Bu yazı Bilim ve Ütopya dergisinin Ağustos 2016 tarihli "İnsan Sosyalliğinin Evrimi" temalı sayısında Onurcan Yılmaz imzasıyla yayınlandı.
Ahlak yüzyıllar boyunca
felsefeciler tarafından derinlemesine tartışılıp incelenen bir kavram olmasına
rağmen, günümüzde evrimsel yaklaşımların gelişmesiyle ampirik düzeyde açıklanabilir
bir hale bürünmüştür. Bu yazıda özel olarak ahlakın ve genel olarak insan
sosyalliğinin evrimsel sürecin bir ürünü olduğunu savunacağım.
Evrimsel süreci daha iyi anlayabilmek adına doğal seçilimin
nasıl bir mekanizmaya sahip olduğunu kısaca hatırlatmakta fayda görüyorum.
Doğal seçilimin temel mekanizmasına göre çevresel şartlara en iyi uyum gösteren
canlı daha çok ürer ve genlerini bir sonraki nesillere daha çok aktarır. Daha
az uyum gösteren bireyler ise genlerini daha az bir sonraki nesillere
aktarırken kendilerinde olan bir takım özelliklerin de sonraki nesillerde
görülme ihtimali azalış gösterir. Örneğin ağaçların çok yüksek olduğu bir yerde
popülasyonda bulunan uzun boyunlu zürafalar daha çok besin bulup potansiyel
olarak daha çok eş bulma durumuna sahipken, böylesi bir ortamda kısa boylu
zürafaların besine ulaşımı kısıtlanacağından bizler belli bir nesil sonra
zürafaları uzun boyunlu olarak görürüz. Çünkü popülasyondaki uzun boylu olmayan
zürafalar doğal seçilim mekanizması tarafından bir ayıklanmaya uğramıştır.[1] Fakat
tersi bir durumu düşünüp otların daha alçakta olduğunu varsaysaydık ve uzun
boylu zürafaların da eğilmekte zorluk çekeceğini bekleseydik, doğal seçilim bu
defa uzun boylu zürafaları popülasyondan eleyebilirdi. Bu mantıktan düşünürsek,
doğal seçilim adaptif olmayan belli başlı karakter özelliklerini de seçilime
uğratıp popülasyonda bu özelliklerin azalmasına yol açabilir. İşte ahlak
dediğimiz mekanizma da insan hayatında adaptif bir takım sonuçlar doğurduğundan
muhtemelen bir sonraki nesillere aktarıldı ve insan türünün doğuştan
“potansiyel” olarak sahip olduğu bir zihinsel mekanizmaya dönüştü. Bu sayının M. Tomasello tarafından yazılan ilk yazısında ahlakın nasıl bir evrimsel sürece
dayandığı ve insan dâhil tüm primatlarda işbirliğini nasıl körüklediği açık bir
şekilde anlatıldığından bu yazıda ahlakın nasıl evrimleştiğinden ziyade,
ahlakın içeriğine eğilip bu özelliklerin nasıl bir evrimsel mekanizmaya sahip
olduğunu inceleyeceğim. Bunu yaparken de günümüzde çok popüler bir kuram olan
Ahlaki Temeller Kuramı (Moral Foundations
Theory, Haidt, 2007) kullanılacaktır. Fakat bundan önce ahlakın ne olduğuna
dair kısaca bir kaç laf etmek gerekiyor.
Ahlak
nedir?
Ahlak felsefe literatüründe genel olarak üç ana başlık
altında incelenmektedir. Bunlardan ilki uygulamalı etik alanıdır. Bu alan ahlaki
ilkelerin pratik hayata uygulanma şekillerini inceler ve ötanazi, kürtaj gibi
meseleler bu alanın çalışma alanlarındandır. Ahlakın ikinci alt alanını ise
meta-etik oluşturmaktadır. Bu alan bazı ahlak felsefecileri tarafından ahlakın
temeli olarak görülmektedir. Bu alan ahlaki ilkelerin ve iddiaların kökeniyle
ilgilenmekte ve en temelde nesnel ve öznel ahlak olarak ikiye ayrılmaktadır[2].
Son etik alanı ise normatif etiktir. Bu etik de aslında tıpkı meta-etik gibi çoğu
ahlak felsefecisi tarafından ahlakın temeli olarak görülür ve ahlaki olarak
nelerin doğru ya da yanlış veyahut neleri yapmanın zorunlu ya da izin
verilebilir olup olmadığıyla ilgilenir. Söz gelimi, çok bilinen faydacı (utilitarianism) ahlak ya da Kant’la özdeşleşmiş
ödev etiği (deontology) normatif
etiğin alt dallarından bazılarıdır. Daha spesifik bir örnek vermek gerekirse;
bir trenin son sürat yolunda gittiğini varsayın. Eğer birisi trenin yolunu
değiştirmezse tren sağ şeritte bulunan beş kişiyi ezip öldürecektir. Ancak
sizin elinizde bir tuş var ve eğer siz bu tuşa basarsanız tren yönünü
değiştirecek ve sol şeritte olan bir kişiyi öldürecektir. Böylece eğer tuşa
basarsanız beş kişiyi kurtarmak için bir kişinin hayatını feda etmiş
olacaksınızdır. Faydacı ahlak, tuşa basma davranışını çoğunluğun iyiliğine
olduğundan (bir kişi yerine beş kişinin hayatını kurtaracağından) ahlaki olarak
uygun ve yapılması zorunlu bir davranış olarak görecektir. Ödev etiği ise insanın
belli ödevleri olduğundan ve insan öldürmenin hangi şartta olursa olsun ahlaki
olarak yanlış olduğundan bahsedecek ve muhtemelen tuşa basma davranışını ahlaki
olarak yanlış görecektir. Çok bilinen Altın Kural da normatif etiğin
örneklerinden biridir. Bu kural basit bir ilke üzerine ahlakı kurmaktadır:
“Sana nasıl davranılmasını istiyorsan sen de insanlara öyle davran”.
Dolayısıyla isminin de çağrıştırdığı gibi normatif etik dediğimiz etik türü
kural koyucu etiktir ve bireyin ahlaki olarak sorumluluklarını ve sınırlarının
ne olması gerektiğini buyurur. Çoğu psikoloğun ilgilendiği gibi ben de bu
yazıda ahlakın en temel alanı olduğunu düşündüğüm normatif etik alanıyla
ilgileneceğim ve psikolojinin bu alana yaptığı katkılara kısaca eğilip
paradigmatik bir değişikliğe yol açan Ahlaki Temeller Kuramı’nı kısaca
tanıtacağım.
Ahlakı
Temeller Kuramı
Ahlaki
yargılar derken aslında iyi-kötü ya da doğru-yanlış gibi yargılarımızdan
bahsediyorum. Örneğin sırf canımız sıkıldığı için bir hayvana işkence eden
birini gördüğümüzde çoğumuz bu davranışın ahlaki olarak yanlış olduğunu
düşüneceğiz. Fakat zengin çocukların miras olarak çok para alırlarken fakir
çocukların doğuştan miras olarak hiç para alamamalarını bazılarımız adalet
anlayışının bir ihlali olarak değerlendirirken, bazılarımız bunu hayatın bir
gerçeği olarak değerlendirip ahlaki olarak yanlış bulmayacaktır. İşte burada
farklılaşan şey kişiler arası değişen ahlaki yargılardır. Psikoloji biliminin
yaklaşık 50-60 yıldır sürekli ahlak konusuyla uğraşmasına rağmen ahlakı
tanımlamakta biraz tarafgir (biased)
davrandığını ve batıcı/liberal bir önyargıya sahip olduğunu söyleyen kuram ise
burada tanıtacağımız Ahlakı Temeller Kuramı’dır (ATK, Haidt, 2007)[3].
Son 10 yılda paradigmatik bir değişikliğe yol açan ATK ahlaki yargıları
sezgiler üzerinden açıklamakta ve daha önce adalet üzerinden ve muhakemeye
dayalı olarak tanımladığı tekçi ahlakı eleştirmektedir. ATK’ye göre daha önceki ahlak tanımlamaları
Batıcı, bireyselci ve liberal bir önyargı içermekte ancak bu şekilde bir ahlaki
yapıya sahip olan kesim de dünyada sadece küçük bir azınlığı oluşturmaktadır
(bakınız Henrich, Heine, & Norenzayan, 2010). Önceki eleştirilerden farklı
olarak (Suhler & Churchland, 2011), aslında ATK ahlakın sadece doğuştan
gelmediğini, tersine doğuştan gelen ve genetik kodlarımıza evrimsel süreç
tarafından işlenen donanımın çevresel etkenlerle şekillendiğini varsayar. Başka
bir ifadeyle, ATK klasik evrimsel psikolojideki etkileşimci paradigmayı esas
alır. Evrimsel olarak edindiğimiz özellikler dendiğinde de her seferinde
böylesi bir mekanizma kastedilmektedir. Davranışlarımızın genler tarafından mı yoksa
çevresel şartlar tarafından mı belirlendiği tartışması artık psikoloji
biliminde çözülmüş ve sonu gelmiş bir tartışmadır. Hiç kuşkusuz bir özelliğin
bir genetik kökeni ve bir de onun ortaya çıkmasının koşullarını sağlayan bir de
çevresel etmenleri vardır. Söz gelimi, Chomsky (1965) dilin ortaya çıkmasını
evrimsel süreçlere bağlamakta ve dilin doğuştan geldiğini iddia etmektedir.
Ancak burada varsayılan doğuştancılık çevreden bağımsız ve ona duyarsız bir
doğuştancılık değildir. Ormanda doğan ve herhangi bir dile maruz kalmayan
birisi, örneğin, çevresel girdiyi alamayacağı için doğuştan o mekanizmaya
yatkın olsa da dili öğrenemeyecektir. ATK’nin dayandığı evrimsel temel de
bununla benzeşim göstermektedir. Örneğin, yılan korkusunun da tüm insanlarda ve
yakın primatlarda evrensel olduğu çünkü evrimsel olarak bu korkuya yatkın
doğduğumuz düşünülmektedir (Öhman & Mineka, 2013). Bunun bir insan doğası
özelliği olduğunu söyleyebiliriz.[4] Peki
ahlaki yargılar rasyonel muhakeme sürecine mi yoksa otomatik sezgisel süreçlere
mi dayanmaktadır? Bunu anlayabilmek için kısaca psikoloji biliminin ortaya
çıkışından beri var olan zihnin ikili işlem modelinden (dual process model of mind) bahsetmek gerekmektedir.
Zihnin İkili İşlem Modeli
Psikoloji biliminin ortaya çıkışından beri çoğu kavram hep ikili bir ayrım üzerinden tanımlanmıştır. Örneğin, doğa ya da çevre ayrımı, kısa süreli ya da uzun süreli bellek ayrımı, bilinçli ya da bilinçsiz düşünme süreçleri ayrımı gibi. Bilişsel cimrilik (cognitive miser) yaklaşımı da keza bu ikili ayrımların yapılmasındaki en önemli nedeni oluşturmaktadır (Simon, 1955; Tversky & Kahneman, 1974). Bu yaklaşıma göre, zihin daha az enerji harcamaya çalışarak her durumda enerji tasarrufu yapmaya çalışmaktadır ve bu da zihnimizin otomatik bir şekilde çalışmasına olanak sağlar. Sosyal biliş dediğimiz süreç de bu otomatik kavramsallaştırmaya tabidir. Örneğin, bir insanın kadın mı erkek mi olduğuna ya da siyahi mi beyaz mı olduğuna dair otomatik bazı algısal çıkarımlarda bulunuruz. Zihnin bu otomatikliği (automaticity) ise belki de tüm bilişselci yaklaşımların temelinde yatan en önemli özelliği oluşturmaktadır. Keza zihnin ikili işlem modeli de bu yaklaşıma dayanarak çıkarımlarda bulunur.
Bu model en temelde zihnimizin iki temel sisteme göre hareket ettiğini savunur. Tip 1 denilen süreç zihnimizin otomatik, düşük eforlu, sezgisel süreçlerine karşılık gelirken, bu sistemin aynı zamanda evrimsel olarak daha eski dönemlerde oluştuğu düşünülmektedir ve bu sistem çoğu hayvanda ortaktır. Tip 2 denilen süreç ise evrimsel olarak daha geç oluşmuş bir sürece karşılık gelirken, insan türüne özgü bir yapı olması itibariyle daha analitik, yüksek eforlu ve kontrollü süreçlere karşılık gelmektedir. Örneğin boş bir yolda araba kullanırken, ya da kalabalık bir ortamda kızgın bir suratı çaba harcamadan tespit ederken Tip 1 denilen süreci kullanmaktayızdır (Evans & Stanovich, 2013). Ancak kalabalık bir ortamda spesifik bir insanın sesine odaklanırken, ya da bilimsel bir makale yazarken Tip 2 denilen süreci kullanmaktayızdır (Kahneman, 2011).
Zihnin ikili işlem modeline göre, dinsel inancın Tip 1 ürünü olduğu düşünülmektedir. Çünkü dinsel inanca sahip insanlar genellikle bu inançlarını doğmuş oldukları kültürdeki sosyalleşme süreciyle edinirlerken, dinsizlik daha çok mantıksal sorgulamaya dayanmaktadır. Bu hipoteze son yıllarda yapılan çalışmalarla ampirik destek sağlanmıştır (Gervais & Norenzayan, 2012; Norenzayan, 2013; Pennycook, Cheyne, Seli, Koehler, & Fugelsang, 2012; Shenhav, Rand, & Greene, 2011; Yılmaz, Karadöller, & Sofuoğlu, 2016). Sosyal muhafazakârlık da (idamı desteklemek, ötanaziye karşı olmak gibi) yine zihnin ikili işlem modeli etrafında çalışılmıştır. Literatürde genel olarak analitik düşünme artış gösterdikçe sosyal muhafazakar tutumlarda azalış olduğu bilinmektedir (Deppe v.d., 2015; Iyer, Koleva, Graham, Ditto, & Haidt, 2012; Pennycook v.d., 2012; Talhelm, Haidt, Oishi, Zhang, Miao, & Chen, 2015; Yılmaz ve Sarıbay, 2016). Ayrıca deneysel olarak insanları düşük eforlu ya da sezgisel düşünmeye yönlendirmenin muhafazakâr politikalara olan destekte artış yarattığı bulunmuştur (Eidelman, Crandall, Goodman, & Blanchar, 2012). Ayrıca bir sistemi anlamak için sistemin bütününe odaklanan daha çok doğu coğrafyasına ait bütünsel (holistic) düşünme örüntülerini ve daha çok batıya ait olan bir sistemi anlamak için sistemin küçük parçalarına odaklanma manasına gelen analitik düşünme kültürel örüntülerini aktive etmenin de politik tutumlarda bir değişikliğe yol açtığı bilinmektedir (Talhelm v.d., 2015). İnsanları bütünsel kültürel düşünce stiline yönlendirmek sosyal muhafazakâr tutumlarda bir artışa sebep olurken, analitik kültürel düşünce stiline yönlendirmek sosyal liberal tutumlarda bir artışa neden olmaktadır. Benzer şekilde, kendi çalışmamda doğrudan analitik düşünme eğitimi verilen katılımcıların liberal tutumlarında bir artış meydana gelmiştir (Yılmaz, 2015).
Dindarlık ve politik yönelimle ilgili farklılıkları zihnin ikili işlem modeli çerçevesinde açıklama çabalarına benzer biçimde, ahlaki yargılar da zihnin ikili işlem modeli etrafında değerlendirilmektedir. Örneğin, Ahlaki Temeller Kuramı’nın dayandığı Haidt’ın (2001) sosyal sezgici yaklaşımı ahlaki yargıların sezgisel süreçlere dayandığını savunmaktadır. Mantıksal muhakeme sürecinin ise otomatik ahlaki yargıda bulunduktan sonra onu meşrulaştırmak amacıyla kullanıldığı düşünülmektedir. Buna dair empirik argümanlar ise çoğunlukla ahlaki şaşırtma (moral dumbfounding) paradigmasından gelmektedir. Örneğin, insanlara herhangi bir zarar içermeyen bir ensest senaryosu verdiğinizde, insanlar çoğunlukla bu eylemin otomatik olarak yanlış olduğunu düşünmekte, ancak neden diye sorulduğunda otomatik olarak makul bir cevap verememektedirler. Daha sonra üzerine düşündüklerinde muhakemelerini kullanarak bir meşrulaştırma yolu aramaktadırlar (bkz. Haidt, 2001). Dolayısıyla, zihnin ikili işlem modelinin dini inanç, politik yönelim ve ahlaki yargılardaki bireysel farklılıkları açıklama kapasitesine sahip teorik bir yaklaşım olduğu söylenebilir. Bu yaklaşıma göre ise ahlaki yargılarımız rasyonel süreçlerden ziyade sezgisel süreçlere dayanmaktadır. Örneğin hiçbir zarar içermeyen bir ensest senaryosu duyduğumuzda hiç düşünmeden ahlaki yargıda bulunmaktayız ancak ve ancak neden diye sorulduğunda oturup verdiğimiz yargının nedenini düşünmekteyizdir. Ya da farz edin ki tuvaleti silmek zorundasınız ve o an evde silebileceğiniz bir peçete ya da bez yok ve silebileceğiniz tek şey bağlı bulunduğunuz ülkenin bayrağı. Bu bayrağı bez olarak kullanan birini gördüğünüzde bunu ahlaki olarak yanlış bulur musunuz? Bazı insanlar bu ve bunun gibi davranışları ahlaki olarak yanlış bulmaktadırlar. Bazıları ise bu durumda ahlaki açıdan bir sakınca görmemektedirler. Ahlaki Temeller Kuramı da temel olarak kişiler arasında bu farklılıkları yaratan şeyin ne olduğunu incelemeye çalışmaktadır.
Dindarlık ve politik yönelimle ilgili farklılıkları zihnin ikili işlem modeli çerçevesinde açıklama çabalarına benzer biçimde, ahlaki yargılar da zihnin ikili işlem modeli etrafında değerlendirilmektedir. Örneğin, Ahlaki Temeller Kuramı’nın dayandığı Haidt’ın (2001) sosyal sezgici yaklaşımı ahlaki yargıların sezgisel süreçlere dayandığını savunmaktadır. Mantıksal muhakeme sürecinin ise otomatik ahlaki yargıda bulunduktan sonra onu meşrulaştırmak amacıyla kullanıldığı düşünülmektedir. Buna dair empirik argümanlar ise çoğunlukla ahlaki şaşırtma (moral dumbfounding) paradigmasından gelmektedir. Örneğin, insanlara herhangi bir zarar içermeyen bir ensest senaryosu verdiğinizde, insanlar çoğunlukla bu eylemin otomatik olarak yanlış olduğunu düşünmekte, ancak neden diye sorulduğunda otomatik olarak makul bir cevap verememektedirler. Daha sonra üzerine düşündüklerinde muhakemelerini kullanarak bir meşrulaştırma yolu aramaktadırlar (bkz. Haidt, 2001). Dolayısıyla, zihnin ikili işlem modelinin dini inanç, politik yönelim ve ahlaki yargılardaki bireysel farklılıkları açıklama kapasitesine sahip teorik bir yaklaşım olduğu söylenebilir. Bu yaklaşıma göre ise ahlaki yargılarımız rasyonel süreçlerden ziyade sezgisel süreçlere dayanmaktadır. Örneğin hiçbir zarar içermeyen bir ensest senaryosu duyduğumuzda hiç düşünmeden ahlaki yargıda bulunmaktayız ancak ve ancak neden diye sorulduğunda oturup verdiğimiz yargının nedenini düşünmekteyizdir. Ya da farz edin ki tuvaleti silmek zorundasınız ve o an evde silebileceğiniz bir peçete ya da bez yok ve silebileceğiniz tek şey bağlı bulunduğunuz ülkenin bayrağı. Bu bayrağı bez olarak kullanan birini gördüğünüzde bunu ahlaki olarak yanlış bulur musunuz? Bazı insanlar bu ve bunun gibi davranışları ahlaki olarak yanlış bulmaktadırlar. Bazıları ise bu durumda ahlaki açıdan bir sakınca görmemektedirler. Ahlaki Temeller Kuramı da temel olarak kişiler arasında bu farklılıkları yaratan şeyin ne olduğunu incelemeye çalışmaktadır.
Ahlaki Temeller
Bu ilişkileri daha iyi anlayabilmek adına kuramın tam
olarak ahlakı nasıl tanımladığına bakmamız gerekmektedir. Kuram orijinalinde
ahlakı beş farklı sezgi üzerinden tanımlamaktadır: bakım/zarar (care/harm), adillik/hilekârlık (fairness/cheating), sadakat/ihanet (loyalty, betrayal), otorite/yıkım (authority/subversion),
kutsallık/yozlaşma (sanctity/degradation).
Bu sezgilerin her birinin de evrimsel bir adaptasyona karşılık geldiğini
söylemektedir. Kuram boyutların isimlerini birbirinin zıttı olarak
kullanmaktadır. Örneğin zarar göstermek bakım göstermeye karşı gibi
düşünebiliriz. Başka bir ifadeyle zarar vermek ahlaki olarak yanlış olan bir
durumken, bakım göstermek tam tersi bir duruma işaret etmektedir. Bu boyutların
kısaca neye karşılık geldiğini söyleyecek olursak, zarar/bakım boyutu kişilerin
yavrularını ya da zayıf olanları koruma ve bakma sezgisi/görüsü olarak
tanımlanmaktadır. Bu boyut aslında ahlakın en temelini ve belki de ahlakın ortaya
çıkış noktasını oluşturmaktadır çünkü zarar vermemek bir sosyal sistemin
olmazsa olmaz koşulunu oluşturur. Aynı zamanda, memeli olarak insanların
evrimsel geçmişiyle ve bağlanma (attachment)
sistemiyle de oldukça alakalı olan bir boyuttur. Daha çok annenin çocuğuna
gösterdiği bağlanma ve şefkat duygusuyla ilişkilidir.
Adalet/hilekârlık ise grup halinde yaşayan insanların,
grubun uyumunu bozup hilekârlık yapanları tespit etmek üzerine gelişen ve
eşitliğe ve adalete dair hassasiyet içeren bir ahlaki boyuttur. Çünkü eğer biri
insanlarla işbirliğine girmeden “kaytarıcılık” (free-riding) gösteriyorsa, bunu yapan kişinin tespit edilip
cezalandırılması gerekir. Aksi takdirde bunu yapan bireyler daha çok avantaj
elde ettikçe daha çok kaynağa sahip olacak ve bencil genlerini bir sonraki
nesillere daha çok aktaracaktır. Belli bir nesil sonra toplumda hemen herkes
bencil genlere sahip olacak ve büyük ölçekli işbirliği ortadan kalkacaktır. Bu
bakımdan böylesi bir yıkım adaptif olmayan sonuçlar doğuracağından insanlarda
adaletsizliğe karşı otomatik bir hassasiyet geliştiği düşünülmektedir. Birisi
bize karşı bir haksızlık yaptığında ya da üçüncü bir kişinin muktedir biri
tarafından haksızlığa maruz bırakıldığına şahit olduğumuzda otomatik bir
şekilde kızmamız bundan kaynaklanmaktadır. Hem zarar boyutuyla alakalı olan şefkat
hem de adalet hassasiyetiyle alakalı olan kızgınlık duygusu belki de uygarlığı
ayakta tutan duygulara işaret etmektedir.
Sadakat/ihanet boyutu ise kendi grubunu kayırıp ve
koruyup, aynı zamanda kendi grubuna sadık olup ihanet etmemekle ilgilidir. Bu
boyut yine evrimsel olarak birçok memelinin (insanlar dâhil) kendi grubunu
kayırıp ve koruyup, diğer grupla yarışması sonucunda ortaya çıkmış ahlaki bir
boyuttur. Çünkü insan dâhil çoğu primat gruplar halinde yaşar ve bugün
milliyetler altında yaşamamızın sebebi de aslında bu ahlaki boyuttur. Tek fark
diğer primatların daha küçük grupları varken, bizler büyük ölçekli gruplarda
(milliyetler, dinler, aileler, futbol takımları, öğrenci kulüpleri, vs.)
yaşamımızı sürdürmekteyiz ve kendi grubumuzdan olana da kendimizi daha yakın
hissetmekteyizdir. Ama bazılarımız bu sadakat anlayışını daha büyük gruplara
genişletirken (dinler, milliyetler), bazılarımız bu sadakat anlayışını sadece
yakın ilişkileriyle sınırlı tutmaktadır.
Otorite/yıkım boyutu ise yine çoğu memelinin hiyerarşik
bir sosyal yapıda yaşadığı gerçeğinden yola çıkmaktadır. Şempanzeler, bonobolar ve goriller de tıpkı insanlar gibi
hiyerarşik bir sosyal sistemde yaşamakta ve bu hiyerarşik yapıdan yarar sağlama
yollarını aramaktadırlar. Örneğin goriller katı bir hiyerarşik sistemde
yaşamaktadırlar ve alfa erkek gruptaki tüm dişilere sahiptir ve gruptaki diğer
tüm erkekler de bu hiyerarşik sistemi kabullenmiş gözükmektedir. Su
aygırlarında da benzer bir mekanizma işlemektedir. Eğer bir gün biri bölgenin
efendisi alfa erkeğe kafa tutmak isterse onunla dövüşmeli ve savaşı
kazanmalıdır. Aksi takdirde gruptan kovulur ve bir sonraki çiftleşme dönemine
kadar muhtemelen bir eş bulamaz. Çünkü eşler alfa erkeğin kontrolünde olan
sulak bölgededir ve o sulak bölgeye girebilmenin tek yolu alfa erkeği yenip
bölgeyi ele geçirmektir. Dolayısıyla insanlarda da sıklıkla gördüğümüz otorite/yıkım
boyutu hiyerarşik bir sosyal yapıda otoriteyi savunma ve otoriteye saygı
duyarak sosyal düzeni korumaya karşılık gelmektedir. Kutsallık/yozlaşma boyutu ise insan türünün gelişiminde
hastalık yapıcı mikropların ve parazitlerin büyük tehlike içerdiği ve bunlardan
kaçınmanın da hayatta kalma açısından büyük önem arz ettiği görüşünden
hareketle oluşturulmuştur. Dolayısıyla, iğrenme duygusunun adaptif olarak
gelişen bir duygu olduğu düşünülmektedir (Rozin, Haidt, & McCauley, 2000).
Aynı zamanda bu duyguya sahip olan insanların bağışıklık sistemlerinin de daha
güçlü olduğu söylenmektedir (Schaller & Park, 2011). Bu temizlik ve
patojenlerden (hastalık yapıcı mikroplar) korunma duygusunun ise yemeklere,
arkadaşlara ve romantik eş tercihlerine genellendiği düşünülmektedir. Söz
gelimi, namusla ilgili meselelere önem veren muhafazakâr insanlar ülke dışından
gelen göçmenlere ve seksüel olarak uç sınırlarda olanlara karşı ahlaki bir
tepki içerisindedirler (Faulkner, Schaller, Park, & Duncan, 2004; Navarrete
& Fessler, 2006) ve bunun nedenin de evrimsel olarak gelişen iğrenme
duygusu olduğu düşünülmektedir (Graham v.d., 2013). Dolayısıyla kutsallık boyutu
fiziksel-ruhani temizlik, namus ve arzuların bastırılmasıyla alakalı bir ahlaki
boyuttur.
Sol-kanat
politik yönelime sahip olanlar sadece zarar/bakım ve adillik/hilekârlık
boyutlarını ahlak olarak tanımlarlarken, sağ-kanat politik yönelime sahip
olanlar beş boyuta birden görece eşit önem vermektedirler. Graham ve
arkadaşları (2009) zarar ve adaletin kişilerin haklarıyla ilgili olan
Bireyselleştirici boyutları oluşturduğunu söylerken, diğer üç ahlak ilkesinin
ise grubun bağlılığını güçlendiren ve grup içindeki bencilliği bastırma görevi
gören Bağlanım ahlak ilkelerine karşılık geldiğini savunmaktadırlar. Politik
gruplar arasındaki zıtlaşmaların temeli de aslında bu 5 ahlaki boyutta meydana
gelen zıtlaşmalara dayanmaktadır. Söz gelimi Amerika’da kök hücre
tedavisine muhafazakârlar “Allah vergisi” özelliklerin doğasının bozulduğu (yani
kutsallık boyutunun ihlali olduğu) gerekçesiyle karşı çıkarlarken, solcular
(Amerika’da liberallere karşılık gelmektedir) kök hücre tedavisine daha çok insanın
hayatının kurtulacak olması gerekçesiyle destek vermektedirler (başka bir
ifadeyle zarar boyutundan düşünmektedirler).
Özetlemek gerekirse, kuramın dayandığı iki temel
mekanizma mevcuttur. İlki tüm bu ahlaki boyutların sezgilere dayandığı ve bu
sezgilerin de her birinin evrimsel bir adaptasyona karşılık geldiğidir. Bu
görüşle uyumlu biçimde insan dışı primatlarda da (şempanzeler, goriller,
maymunlar vs.) ahlaki hassasiyetlerin olduğuna dair bir takım ampirik bulgular
mevcuttur. Tıpkı ahlak psikolojisinde olduğu gibi primatlarda da ahlak
çalışmalarında en sıklıkla çalışılan iki boyut zarar ve adalet boyutlarıdır.
Zarar boyutunun evrimsel bir avantaj sağladığı su götürmez bir gerçek gibi
gözükmektedir çünkü tüm bu beş boyut arasında en temel ahlaki ilkeye karşılık
gelmektedir. Eğer yaşadığımız insan uygarlığında zarar gibi bir ahlaki boyut
olmasaydı gücü yeten zayıf olana saldıracak ve herkes birbirine fiziksel ve
psikolojik şiddet uygulayacaktı. Oysa böyle bir ahlak ilkesine sahip olmamız bu
tür davranışların kınanmasına ve bunu yapan kişinin de doğrudan (yasal ceza) ya
da dolaylı (gruptan dışlamak, kötülemek, ününü zedelemek) olarak
cezalandırılmasına yol açmaktadır. Bu da bu tür davranış gösteren kişilerin
hayatta kalma ve yeni eşler bulup üreme olasılığını bir bütün olarak azaltmaktadır.
Bu da böylesi bir boyutun neden evrimleştiği sorusuna açık bir cevap sağlamaktadır.
Hamlin, Wynn ve Bloom (2007) bu tür bir ahlak ilkesinin insan yaşamının ilk
birkaç ayında dahi aktif hale geldiğini göstermiştir. Beş aylık bebeklerin
bakma davranışıyla iyi kuklayla kötü kuklayı ayırt edebildiğini ve iyi harekette
bulunan kuklayı seçtiğini göstermişlerdir. Bu alanda yapılmış çok eski bir
primat çalışmasında da rhesus (Hint) maymunlarının zinciri çektiğinde yiyecek
gelmesine rağmen karşıda hiç tanımadığı bir başka rhesus maymununa aynı anda
elektrik şoku verildiğinde zinciri çekmeyi tercih etmedikleri gösterilmiştir
(Masserman, Wechkin & Terris, 1964). Dolayısıyla burada maymunlar yiyecek alamama
uğruna (ki insan olmayan bir hayvan için bariz bir kayıptır bu) karşıdaki
kişiye zarar vermekten kaçınmışlardır. Warneken ve arkadaşları (2007) ise şempanzelerin
tıpkı insan bebekleri gibi ödülün olmadığı bir ortamda daha önce görmediği bir
insana yardım ettiklerini göstermiştir. Ayrıca başka bir deneyde bu davranışın
şempanzeye maliyet getirmesine rağmen tekrarlandığı ve aynı davranışın hiç
tanımadığı türdeş bir şempanzeye de gösterildiği bulunmuştur.
Adalet boyutunda da görece çok fazla primat çalışması
olmasına rağmen birbirine zıt bazı bulgular vardır. İnsanlarda adalet anlayışı
geliştirilirken “Diktatör ekonomik oyunu” çok kullanılmaktadır. Bu oyunda eline
20 TL verilen bir kişi bu paranın istediği kadarını hiç tanımadığı, hiçbir
zaman karşılaşmayacağı anonim bir kişiye aktarmaktadır. Oyun tek seferlik
oynanmaktadır. Ekonomik kuramlar insanın rasyonel bir fail olduğunu ve bencilce
davranacağını öngörür. Ancak bu alanda yapılan çalışmalar insanların ekonomik
kuramların öngördüğü gibi rasyonel ve bencilce davranmadığını göstermektedir.
Rasyonel bir insan oyun tek seferlik oynandığından ve karşıdaki kişiyi hiç
görmeyeceğinden 20 TL’nin tamamını kendisine alır ve karşı tarafa da hiç para
vermez. Ama farklı kültürlerdeki insanların çoğu karşı tarafa bir kısım para
yollamaktadır (Henrich v.d., 2006). Bunun da insanın evrimsel tarihinde bir tür
adalet hissinin geliştiği sebebiyle olduğu düşünülmektedir (Henrich v.d.,
2010). İnsan dışı primatlarda da bu oyunun basit bir versiyonu oynatılmıştır.
Bu oyunda hayvan kendisine 1 karşıdakine 1 ya da kendisine 1 karşıdakine 0
yiyecek türü karşılaştırmalardan birini seçmektedir. Eğer hayvanın yaptığı
seçim hem kendisine hem karşıdakine yaradıysa buna prososyal (toplum yanlısı)
davranış denmiştir. Ama bu oyundaki en temel problem hiçbir seçenekte kararı
veren hayvana bir maliyet ortaya çıkmamasıdır çünkü hangi seçeneği seçerse
seçsin hayvan 1 yiyeceği kendisine almaktadır. Dolayısıyla bu davranışa gerçek
anlamda “ahlak” diyebilmemiz için kendi kişisel sıhhatine bir maliyet gelme
riskine rağmen karşı tarafa iyi davranma davranışını gözlemleyebilmemiz
gerekmektedir. Diktatör oyunu dışında adaletsizliklerden rahatsız olup olmama
üzerine geliştirilmiş bazı deneyler de mevcuttur. Çok ünlü bir çalışmada
(Brosnan ve de Waal, 2003) kapuçin maymunlarına jetonla salatalık dilimi değiş
tokuş etme süreci öğretilmiştir. Dolayısıyla maymun kafesten her jeton
uzattığında maymuna karşılığında bir adet salatalık dilimi verilmektedir. Not
etmekte fayda var ki salatalık maymun için düşük değere sahip bir yiyecektir.
Bunu yaparken ise yan kafeste başka bir maymun da aynı işle uğraşmakta ve her
seferinde bir jeton karşılığında düşük değere sahip bir salatalık dilimi elde
etmektedir. Ancak araştırmacılar her şey normal devam ederken yandaki kafesteki
maymunun verdiği jeton karşılığında ona yüksek değere sahip bir üzüm vermeyi
denediler ve denek olan maymunun buna nasıl bir tepki vereceğini gözlemlediler.
Bulgular denek olan maymunun bundan son derece rahatsız olduğunu ve kendisine
verilen salatalığı dışarı atıp %80 oranında reddettiğini göstermektedir.
Üstelik aynı davranış yandaki maymuna jeton değiş tokuşu yapılmamasına rağmen
üzüm verildiğinde de gözlenmektedir[5].
Aynı deney şempanzeler üzerinde denendiğinde de benzer sonuçlar bulunmuştur
(Brosnan, Schiff, & de Waal, 2005). Bu bulgular da insan dışı primatların
tıpkı insanlarda olduğu gibi (daha az karmaşık olsa da) adalet hissine sahip
olabileceğini göstermektedir (daha fazla bulgu için bakınız de Waal, 2009,
2013).
Diğer üç boyutta ise hayvan
araştırmaları yetersiz düzeydedir. İnsanlardaki iç grup kayırmacılığına ve sadakatin
yaygınlığına baktığımızda oldukça fazla bulgu bulabiliriz. Daha birkaç aylık
bebekler kendi ırklarından olan ve kendi dillerinde konuşan kişileri
olmayanlara tercih etme eğilimi göstermektedirler (bakınız Bar-Haim, Ziv, Lamy
& Hodes, 2006; Kelly et al., 2005). Zaten sosyal psikoloji literatürü
insanların kendi grubundan olan insanları tercih ettiğini ve rastgele atanan
yapay gruplar olsalar dahi insanların birbirlerini karşıt gruptan olanlara göre
daha çok sahiplendiğini göstermektedir (Tajfel, 1982). Tüm primatların gruplar
içinde yaşadığı bilgisi aslında tüm primatlarda bu tür davranışların üç aşağı
beş yukarı olduğunu göstermektedir. Keza var olan az sayıdaki deneysel bulgular
da kapuçin maymunlarının kısa bir eğitimle iç grupla dış grup üyelerinin
suratlarını birbirinden ayırt edebildiğini göstermektedir (bakınız Pokorny ve
de Waal, 2009). Mahajan ve arkadaşları (2011) ise maymunlara herhangi bir
eğitim vermeden bu yüzleri ayırt edip edemeyeceğini incelemiş ve maymunların
kendiliğinden bu suratları ayırt edebildiğini ve dış grup üyelerine daha uzun
bakarak daha fazla tetikte olma durumu gösterdiğini bulmuştur. Ayrıca iç grup
üyeleriyle olumlu şeyleri maymunlar daha hızlı eşleştirmektedirler.[6] De
Waal, Leimgruber ve Greenberg
(2008) ise kapuçin maymunlarının karşıdaki iç grup üyesi olduğunda prososyal
davrandığını, ancak karşıdaki dış grup üyesi olduğunda davranmadığını göstermişlerdir.
Bu da kapuçinlerin prososyal davranışlarının iç grup üyeleriyle sınırlı
olabileceği ihtimalini güçlendirmektedir. Ancak bu alan çok yeni olduğundan
daha çok deneysel çalışmaya ihtiyaç vardır.
Otorite boyutuna geçtiğimizde
aslında otoriteye dayalı, hiyerarşik bir sosyal sistem birçok primatın yaşadığı
sistemi tarif etmektedir. Örneğin goriller hiyerarşik bir sosyal yapıda
yaşamakta ve alfa erkek gruptaki tüm dişilere sahip olmaktadır. Hatta su
aygırları da çok benzer bir sistemde yaşamakta ve erkekler, dişiler ve bölge
için durmadan kavga etme davranışı göstermektedirler. Tıpkı diğer primatlarda
olduğu gibi hiyerarşik bir sosyal sistemde hiyerarşinin başındaki kişi daha çok
yiyeceğe, eşe ve birçok değerli kaynağa sahip olmaktadır. Bu da böylesi bir
sistemin nasıl sürebildiğinin cevabını vermektedir. Hiyerarşinin tepesinde olan
bireyler bundan yarar sağladığından olmayan bireyler o kişilerin yerine geçmek
için çaba göstermektedirler ve böylece sistem sürüp gitmektedir. İnsan dışı hayvanlardaki bu davranışlar da
hiyerarşik sosyal sistemin insan uygarlığında nasıl ortaya çıktığının
ipuçlarını veriyor olabilir. İnsan dışı primatlarda hiyerarşik sosyal sistemin
nasıl işlediğine dair yapılmış gözlemsel çalışmalar olmasına rağmen (örneğin
Slocombe & Zuberbühler, 2007) bu alanda yapılacak deneysel çalışmalara
ihtiyaç vardır. Ancak yapılan bazı deneysel çalışmalar da grup üyelerinin
otoriter üyelerin davranışlarını takip etme eğiliminde olduklarını (Horner ve
arkadaşları, 2010) ve grup üyelerinin yüksek otoriteli grup üyeleriyle
etkileşime girmeye daha istekli olduklarını göstermektedir (Deaner, Khera,
& Platt, 2005). Ancak otoriteyi ahlak boyutuyla ilişkilendiren doğrudan deneysel
çalışma yoktur. Örneğin insan dışı primatlarda hiyerarşiye karşı gelen bireylere
yönelik üçüncü taraf kişiler cezalandırma davranışı göstermekte midirler?
Yine kutsallık boyutunda da insan dışı
primatlarla yapılmış bildiğim bir çalışma bulunmamakta çünkü bu boyutun sadece
insan türüne özgü olduğu düşünülmektedir. Çünkü bu boyut dinsel inançla oldukça
ilişki gösteren bir boyuttur. Dinin nasıl bir evrimsel sürece dayandığı ise
ayrı bir tartışma gerektirmektedir.
Sonuç olarak ahlaki
hassasiyetlerimizin en azından bir kısmı evrimsel sürece dayanmaktadır. Bu
mekanizma ise ilk olarak anne-çocuk etkileşiminde ortaya çıkmakta ve anne
çocuğunu zarardan korumak üzere bir zihinsel donanıma sahip olmaktadır. Keza
birbiriyle benzer genlere sahip akrabalar da birbirlerini koruyup kollayarak
yardım etme davranışı gösterebilmektedirler çünkü akrabana yardım etmek özünde
kendi genlerine yaptığın bir yatırımdır. Hiçbir genetik yakınlığa sahip olmayan
insanlar ise karşılıklı özgecilik dediğimiz mekanizmaya göre birbirlerine
yardım etmektedirler: Eğer ben sana yardım edersem, bir gün sen de bana yardım
edebilirsin (doğrudan özgecilik), ya da toplumdaki bir başkası ben yardım
ettiğim için bana yardım edebilir (dolaylı özgecilik). Akraba seçilimi ve
karşılıklı özgecilik mekanizmaları belli bir yere kadar büyük ölçekli
işbirliğini ve ahlaki hassasiyetlerin ortaya çıkışını açıklayabilirler. Ancak
insanlık tarihi boyunca gelişen ve herhangi bir ün kaygısı olmadan ya da tek
seferlik etkileşimlerde insanların genetik olarak uzak oldukları insanlarla
büyük ölçekli işbirliğine girmeleri bu iki mekanizmanın dışında mekanizmalara
dayanıyor gözükmektedir.
Kaynakça
Bar-Haim, Y., Ziv, T., Lamy, D., & Hodes, R. M. (2006).
Nature and nurture in own-race face
processing.
Psychological Science, 17, 159–163.
Brosnan, S. F., & De Waal, F. B. (2003). Monkeys reject
unequal pay. Nature, 425, 297–299.
Brosnan, S. F., Schiff , H. C., & de Waal, F. B. (2005).
Tolerance for inequity may increase
with social closeness in chimpanzees. Proceedings of the Royal Society of London, Biology, 272, 253–258.
Chomsky, N. (1965). Aspects of the Theory of Syntax (Vol.
11). MIT press.
Deaner, R. O., Khera, A. V., & Platt, M. L. (2005). Monkeys pay per view: Adaptive valuation of social images by rhesus macaques. Current Biology, 15, 543–548.
Deppe, K.D., Gonzalez, F. J., Neiman, J. L., Jacobs, C., Pahlke, J., Smith, K. B., & Hibbing, J. R. (2015). Reflective
liberals and intuitive conservatives: A look at the Cognitive
Reflection Test and ideology. Judgment
and Decision Making, 10(4),
314-331.
de Waal, F. B.,
Leimgruber, K., & Greenberg, A. R. (2008). Giving is self-rewarding for monkeys. Proceedings of the
National Academy of Sciences of the United States of America,
105, 13685–13689.
de Waal, F.
(2009). Primates and
philosophers: How morality evolved. Princeton University Press.
de Waal F. (2013). The
Bonobo and the Atheist: In Search of Humanism Among the Primates. New York: W.W. Norton.
Eidelman, S., Crandall, C. S., Goodman, J. A., & Blanchar, J. C. (2012). Low-effort thought
promotes political conservatism. Personality and Social Psychology Bulletin, 38(6), 808-820.
Evans, J. S. B., & Stanovich, K. E. (2013). Dual-process
theories of higher cognition: Advancing the debate. Perspectives on Psychological
Science, 8(3), 223-241.
Faulkner, J., Schaller, M., Park, J. H., & Duncan, L. A.
(2004). Evolved disease-avoidance mechanisms
and contemporary xenophobic attitudes. Group
Processes & Intergroup Relations, 7(4), 333-353.
Geras, N. (1983). Marx
and Human Nature: Refutation of a Legend. London: Verso.
Graham, J., Haidt, J., & Nosek, B. A. (2009). Liberals and conservatives rely on different sets of moral foundations. Journal of Personality and Social Psychology, 96, 1029-1046.
Graham, J., Haidt, J., Koleva, S., Motyl, M., Iyer, R., Wojcik, S., & Ditto, P. H. (2013). Moral foundations theory: The pragmatic validity of moral pluralism. Advances in Experimental Social Psychology, 47, 55-130.
Haidt, J., S.H. Koller, and M.G. Dias. (1993). Affect, culture, and morality, or is it wrong to eat your dog? Journal of Personality and Social Psychology, 65, 613–628.
Haidt, J. (2001). The emotional dog and its rational tail: A social intuitionist approach to moral judgment. Psychological Review, 108(4), 814-834.
Haidt, J. (2007). The new synthesis in moral psychology. Science, 316, 998-1002.
Hamlin, J. K., Wynn, K., & Bloom, P.
(2007). Social evaluation by preverbal infants. Nature, 450, 557-559.
Henrich,
J., McElreath, R., Barr, A., Ensminger, J., Barrett, C., Bolyanatz, A., et al.
(2006). Costly punishment across
human societies. Science, 312, 1767–1770.
Henrich,
J., Ensminger, J., McElreath, R., Barr, A., Barrett, C., Bolyanatz, A., et al.
(2010). Markets, religion, community
size, and the evolution of fairness and punishment. Science, 327, 1480–1484.
Horner, V., Proctor, D., Bonnie, K. E., Whiten, A., & de
Waal, F. B. (2010). Prestige affects
cultural
learning in chimpanzees. PloS ONE, 5, e10625.
Iyer, R., Koleva, S., Graham, J., Ditto, P., & Haidt, J.
(2012). Understanding libertarian morality:
The psychological dispositions of self-identified libertarians. PLoS ONE, 7(8), e42366.
Johnson, D., & Krüger, O. (2004). The good of wrath:
Supernatural punishment and the evolution of cooperation. Political Theology, 5(2),
159-176.
Kahneman, D. (2011). Thinking,
fast and slow. New York: Farrar, Straus & Giroux.
Kelly, D. J., Quinn, P. C., Slater, A. M., Lee, K., Gibson,
A., Smith, M., Ge, L., & Pascalis, O.
(2005). Three-month olds, but not newborns, prefer own-race faces. Developmental
Science, 8, F31–F36.
Mahajan, N., Martinez, M. A., Gutierrez, N. L., Diesendruck, G., Banaji, M. R., & Santos, L. R. (2011). The evolution of intergroup bias: Perceptions and attitudes in rhesus macaques. Journal of Personality and Social Psychology, 100, 387–405.
Navarrete, C. D., & Fessler, D. M. (2006). Disease
avoidance and ethnocentrism: The effects of
disease vulnerability and disgust sensitivity on intergroup attitudes. Evolution and Human Behavior, 27(4), 270-282.
Öhman, A., & Mineka, S. (2003). The malicious serpent snakes as a prototypical stimulus for an evolved module of fear. Current Directions in Psychological Science, 12(1), 5-9.
Pennycook, G., Cheyne, J. A., Seli, P., Koehler, D. J., & Fugelsang, J. A. (2012). Analytic
cognitive style predicts religious and paranormal belief. Cognition, 123(3), 335-346.
Piaget, J. 1965. The
moral judgment of the child. New York: Free Press.
Pinker, S. (2002). The blank slate: The modern denial of
human nature. New York: Penguin Putnam.
Pokorny, J. J., & de Waal, F. (2009). Monkeys recognize
the faces of group mates in photographs.
Proceedings of the National Academy of Sciences, 106, 21539.
Schaller, M., & Park, J. H. (2011). The behavioral immune system (and why it matters). Current Directions in Psychological Science, 20(2), 99-103.
Simmons, R. E., & Altwegg, R. (2010). Necks‐for‐sex or competing
browsers? A critique of ideas on the evolution of giraffe. Journal of Zoology, 282(1),
6-12.
Simon, H. A. (1955). A behavioral model of rational
choice. The Quarterly Journal of Economics,
99-118.
Sinnott‐Armstrong,
W. (2009). Mıxed‐up
meta‐ethıcs. Philosophical
Issues, 19(1), 235-256.
Shweder, R. A., Much, N. C., Mahapatra, M., & Park, L. (1997). The “big three” of morality (autonomy, community, and divinity), and the “big three” explanations of suffering. In A. Brandt & P. Rozin (Eds.), Morality and health (pp. 119–169). New York, NY: Routledge.
Slocombe, K. E., & Zuberbühler, K. (2007). Chimpanzees modify recruitment screams as a
function of audience composition. Proceedings of the National Academy of Sciences, 104, 17228-33.
Tajfel, H. (1982). Social psychology of intergroup relations. Annual Review of Psychology, 33(1), 1-39.
Tversky, A., & Kahneman, D. (1974). Judgment under uncertainty: Heuristics and biases. Science, 185(4157), 1124-1131.
Warneken, F., Hare, B., Melis, A. P., Hanus, D., & Tomasello, M. (2007). Spontaneous altruism
by chimpanzees and young children. Plos Biology, 5, 1414–1420.
Yılmaz, O. (2015). An
investigation of the reciprocal relationship between cognitive style and political
ideology. Unpublished
master’s thesis. Boğaziçi University, Istanbul, Turkey.
Yılmaz,
O., Karadöller, D. Z., & Sofuoğlu, G. (2016). Analytic thinking, religion
and prejudice: An experimental test of
the dual-process model of mind. The International Journal for the Psychology of Religion.
doi: 10.1080/10508619.2016.1151117.
Yılmaz, O., & Sarıbay, S. A. (2016). An attempt to
clarify the link between cognitive style and
political ideology: A non-western replication and extension. Judgment and Decision Making, 11(3), 287.
[1] Bugünkü bilgiler ışığında
zürafaların uzun boyunlu olmalarının nedeninin cinsel seçilim olduğunu
biliyoruz ancak doğal seçilimin mekanızmasını anlatmak için güzel bir örnek
olduğundan bu örneği vermeyi uygun gördüm. İlgililer için kısaca söylemek
gerekirse uzun ve kalın boyunlu zürafalar dişilere çekici geldiğinden daha çok
ürediler ve bu şekilde sonraki nesillere genlerini aktarmayı başardılar. Konuyla
ilgili şu makaleye bakılabilir: Simmons ve Altweg (2010).
[2] Hiç kuşkusuz meta-etik alanı
onlarca farklı şeye tekabül etmektedir ancak bu yazının konusu bu olmadığından
daha fazla ayrıntı verilmeyecektir (meta-etiğin ne kadar karmaşık bir alan
olduğunu anlatan şu makaleye bakılabilir: Sinnott-Armstrong, 2009).
[3] Bu kuramdan önce ahlak
psikolojisinde neler yapıldığına kısaca bakmak isteyen okuyucular için: Darley
& Shultz, 1990; Haidt, Koller & Dias, 1993; Kolhberg, 1969; Nichols
& Folds-Bennett, 2003; Piaget, 1965; Shweder, Much, Mahapatra, & Park,
1997.
[4] Felsefe’de oldukça popüler olan
insan doğası var mıdır tartışmasına bu yazı çerçevesinde girmeyeceğim fakat
modern bilimsel bilgiler göstermektedir ki İngiliz deneycilerinin dediği gibi
insan doğuştan boş bir levha gibi doğmamaktadır. Her türün sahip olduğu bazı özellikler
olduğu gibi (örneğin atlar doğar doğmaz dörtnala koşabilirler, ancak insan
yavrusu bunu başaramaz) insanın da doğuştan beraberinde getirdiği bir takım
evrimsel mekanizmalar vardır (örneğin dile sahip olmak gibi). Dolayısıyla
Marx’ın Feuerbach üzerine altıncı tezde ifade ettiği “insan doğası tarihsel ve
toplumsal ilişkilerin bütünüdür” önermesi tek başına alındığında yanlış bir
önermedir çünkü eğer insan dışındaki bir primatı insanla aynı tarihsel ve
toplumsal ilişkiler bütününe koyarsak o dili öğrenemeyecektir çünkü evrimsel
olarak ona yatkın doğmamaktadır. Bu konuda derinlemesine bir inceleme için
bakınız Pinker (2002). Marx’ın aslında insan doğasını reddetmediğini savunan
bir argüman için ise bakınız Geras (1983).
[5] Bu deneyin videosu “Frans de Waal:
Hayvanlarda Ahlaki Davranış” başlığıyla aratılırsa internet üzerinden
izlenilebilir.
[6] Hiç kuşkusuz her bir deneyin
deseni oldukça karmaşık ve uzun uzun anlatılmaya ihtiyaç duymaktadır. Ancak bu
yazının belli bir uzunluk limiti olduğundan sadece temel bulgulardan
bahsedilmektedir. Dileyen okuyucu orijinal makalelere bakabilir.