkul değil. Gerektiğinde sloganlara sığınmadan rasyonel düzeyde savunulabilmesi, aynı zamanda sınırlarının da belirlenmesi gerekir.

Bielefeld Üniversitesi’nden felsefeci Torsten Wilholt (2010) birkaç ay önce tam bu konuda bir makale yayınladı. Bu yazıda Wilholt’un bilimsel özgürlüğü savunmak amacıyla ileri sürdüğü iki argümanı kısaca ele alacağız.

Öncelikle bilimsel özgürlük dendiğinde birden fazla şeyin kastedilebileceğinin farkında olmak gerekir. En temelde bilimsel özgürlük bilim adamlarının kendi seçtikleri konularda kendi seçtikleri yöntem ve yaklaşımlarla araştırma yapma hakkıdır. Biraz daha ileri gidersek bu özgürlük bilim adamlarının toplumdan veya devletten önemli gördükleri konularda araştırma yapabilmek için gerekli kaynakları isteme hakkı olarak da düşünülebilir. Bilimsel özgürlüğün bu iki yorumunun farklı argümanlarla savunulması gerektiği açıktır. Diğer bir belirsizlik özgürlüğün öznesinin kim olduğu konusunda. İlk bakışta özne bir birey olarak bilim adamı diye düşünülebilir. Fakat tek tek bilim adamlarının araştırma isteklerinin, içinde bulundukları araştırma grubunun lideri tarafından veya araştırma fonlarının nasıl dağıtılacağına karar veren kişiler tarafından kısıtlanması genellikle bilimsel özgürlüğün kısıtlanması olarak görülmez. Bu durumda bilimsel özgürlüğün öznesi bir araştırma grubu, hatta bütün bir bilim camiası olarak da düşünülebilir. Bu bakışa göre bu camianın özerk olması, bilimsel konulardaki kararları dış etkilerden bağımsız olarak verebilmesi, bilimsel özgürlükten asıl anlaşılması gereken şeydir.

Bu girişten sonra Wilholt’un argümanlarına geçelim. İlk argümana göre bilim adamları (ve aslında herkes) araştırma ve bilgi edinme sürecinde özgür olmalıdır çünkü toplumun kolektif bilgisinin ilerlemesi en iyi bu yolla sağlanır. Araştırma konularının ve yaklaşımların özgürce seçilmesinin yarattığı çeşitlilik doğrulara ulaşmayı kolaylaştıracaktır. Wilholt buna epistemolojik argüman diyor.

Burada yapılan birkaç varsayım var. En başta kolektif bilginin ilerlemesinin arzu edilir bir şey olduğu. Bunu sorgulamak meseleye çok baştan başlamayı gerektireceği için bu konuda genel uzlaşma olduğunu varsayalım. Diğer varsayımlar 1) bilimsel özgürlüğün çeşitliliğe yol açacağı ve 2) çeşitliliğin doğruya ulaşmayı ve bilginin ilerlemesini hızlandıracağı. Çeşitliliğin istenen etkiyi ortaya çıkarması bazı şartlara bağlı. Farklı yaklaşımlar benimseyen bilim adamlarının birbirlerinin ne yaptığından haberdar olması ve birbirlerini eleştirebilmesi ve eleştirilerden hareketle yaklaşımların değişebilmesi bu şartlardan bazıları. Aksi halde çeşitlilik doğruya ulaşma sonucunu değil yanlışlarda ısrar etme sonucunu da doğurabilir.

Bilimsel özgürlüğün zorunlu olarak çeşitliliğin artmasına yol açacağı da garanti değil. Amaç çeşitliliği sağlamaksa bilim adamlarını özgür bırakmak yerine bir merkezi otoritenin konuları ve yaklaşımları bilim adamlarına dağıtmasını sağlamak daha iyi bir yöntem olmaz mı? Prensipte mümkün olsa da Wilholt bilim adamlarının ne yaptığıyla ilgili yerel bilgileri toplamak ve buna göre bir dağılım yapmak devasa bir proje gerektireceği için pratikte bilim adamlarını özgür bırakmanın daha uygun bir yöntem olacağını söylüyor.

Ayrıca bilimsel araştırmanın bilginin ilerlemesiyle ilgili getirilerini olası götürüleriyle beraber düşünüp tartarak karar vermek gerekir. Götürü deyince araştırmanın hem mali bedelini hem de yarattığı fiziksel ve ahlaki riskleri kastediyoruz. Aşırı pahalı, tehlikeli veya vicdanları rahatsız edici olması araştırmanın epistemolojik getirisinin önüne geçebilir. Dünya dışı uygarlıkları saptamayla, nükleer silahlarla veya insan klonlamayla ilgili araştırmalar bunla ilgili akla gelebilecek örnekler. Tabii sırf bazı kesimleri rahatsız edebilir diye toplumsal politikaların belirlenmesinde önemli olacak bilgileri ortaya koyacak tür araştırmaların da engellenmemesi gerekir. Cinsler, sınıflar ve ırklar arasındaki yetenek farklarıyla ilgili araştırmalar bunla ilgili akla gelebilecek örnekler. Burada önemli olan getiri-götürü analizinin ve sonunda verilecek kararın dogmatik ve otoriter nitelikte olmaması, sağlam bilgilerden hareket eden geniş katılımlı rasyonel bir tartışmaya ve uzlaşmaya dayanması.

Wilholt’un ikinci argümanı politik bir argüman. Buna göre bir toplumdaki bireyler politik tercihlerini dünyanın nasıl olduğuyla ilgili inanışlarına dayanarak yaparlar. Politik tercihlerin amaca ulaşır nitelikte olması bu inanışların doğru olmasına bağlıdır. Bu inanışlar da genellikle doğrudan veya dolaylı olarak bilimsel araştırma bulgularından hareketle şekillenir. Dolayısıyla bilimsel araştırmanın politik güçlerin kontrolünden bağımsız olması gerekir. Aksi halde basının politik güçlerin kontrolünde olduğu duruma benzer şekilde demokratik süreç aksamaya uğrar.

İlk bakışta makul görünse de bu argümana hemen yöneltilebilecek bir itiraz var. O da bilimsel özgürlüğün demokrasiyi sınırlandırıyor oluşu. Zira bilimin özgür olup olmamasına demokratik süreç sonunda karar verilsin demek yerine bilimin özgür olması gerektiğini en baştan kabul ediyoruz ve toplumun bu konudaki tercih hakkını sınırlamış oluyoruz. Mesela çoğunluk bir tür araştırmanın yapılmamasını istese bile bu konuda çoğunluğun tercihine öncelik vermiyoruz. Bir anlamda bilimi özel korumaya almış oluyoruz. Bilimin bu tür bir özel koruma istemeye hakkı var mı?

Wilholt’a göre bu itiraz çok kısıtlı bir demokrasi anlayışına sahip olmaktan kaynaklanıyor. Demokrasi temelde çoğunluğun hakimiyetine değil aklın hakimiyetine dayanan bir sistemdir. Demokrasilerde bireylerin politik tercihlerini hayata geçirmesinden daha öncelikli olan bireylerin kendi değerlerine, ihtiyaçlarına ve çıkarlarına uygun politik tercihleri geliştirebilmeleridir. Yalanın ve yanlış bilgilerin hakim olduğu bir toplumda bireylerin politik tercihleri onların gerçek çıkarlarından kopuk olacağı için o tercihlerin hayata geçmesinin zaten bir anlamı olmayacaktır. Dolayısıyla doğru bilgilerin ortaya çıkarılması ve bunların serbestçe paylaşılabilmesi demokratik sistemin sağlıklı işleyebilmesinin bir ön şartıdır. Tercihleri sorgulanamaz olarak gören ve demokratik sistemi sadece bunların hayata geçirilmesinin yolu sayan anlayış çok kısıtlı bir anlayıştır. Tercihlerin doğru bilgilerden ve rasyonel tartışmadan hareketle sorgulanabilmesi ve ancak bundan sonra oluşturulması gerekir. Bu yüzden bilimsel özgürlük demokratik sistem için vazgeçilmezdir. Bilimsel özgürlüğü kısıtlamaya kalkan bir demokrasi kendi meşruiyetini zedeliyor demektir.


Politik argümana bir diğer olası itiraz bilimin ideolojik açıdan masum olmadığı, kurumsallaşmış bilimin doğrudan politik güçlerin kontrolünde olmasa da zaten egemen ideolojinin çıkarlarına hizmet ediyor olduğudur. Fakat bilim-ideoloji ilişkisi aslında başka bir tartışmanın konusudur. Politik argümanı savunanlar sırf bilimsel özgürlüğü sağlamakla bireylerin kendi çıkarlarını mükemmelen yansıtan politik tercihler yapmasının sağlanacağını zaten iddia etmezler. Önemli olan mesele bilim ideolojik açıdan tarafsız olmasa bile bilimin politik güçlerin kontrolünden bağımsız olmasının, bağımlı olduğu duruma kıyasla bir ilerleme sayılıp sayılamayacağıdır. Bu argümana göre bilim merkezi bir politik otoritenin kontrolünden bağımsız olursa ideolojik açıdan da çeşitlilik sağlanmış olur ve tek tek bilim adamlarının veya araştırma gruplarının ideolojik taraflılıkları genel bir ideolojik taraflılığa dönüşmemiş olur.

Buradaki gene bir varsayım yapıyoruz: Bilim özgür olduğunda yaklaşımlarda ve ideolojik taraflılıklarda da çeşitlilik olacaktır. Oysa bilim camiasının kendi içinde otoriter bir işleyiş varsa, bilimin politik kontrolden bağımsız olması bu otoritenin bilim adamlarına araştırma konularını ve yaklaşımlarını dayatması sonucunu getirebilir. Bu şekilde ortaya çıkacak taraflılığın politik güçlerin müdahalesiyle ortaya çıkacak taraflılıktan daha iyi sonuç vereceğinin garantisi yoktur. Bu yüzden bilimsel özgürlük için mücadele edenlerin bir yandan bilim camiasının kendi içinde demokratik bir şekilde işlemesini sağlamak için de mücadele etmesi gerekir.

Bilimsel özgürlüğü sadece bilim adamlarının istediği araştırmayı yapma hakkı olarak değil aynı zamanda başta da belirttiğimiz gibi bu araştırma için gerekli kaynakları toplumdan isteme hakkı olarak düşündüğümüzde bilimsel özgürlüğün de sınırları vardır. Toplum sınırlı kaynakları nasıl dağıtacağına demokratik süreç sonucunda karar verir ve elbette bütün kaynaklar bilimsel araştırma için kullanılamaz. Toplumdaki bireyler toplumun ilerlemesi için önemli gördükleri projelere öncelikli olarak kaynak aktarımı yapmayı tercih edebilirler. Var olan kaynakların bilimsel araştırma projelerine dağıtımının en iyi nasıl yapılacağı gene ayrı bir tartışmanın konusundur.

Sonuç olarak Wilholt’a göre bilimin özgür olduğunu savunmak bilimsel araştırmayla ilgili kamusal tartışmayı bitirici nitelik taşımaz. Tam tersine, bilimsel özgürlük prensibi tartışmaların başlangıç noktasıdır. Sınırlarıyla beraber bu prensip kabul edildiğinde bilim adamları, politikacılar, yatırımcılar, entelektüeller ve toplumun diğer kesimleri arasında daha makul bir diyalog mümkün olacaktır.
  
Wilholt, T. (2010). Scientific freedom: Its grounds and their limitations. Studies in History
and Philosophy of Science, 41, 174-181.

23.09.2010

Cezalı Diktatör Oyunu ve Kadın-Erkek Farkları

 
Cezalı Diktatör oyununda (third party punishment game) görülen işbirliği davranışında kadın-erkek farkları üzerine bir makale.

The influence of cooperative environment and gender on economic decisions in a third party punishment game

Emel Kromer and Hasan G. Bahçekapili

Abstract
The influence of social context on men's and women's cooperative behaviour was investigated in a third party punishment game. The results of the analyses showed that, in general, people significantly deviated from rational norms since their decisions were not fit to maximization of their economic benefits. Female participants’ behaviour was more cooperative in terms of first offer rates than male participants when they were dictators. On the other hand, male participants were more willing to pay money to punish unfair allocations and to reward fair offers when they played the role of third party. Taken together these results imply that explaining the behaviour of people in economic exchange situations require going beyond classical definitions of rationality based on profit maximization and embracing social considerations to account for the influence of the situation and for gender differences.

Keywords: Cooperation; gender differences; third party punishment game


Tam metne ulaşmak için:



İnsanlarda Özgeci İşbirliğinin Psikolojik ve Beyinsel Temelleri

  
Türk Psikoloji Yazıları, Haziran 2010, 13 (25), 29-38.

Şule Güney
Hasan G. Bahçekapılı, Doğuş Üniversitesi

Özet
İnsanlarda görülen işbirliği klasik evrimsel modeller açısından da, klasik ekonomik modeller açısından da açıklanması güç bir bilmece olarak karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda ekonomik oyunların deneysel prosedür olarak kullanıldığı çalışmalarda insanların akrabaları olmayan kişilerle, anonim ve tek seferlik etkileşimlerinde özgeci işbirliğine (altruistic cooperation) giriştikleri, yani kişisel çıkar peşinde koşma dürtüsüyle açıklanamayacak davranışlar sergiledikleri gösterilmiştir. Burada açıklanması gereken insana özgü olduğu düşünülen özgeci işbirliğini ortaya çıkaran psikolojik, beyinsel ve evrimsel mekanizmaların ne olduğudur. Özgeci işbirliğinin altında yatan iki önemli psikolojik mekanizmanın “adalet duygusu” (sense of fairness) ve “güven” (trust) olduğu düşünülmektedir. Adalet duygusunun incelenmesinde genellikle Ültimatom oyunu kullanılmaktadır. Ültimatom oyunundaki davranışsal bulgulara bakıldığında insanların adil davranışları ödüllendirdiği ve adil olmayan davranışları cezalandırdığı görülürken, beyinsel düzeydeki bulgular insanların bu tür ödüllendirmeden ve cezalandırmadan haz aldığını göstermektedir. Güven duygusunun incelendiği ekonomik oyun ise Güven oyunudur. Sosyal yakınlaşmayı arttıran bir nöropeptidin kullanılmasıyla güvenme davranışının artması ve insanların güvenlerini suistimal edenlerin cezalandırılmasından haz aldığının görülmesi ise Güven oyununun oynatıldığı durumlarda elde edilen beyinsel bulgulardır. Bu bulgular insanların ekonomik işbirliği içeren ortamlarda ekonomik tercihler yanında sosyal tercihleri de göz önüne aldıkları ve bu davranışlarının arkasında adalet duygusu ve güven duygusu diyebileceğimiz özel psikolojik mekanizmalar olduğu fikrini destekler niteliktedir. Literatürde özgeci işbirliğini ortaya çıkaran evrimsel mekanizmanın ne olduğu konusunda grup seçilimi ve bireysel seçilim savunucuları arasındaki tartışmalar sürmektedir.



Anahtar kelimeler: Özgeci işbirliği, adalet duygusu, güven duygusu, Ültimatom oyunu, Güven oyunu, nöroekonomi, evrim kuramı

Abstract
Cooperation in humans is a puzzle from the perspective of classical economic and evolutionary models. In recent years, laboratory experiments using economic games have revealed that humans show altruistic cooperation towards non-kin in anonymous one-shot encounters. What needs to be explained are the psychological, neural and evolutionary mechanisms that give rise to altruistic cooperation that is thought to be uniquely human. Two psychological mechanisms proposed to explain altruistic behaviour are sense of fairness and trust. Sense of fairness is usually investigated by using the Ultimatum game. Behavioural findings in the Ultimatum game show that humans reward behaviours that conform to fairness norms and that they punish behaviours that violate fairness norms, even when it is not in their self-interest to do so. Activation of reward centres in the brain during such behaviour suggests that they get pleasure from doing so. Trust is investigated by using the Trust game. Behavioural findings in the Trust game show that humans make generous offers at first and they punish their partner if their trust is violated. At the neural level, it has been shown that administration of a neuropeptide that promotes social attachment increases trusting behaviour and that punishing violations of trust activates reward centres in the brain. These findings suggest that in economic exchange situations, humans take into account social, as well as economic, preferences, and that such behaviour is underpinned by special psychological mechanisms. Debate continues between proponents of individual selection and group selection as to how best to explain the evolutionary basis of altruistic cooperation.

Key words: Altruistic cooperation, sense of fairness, trust, Ultimatum game, Trust game, neuroeconomics, evolutionary theory

Oyuncaklar, Hormonlar ve Cinsiyet Farkları

 
Darwin’in cinsel seçilim teorisinden hareketle eş bulma rekabeti ve eş seçimi kriterlerinin farklılığı yüzünden kadın ve erkek davranışının farklılaşmasını bekleyebiliriz (Geary, 2010). Fakat evrimsel açıklamaları doğrudan test etmek çoğu zaman zor. Davranışta cinsiyet farklarının evrimsel (distal) sebebi ne olursa olsun bunların daha doğrudan incelenebilecek fizyolojik (proximal) temelleri olmalı. Melissa Hines’ın Trends in Cognitive Sciences dergisinin Ekim 2010 sayısında çıkan makalesi bu temellerle ilgili son araştırmaların bir özetini sunuyor.

Hines makalede özellikle kız ve erkeklerin doğum öncesinde maruz kaldıkları testosteron düzeyi üzerinde duruyor. Testosteron vücudu şekillendiren ana erkeklik hormonu. En fazla testisler tarafından salgılanıyor. Fakat böbreküstü bezi ve yumurtalıklar tarafından da bir miktar salgılandığından kadınları da etkiliyor. Diğer hormonlar gibi testosteron da uygun reseptörlerin olduğu her vücut bölgesini etkiliyor. Buna elbette beyin de dahil.

Kadın ve erkek davranışı arasında birçok fark olduğunu biliyoruz. Bu farkların ortaya çıkmasında gelişim sırasındaki sosyal etkilerin önemli bir rol oynadığını da biliyoruz (Bussey & Bandura, 1999). Acaba bu farklarda doğumdan ve dolayısıyla sosyalleşmenin başlamasından önce maruz kalınan testosteron da rol oynuyor olabilir mi? Özellikle de geleneksel olarak ancak sosyalleşmeyle açıklanabileceği düşünülen oyun tarzı ve oyuncak tercihi farkları üzerinde?

Birkaç farklı tür araştırmadan gelen veriler cevabın muhtemelen evet olduğunu gösteriyor. Birincisi doğuştan gelen androjen fazlalığı (congenital adrenal hyperplasia, CAH) denen genetik bozukluğa sahip kızlar üzerinde yapılan araştırmalar. Bu bozukluk doğum öncesinden itibaren böbreküstü bezinden aşırı testosteron salgılanması yüzünden kızlarda cinsel organlarda erkeksileşmeye yol açıyor. Aynı zamanda bu kızlar daha erkeksi davranışlar sergiliyorlar. Mesela daha fazla vurdulu kırdılı oyun oynuyorlar. Ve normal kızlara göre kız oyuncaklarıyla (bebekler, makyaj malzemeleri, vs.) oynama süreleri azalırken erkek oyuncaklarıyla (arabalar, silahlar, vs.) oynama süreleri artıyor (Pasterski ve ark., 2005).

           

Bu farklar doğrudan testosteronun etkisinden değil de sosyal etkilerden kaynaklanıyor olamaz mı? CAH’lı kızlar erkeksi bir görünüme sahip oluyorlar. Sırf bu yüzden anne-babaları tarafından farklı muameleye maruz kalıyorlar, mesela erkeksi davranış göstermeleri daha fazla hoş görülüyor olabilir mi? Son araştırmalar durumun bunun tam tersi olduğunu gösteriyor: CAH’lı kızlar anne-babaları tarafından tipik kız davranışları göstermeye normal kızlara göre daha da fazla teşvik ediliyorlar (Pasterski ve ark., 2005).

İkinci tür araştırma normal düzeydeki doğum öncesi hormonların etkisine bakanlar. Hamilelik sırasında normal gelişen fetüslerin amniyotik sıvısındaki testosteron yoğunluğunun yüksek olması daha sonra çocukluk yıllarında kızların oyun tarzının daha erkeksi olmasına yol açabiliyor (Hines ve ark., 2002). Bu kızların cinsel organları görünüş olarak normal olduğu için ve anne-babalar çocuklarındaki testosteron düzeyini bilmedikleri için bu davranış farklılığını sosyal etki farklılığıyla açıklamak mümkün görünmüyor.

Gene de insan gelişimi söz konusu olduğunda sosyal etkileri tamamen dışarıda bırakmak çok zor. Bu yüzden üçüncü tür araştırma diğer primatlarda benzer farkların varolup olmadığına bakıyor. Alexander ve Hines’ın (2002) bulgularına göre erkek Afrika yeşil maymunları (vervet monkey) dişilerle karşılaştırıldığında erkek oyuncaklarını daha çok tercih ederken kız oyuncaklarını daha az tercih ediyorlar.


            

Testosteronun oyuncak tercihi üzerindeki etkisi giderek daha tartışmasız hale gelse de hormonların davranışı doğrudan etkilemediğini biliyoruz. Hormonlar beyni uyarır, beyin de davranışı üretir. Testosteron hangi beyinsel ve psikolojik mekanizmayla oyuncak tercihini etkiliyor olabilir? İlk akla gelebilecek psikolojik sebeplerden biri şekil ve renk tercihi farklılıkları. Erkek oyuncakları genellikle köşeli ve mavi olurken kız oyuncakları yuvarlak ve pembe oluyor. Fakat Hines’ın henüz baskıda olan bir başka araştırmasında 12-24 aylık çocukların bakma tercihinde standart farkı bulunurken (erkekler erkek oyuncaklarına, kızlar kız oyuncaklarına daha çok bakıyorlar) oyuncakların rengine ve şekline bağlı bir tercih farkı bulunmamış. Öyle görünüyor ki oyuncak tercihlerindeki fark renk tercihlerindeki farktan önce ortaya çıkıyor. Bir başka ihtimal erkek çocukların hareket ettirilebilen oyuncaklardan hoşlanıyor olması. Bu da doğum öncesi testosteronun beyindeki görme sisteminin gelişimini özel bir şekilde etkilemesinden kaynaklanıyor olabilir (Alexander, 2003; Amunts ve ark., 2007).

Oyuncak tercihi konusu ilk bakışta tamamen sosyal bilimlerin alanına giren bir konu olarak görülebilir. Fakat evrimsel, genetik, hormonal, beyinsel ve bilişsel temelleri olması nedeniyle aslında bütün davranış bilimcilerin ilgisini çeken bir konu. Bu yüzden de hem sosyal bilimlerde hem de biyolojik bilimlerde yetkin olan davranış bilimcilere ihtiyaç duyan bir konu. Bu iki bilim alanının politik kaygılarla birbirinden ayrı tutulmasına karşı çıkanlar çoğaldığında bilimsel ilerleme de şüphesiz daha hızlı olacaktır.

Kaynaklar

Alexander, G. M. (2003). An evolutionary perspective of sex-typed toy preferences: Pink, blue, and the brain. Archives of Sexual Behavior, 32, 7-14.


Alexander, G. M., & Hines, M. (2002). Sex differences in response to children’s toys in nonhuman primates (Cercopithecus aethiops sabaeus). Evolution and Human Behavior, 23, 467-479.


Amunts, K., ve ark. (2007). Gender-specific left-right asymmetries in human visual cortex. The Journal of Neuroscience, 27, 1356-1364.


Bussey, K., & Bandura, A. (1999). Social cognitive theory of gender development and differentiation. Psychological Review, 106, 676-713.


Geary, D. C. (2010). Male, female: The evolution of human sex differences. Washington, DC: APA Press.


Hines, M. (2010). Sex-related variation in human behavior and the brain. Trends in Cognitive Sciences, 14, 448-456.


Hines, M., Golombok, S., Rust, J., Johnston, K. J., Golding, J., the ALSPAC study team (2002). Testosterone during pregnancy and gender role behavior of children: A longitudinal population study. Child Development, 73, 1678-1687.


Pasterski, V. L., Geffner, M., Brain, C., Hindmarsh, P., Brook, C., & Hines, M. (2005). Prenatal hormones versus postnatal socialization by parents as determinants of male-typical toy play in girls with congenital adrenal hyperplasia. Child Development, 76, 264-278.

18.08.2010

Türkiye’de Üniversite Öğrencilerinin Evrim Teorisini Anlama ve Kabul Etme Düzeyi

 
Evrim sürecini anlama ve kabul etme arasındaki ilişki, bu konuya ilgi duyan insanlar arasında ister istemez bir merak duygusu uyandırıyor. Bitirme tezi aşamasına gelmeden önce de evrimsel konular hakkında konuştuğumuz tartışma grubunda geçen “acaba Türkiye’de durum nasıl?” sorusu beni bu araştırmayı yapmaya yönlendirdi. Hocam Hasan Bahçekapılı’nın yönlendirmesiyle ve literatür araştırması sonucunda evrim teorisini anlamaya ve kabul etmeye etki edecek değişkenleri saptamaya giriştim.

Önceden yapılan bazı araştırmalar evrimi anlama ve kabul etme arasında anlamlı bir ilişki bulmamıştır (örneğin Lombrozo ve ark., 2008). Bununla birlikte başka etkenlerin kabul etme açısından önemli olduğu bulunmuştur. Bunların arasında yaş, cinsiyet, biyoloji ve evrim bilgisi, kişinin anne babasının eğitim düzeyi, dini ve politik görüş, bilimin doğasını anlamış olma gibi etkenler bulunmaktadır (Lombrozo, 2008; Miller ve ark., 2006; Apaydın ve Sürmeli, 2009).

Bu tez çalışması Türkiye’deki üniversite öğrencilerinin evrimi anlama ve kabul etme düzeyine bakmayı hedeflemekle beraber önceki araştırmalardan yola çıkarak evrimi kabul etmeyi etkileyen diğer faktörler ile bu düzey arasındaki ilişkiye de bakmayı amaçlamıştır.

Araştırmanın prosedürü, önceki çalışmalarda kullanılan ölçeklerden seçilerek hazırlanmıştır. Demografik veriler ile beraber 5 ölçek (Lombrozo, 2008; Stanovich, 2008) ve 1 envanter (Anderson et al, 2002) kullanılarak anket şeklinde öğrencilere dağıtılmıştır. Katılımcılar 1. ve 2. sınıf Psikoloji öğrencilerinden seçilmiştir. Demografik soru formu; yaş, cinsiyet, en uzun yaşanan şehir, ebeveynlerin eğitim düzeyi, politik görüş, biyoloji eğitimi alıp almadıkları ve biyoloji eğitimi aldılarsa bu eğitim sırasında evrim hakkında eğitim alıp almadıklarının sorulduğu bağımsız değişkenlerden oluşmaktadır. Kullanılan ölçekler; evrimi kabul etme, bilime karşı tutum, bilimin doğasını anlama, dindarlık ve rasyonalite ölçekleridir. Ölçekler, ‘kesinlikle katılmıyorum’dan ‘kesinlikle katılıyorum’a, 5 noktalı Likert tipi olarak kullanılmıştır. 

Doğal seçilim evrimin en kritik süreci olmakla beraber bu kavramın hemen kavranması kolay değildir. Biyoloji bilgisine güvenen birçok kişi bile doğal seçilim sürecini anlamada zorluk çekebilir. 1. ve 2. sınıf Psikoloji öğrencilerini seçerken çalışacağımız grubun çoğunun biyoloji eğitimi almış olduklarını öngördük. Asıl ilgilendiğimiz soru şuydu: Öğrencilerin evrimi, özel olarak da doğal seçilim sürecini, kabul edip etmemeleri anlama düzeylerine bağlı mı?  Bu amaçla öncelikle katılımcılara Doğal Seçilim Kavramları Envanteri’ni verdik. Bu envanter Anderson ve ark. (2002) tarafından öğrencilerin doğal seçilim sürecini anlayıp anlamadıklarını saptamak amacıyla hazırlanmıştır. Envanterin hakkında bilgi için:


Bulgular, önceki araştırmalarda olduğu gibi, evrimi anlama ve kabul etme arasında anlamlı bir korelasyon olmadığını gösterdi. Yani bulduğumuz sonuca göre doğal seçilim sürecini anlıyor ya da anlamıyor olmak evrim teorisine olan tutumumuzu etkilemiyor. Ancak envantere verilen cevapları incelediğimizde puanların ve dolayısıyla varyasyonun çok düşük olduğunu gördük. Varyasyonun düşük olması da böyle bir sonuç elde etmemizin bir sebebi olabilir. Bu yüzden belki de asıl çıkarılması gereken sonuç evrimi kabul edenlerin de etmeyenlerin de doğal seçilimi anlama düzeyinin çok düşük olduğu. 

Demografik veriler ile evrimi kabul etme arasındaki ilişkiye baktığımızda, yaş, cinsiyet, en uzun yaşanan şehir (İstanbul ve İstanbul dışı), biyoloji eğitimi ve evrim bilgisi ile kabul etme arasında anlamlı bir ilişki olmadığını gördük. Anne-baba eğitim düzeyine baktığımızda (lise öncesi eğitim, lise eğitimi ve lise üstü eğitim) çıkan sonuçlar kabul etme ile anlamlı bir ilişki göstermiştir. Yani anne-baba eğitimi arttıkça, öğrencilerin evrim teorisine olan olumlu tutumları da artmaktadır. Politik görüşün kabul etme ile olan ilişkisi de anlamlıdır: Sol görüşe eğilimi olan öğrencilerin evrim teorisine karşı daha olumlu tutumları olduğu görülmüştür.

Kullandığımız ölçeklerin kabul etme ile olan ilişkisine baktığımızda, Lombrozo ve arkadaşlarının 2008 araştırmasından farklı olarak, bilimin doğasını anlama ile evrimi kabul etme arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Ayrıca bilimin doğasını anlama ölçeği ile doğal seçilim kavramları envanterinin sonuçları yine anlamlı bir ilişki göstermemiştir.
İstatistiksel analiz, bilime karşı tutum ölçeğiyle kabul etme arasında anlamlı bir ilişki göstermiştir: Beklenebileceği gibi bilime karşı olumlu tutuma sahip katılımcıların evrimi kabul düzeyleri de daha yüksekti. Önceki çalışmalarda olduğu gibi, dindarlıkla evrimi kabul etmenin negatif korelasyon göstereceğini bekliyorduk. Çıkan sonuçlar da bu öngörüyü desteklemekle kalmamış, oldukça yüksek bir korelasyon oranı göstermiştir. Dindarlığın doğal seçilim sürecini anlama ile olan ilişkisine baktığımızda anlamlı bir ilişki bulamadık. Bunu gene anlama düzeyini ölçen envanter puanlarının çok düşük olmasına bağlayabiliriz. Rasyonalite ölçeğini, rasyonel düşünme eğilimi ile kabul etme arasında bir ilişki olup olmadığını anlamak amacı ile araştırmaya dâhil etmiştik. Ancak rasyonalite ölçeği ile evrimi kabul etme ölçeğini karşılaştırdığımızda anlamlı bir ilişki olmadığını gördük.

Elde ettiğimiz sonuçlar doğrultusunda, evrim sürecini anlıyor ya da anlamıyor olmanın evrimi kabul etme ile bir ilişkisi olmadığını söyleyebiliriz. Nitelikli ebeveyn eğitimi, bilime karşı tutumumuzun olumlu olması ve politik olarak sol görüşe yakın olmak evrimi kabul etmeyi ne kadar olumlu yönde etkiliyorsa dindarlık da o kadar olumsuz yönde etkiliyor diyebiliriz.

Bu araştırma sürecinde elde ettiğim deneyime dayanarak söyleyebilirim ki, Türkiye’de evrimi anlama ve kabul etme ile ilgili yapılan araştırmalar literatürüne ufak bir katkıda bulunduk çünkü Türkiye’de bu başlık altında yapılmış çok az araştırma mevcuttur ve bu araştırma, bu konuya ilgisi olan üniversite öğrencilerine yol gösterebilecek niteliktedir. Ayrıca tez çalışmamız diğer ülkelerden toplanan veriler ile zenginleştirilebilir, kültürler arası benzerlikler ve farklılıklar incelenebilir.

Efsun Annaç

Kaynaklar

Anderson, D.L., Fisher, K.M., & Norman, G.J. (2002). Development and evaluation of the conceptual      
            inventory of natural selection. Journal of Research in Science Teaching, 39, 952-978.
Apaydın, Z., & Sürmeli, H. (2009). Üniversite öğrencilerinin evrim teorisine yönelik tutumları. İlköğretim                   Online, 8, 820-842.
Bloom, P., & Weisberg, D.S. (2007). Childhood origins of adult resistance to science. Science, 316, 996.
Lombrozo, T., Thanukos, A.,& Weisberg, M. (2008). The importance of understanding the nature of science for accepting evolution. Evolution: Education and Outreach, 1, 290-298.
Miller, J.D., Scott, E.C., & Okatomo, S. (2006). Public acceptance of evolution. Science, 313 (5788), 765–766.
Stanovich, K. E. (2008). Higher-order preferences and the Master Rationality Motive. Thinking & Reasoning, 14, 111-127.

1.07.2010

Güvercinler İnsanlardan Daha mı Zeki?

 
Bu sorunun sorulmasına vesile olan ilginç bir araştırma (“Are birds smarter than mathematicians?”) birkaç ay önce Journal of Comparative Psychology’de yayınlandı:


Hayvanların belirsizlik içeren bazı özel problemlerde insanlardan daha rasyonel (olası kazancı maksimize eden) tercihler yaptığı biliniyor (Arkes & Ayton, 1999). Bu durumun sebebi olarak genellikle insanların problemin gerektirdiğinden daha karmaşık düşünmeleri, özel olarak da konuyla ilgili eski bilgilerini ve sosyal bağlamı gereksiz bir şekilde problemin çözümünde kullanmaya çalışmaları gösteriliyor (Stanovich, 2004). Dolayısıyla hayvanlar insanlardan daha zeki oldukları için değil, paradoksal bir şekilde daha az zeki oldukları için bu tür özel problemlerde insanlardan daha rasyonel davranabiliyorlar.

Herbranson ve Schroeder (2010) insan zekasını yeniden tartışmaya açan araştırmalarında güvercinlerin Monty Hall probleminde insanlara kıyasla nasıl bir performans göstereceğini bulmayı amaçlamışlar. Monty Hall problemi (içinde matematikçilerin de bulunduğu) birçok kişi tarafından kolayca çözülemeyen ve insanların kendilerine doğru çözüm gösterildikten sonra bile yanlış çözümde ısrar ettikleri bir olasılık problemi. (Monty Hall problemini hatırlamak isteyenler bu blogda daha önce yayınladığımız Kargalar, Keçiler ve Taksiler yazımıza bakabilirler.)

Araştırmadaki ilk deneyin prosedürü orijinal Monty Hall’un düzeneğine benzetilmeye çalışılmış. Orijinal Monty Hall’da bir yarışma ortamı, sunucunun stratejisi hakkında akıl yürütme imkanı ve soruya tek seferde cevap verebilme hakkı vardır. Burada ise düzenek güvercinlerin yapabileceği hale gelecek şekilde biraz değiştirilmiş. Deneyde 6 güvercin var ve deney klasik bir Skinner kutusunda geçiyor. Güvercinlerin önünde yemeği bulmak için gagalayabilecekleri 3 tane tuş var. Deney başladığında bu tuşlardan bir tanesi bir bilgisayar programı tarafından rastgele seçiliyor ve bu seçilen tuş gagalandığında ödül verecek olan tuş oluyor. İlk önce bu 3 tuş beyaz ışıkla ışıklandırılmış durumda. Güvercin bu 3 tuştan herhangi birini gagaladığında ışıklar bir süreliğine sönüyor ve bu sürede bilgisayar ödülün olmadığı tuşu (eğer güvercinin ilk gagaladığı tuşta ödül varsa kalan 2 tuştan herhangi birini) pasif hale getiriyor. Yani güvercin bu tuşu ne kadar gagalarsa gagalasın, bu tuş hiçbir şekilde tepki vermeyecek şekilde ayarlanıyor. Bu durum orijinal Monty Hall’da sunucunun ödül olmayan (arkasında keçi bulunan) herhangi bir kapıyı açmasına denk geliyor. Kalan 2 tuş (güvercinin ilk gagaladığı tuş ve diğer tuş) yeşil ışıkla ışıklandırılıyor. Buradan sonra güvercin ödülün bulunduğu tuşu gagalarsa ödül, yani yem veriliyor; diğer tuşu gagalarsa hiçbir şey verilmiyor. Bu prosedürde aslında bakılan şey şu: Güvercin kalan 2 tuştan birini gagalaması gerektiğinde yine ilk gagaladığını mı yoksa diğer tuşu mu seçecek? Yani bakılan şeyin orijinal Monty Hall’daki karşılığı, sunucu arkasında arabanın olmadığı kapıyı açtıktan sonra yarışmacının ilk seçtiği kapıda ısrar etmesi ya da diğer kapıya geçmeyi tercih etmesi durumu. Monty Hall’da olduğu gibi burada da optimal strateji ilk seçilende ısrar etmemek, tercih değiştirmek.


Veriler güvercinlerin 1. ve 30. günlerdeki denemelerin ortalama yüzde kaçında diğer tuşa geçtiklerine bakılarak inceleniyor. 1. gün 10 denemeyle başlıyor ve her geçen gün deneme sayısı arttırılarak 30. gün bu sayı 100’e ulaşıyor. Sonuçlar 1. gün güvercinlerin toplam denemelerin yaklaşık yüzde 36’sında diğer tuşu seçtiklerini (ki yüzde 50 gibi bir sonuç elde edilmediği için bu, güvercinlerin rastgele bir tuşu seçmedikleri anlamına geliyor), 30. gün denemelerinin ise yaklaşık yüzde 96’sında diğer tuşa geçtiklerini gösteriyor. Yani güvercinlerin 1 ay sonunda optimal stratejiye rahatlıkla ulaştığını görüyoruz.


İlk deneyde hayvanlar her bir tuşu gagaladıklarında ne sıklıkla ödül aldıklarını deneme-yanılma yöntemi ile görüyorlar ve bu yüzden de zaman içinde diğer tuşu seçmenin daha fazla ödül kazandırdığını öğrendikleri için sürekli diğer tuşu seçmeye başlıyorlar. Bu durum “30 gün boyunca devam eden deney sonucunda en avantajlı stratejinin hangisi olduğunu öğrenmek pek de zor olmasa gerek” fikrini akla getirebilir. Klasik Monty Hall probleminde insanların doğru tercih yapıp yapamadıklarını göstermek için tek bir hakkı bulunuyor. 30 gün boyunca tercih yapıp ne tür tercihlerin ne oranda kazanmaya yol açtığını görseler insanlar da optimal stratejiye ulaşamazlar mı?

Araştırmacıların bu soruya cevap vermek amacıyla yaptıkları bir diğer deney şaşırtıcı bir şekilde cevabın “hayır” olduğunu gösteriyor. Güvercinlerin test edildiği düzeneğin hemen hemen aynısıyla sınanan üniversite öğrencilerinin, 200 denemenin ardından bile stratejilerinde pek bir değişim/gelişim olmadığı görülüyor. Öğrencilerin ilk denemelerin yaklaşık yüzde 57’sinde, son denemelerin ise yüzde 66’sında diğer tuşu seçtiklerini görüyoruz.


Bu durumun açıklaması ne olabilir? İnsanlar güvercinlerden çok daha yavaş öğrendikleri için mi son denemelerde hala ancak yüzde 66 oranında diğer tuşu seçiyorlar? Burada bakılması gereken şey sadece optimal stratejiye ulaşılıp ulaşılmadığı değil, ilerleyen zaman içinde optimal olan stratejiyi bulmada gösterilen gelişim. Güvercinler optimal olmayan bir stratejiyle başlıyorlar ve sonuncu gün neredeyse denemelerin tamamında optimal stratejiyi kullanıyorlar. Yani önemli olan nokta 30 gün boyunca en iyi stratejiye doğru giden değişimleri ve en sonunda optimal olanda karar kılmış olmaları. İnsanlar ise ilk denemelerde seçimlerini iki seçenek arasında şans düzeyinden (istatistiksel anlamda) farksız olarak yapıyorlar ama yine de optimal olan stratejiye daha yakınlar (denemelerin yüzde 57’sinde diğerine geçmeyi seçiyorlar). Fakat en son denemelere baktığımızda katılımcıların seçimlerinin, ilk denemelerindekilerden çok da farklı olmadığını görüyoruz. İlk denemelerin yüzde 57’sinde, son denemelerin ise sadece yüzde 66’sında optimal stratejiyi kullanıyorlar ve bu iki değer arasında istatistiksel anlamda bir fark yok. Yani toplamda 200 deneme boyunca stratejilerini geliştirme ve değiştirme anlamında kat ettikleri yol, güvercinlerinkinden çok daha az.

Bu sonuçlar bize güvercinlerin insanlardan daha zeki olduğunu mu gösteriyor? Hayır. Araştırma güvercinlerin özel olarak bu problemde optimal stratejiyi insanlardan daha kolay bulduğunu gösteriyor. Fakat bu durum güvercinlerin insanlardan daha zeki olmasından kaynaklanmıyor. En makul açıklama, başta da söylediğimiz gibi, insanların bu tür yapay problemlerle karşılaştıklarında hemen eski bilgilerini, uygun olup olmadığına bakmadan, kalıp olarak yeni probleme taşımaları. Klasik Monty Hall’da iki tercihin olasılığının da yüzde 50 olması gerektiğinde ısrar etme, eski bilgilerin ve başka ortamlarda işe yarayan stratejilerin uygun olmadığı halde yeni ortama taşınmasının bir örneği. Güvercinler ise böyle bir problemi çözerken sadece deney sırasında deneme-yanılma sonucu elde ettikleri deneyimlerine başvuruyorlar ve deneyimlerinden öğrendikleri kadarıyla kazancı maksimize eden stratejiye bağlı kalıyorlar. Kısacası güvercinlerin başarısının sebebi problemin üzerinde gereğinden fazla “düşünmüyor” oluşları.

Bu yorum başka araştırma bulguları tarafından da destekleniyor. Mesela yetişkin insanlar olasılık problemlerinde daha önceden öğrendikleri soyut analizleri uygulamaya çalıştıkları için başarısız oluyorlarsa, formel matematik eğitimi almamış çocukların tıpkı güvercinler gibi bu tür problemlerde yetişkinlerden daha başarılı olmaları beklenebilir. Nitekim 8. sınıf öğrencilerinden üniversite öğrencilerine kadar uzanan yaş aralığına bakan bir araştırma, yaş küçüldükçe öğrencilerin Monty Hall’da optimal stratejiye daha çok yaklaştığını, diğer seçeneği seçmenin en avantajlı strateji olduğunu daha kolay fark ettiğini gösteriyor (DeNeys, 2006). Bir başka araştırma da dil yeteneğinden ve soyut düşünmeden sorumlu olduğu düşünülen sol beyin yarımküresi hasar görmüş insanların olasılık problemlerinde, sağlıklı insanlarla karşılaştırıldığında, daha yüksek oranda kazançlarını maksimize eden stratejiyi benimsediğini ortaya koyuyor (Wolford, Miller & Gazzaniga, 2000).

Bütün bu bulgular soyut düşünme yeteneğinin, yani deneyimin yanında eski bilgileri de hesaba katma yeteneğinin bazı durumlarda optimal çözüme ulaşmayı sağlamak yerine tam tersine bunu zorlaştırdığını gösteriyor. Fakat yetişkin, eğitimli ve beyni normal çalışan insanlar olarak soyut düşünmekten vazgeçmemiz elbette mümkün değil. Bu durumda yapılabilecek tek şey kendi kendimizi eğitmeye devam ederek daha iyi soyut düşünmeyi öğrenmek.

Kaynaklar

Arkes, H. R., & Ayton, P. (1999). The sunk cost and Concorde effects: Are humans less rational than lower animals? Psychological Bulletin, 125, 591–600.

DeNeys, W. (2006). Developmental trends in decision making: The case of the Monty Hall dilemma. In J. A. Ellsworth (Ed.), Psychology of decision making in education. Haupauge, NY: Nova Science Publishers.

Herbranson, W. T., & Schroeder, J. (2010). Are birds smarter than mathematicians? Pigeons (Columba livia) perform optimally on a version of the Monty Hall dilemma. Journal of Comparative Psychology, 124, 1-13.

Stanovich, K. E. (2004). The robot’s rebellion. Finding meaning in the age of Darwin. Chicago: The University of Chicago Press.

Wolford, G.L., Miller, M.B., & Gazzaniga, M.S. (2000). The left hemisphere’s role in hypothesis formation. Journal of Neuroscience, 20 (RC64), 1–4.