20.05.2010

2012’de Dünyanın Sonu mu Gelecek?

 
Tabii ki hayır. Daha doğrusu böyle bir şey olacağını düşünmek için ortada makul bir sebep yok. Ama inanmak için makul sebebe ihtiyaç duymayan bir kesim ve bundan yararlanmak isteyen bir başka kesim sayesinde 2012 felaket senaryoları başını aldı gidiyor. Bilimsel ve eleştirel düşünce bir kenara bırakıldığında insanların nelere inanabileceği ve inandırılabileceğini bir kere daha göz önüne seren bu durum hakkında güvenilir kaynaklara dayanan bir bilgilendirme yazısı yazma ihtiyacı duyduk.

2012’yle ilgili senaryoların başında 21 Aralık 2012’de dünyaya Nibiru adlı bir gezegenin çarpacağı veya çok yakınından geçeceği, güneş fırtınalarının maksimum düzeye çıkacağı, veya dünyanın bazı gök cisimleriyle ve galaksinin merkeziyle aynı hat üzerine geleceği iddiası yer alıyor. Bunun sonucunda beklenen de dünyanın yok olması veya görülmemiş şiddette depremler gibi büyük felaketlere maruz kalması, böylece insanlığın ya yok olması ya da bu büyük felaketler karşısında bir bilinç sıçraması yaşaması ve yeni bir çağın başlaması. Bütün bu olayların (veya bir kısmının) yüzlerce yıl önceki Maya kehanetlerinde ve Sümer mitolojisinde haber verildiği iddia ediliyor. Habervesaire sayfası iddiaların yorumsuz bir özetini yapmış:


Ustaca yazılmış izlenimi veren ama aslında birçok dayanaksız iddiadan oluşan bir yazı da ntvmsnbc’nin sayfasında var:


İnsanların bu iddiaları ciddiye aldığını gösteren örneklerden biri felaket gününden korunmak amacıyla sığınak yerlerinin kişi başı 50,000 dolardan satılmaya başlaması ve bunlara talebin de hiç fena olmaması:


Ortada çok fazla iddia olduğu için bunların başlıcalarını kısa başlıklar halinde ele alalım.

2012’yle ilgili Maya kehanetlerinin kaynağı ve geçerliliği

2012’yle ilgili muhtemelen en popüler iddia Maya takviminin 21 Aralık 2012’de bitiyor olması, bunun da bu tarihte dünyanın sonunun veya büyük bir dönüşümün gerçekleşeceğinin habercisi olduğu, ve Mayalar’ın astronomide ve takvimcilikte çok ileri gittiği için bu kehanete güvenilebileceği. Mayalar Meksika’da ve Orta Amerika’da hala yaşayan, fakat uygarlıklarının altın çağı M.S. 250-900 yıllarına denk düşen bir halk. Mayalar’ın “uzun sayım” takvimini incelediğimizde şunu görüyoruz: En küçük birim “gün” anlamındaki kin. Bir vinal 20 kinden, bir tun (yaklaşık bir yıl) 18 vinalden, bir katun 20 tundan, bir baktun da 20 katundan oluşuyor. Bir baktun yaklaşık 394 yıl uzunluğunda. Takvim toplam 13 baktundan oluşuyor. 13 baktun tamamlandığında takvim başa dönüyor. 13 baktun da yaklaşık 5125 yıl ediyor. Mayalar takvimin başlangıcını M.Ö. 11 Ağustos 3114  kabul ediyorlar. Bu tarihin anlamı bilinmese de önemli bir göksel olaya karşılık geldiği tahmin ediliyor. Başlangıç gününden tam 13 baktun sonrası da M.S. 21 Aralık 2012’ye denk düşüyor. Fakat Maya yazıtlarında bu günün dünyanın sonu veya büyük felaketlerin başlangıcı olduğuna dair bir ibare yok. Bildiğimiz kadarıyla klasik Mayalar bir dönemin bitişi olarak bu günü önemli ve kutlanacak bir gün olarak düşünüyorlar. Zira Maya yazıtları bu günden sonra olacak olaylardan da bahsediyor ve bunlar gene gündelik olaylar. Ayrıca modern Mayalar arasında da 21 Aralık 2012’de büyük felaketlerin olacağına dair bir inanış yok. 2012’ye dair Maya kehaneti fikri göründüğü kadarıyla tamamen Batı kaynaklı ve 20. yüzyılın ürünü. Bu konuda University of Calgary arkeoloji profesörü Kathryn Reese-Taylor’la yapılmış kısa bir röportaj üniversitenin sayfasından okunabilir:


Orta Amerika Çalışmalarını İlerletme Vakfı’nın (FAMSI; Foundation for the Advancement of Mesoamerican Studies, Inc.) sayfasında Maya uzmanı Mark Van Stone’un çok daha ayrıntılı bir açıklaması var:


Maya yazıtları 2012’de dünyanın sonunun geleceğini söyleseydi bile bunu ciddiye almanın gerekip gerekmediği, bizim bugünkü yöntemlerimizle önceden göremediğimiz bir felaketi Mayalar’ın 1500 yıl önceki yöntemleriyle tahmin edip edemeyecekleri de ayrı bir soru tabii. Maya takviminin bizimkinden daha “doğru” olup olmadığıyla ilgili bir soruyu gene Stone cevaplıyor:


Bunların ışığında Maya kehanetlerinin güvenilir olduğunu düşünmek için hiçbir sebep olmadığı sonucuna varabiliriz.

Nibiru gezegeni iddialarının kaynağı ve geçerliliği

Bir diğer popüler iddia Nibiru gezegeniyle ilgili. Nibiru Sümer mitolojisinde ve Babil astronomisinde güneşin gökte en yüksekte olduğu nokta ve bazan da Jupiter veya Merkür gezegeni anlamında kullanılıyor. Bazan da gökün en yüksek noktası olarak en büyük tanrı Marduk’la özdeşleştiriliyor. Nibiru’nun modern çağda henüz keşfedilmemiş bir gezegen olduğu, güneşin çevresinde 3600 yıllık bir yörüngede döndüğü, dünyanın bu gezegenden gelmiş akıllı yaratıklar tarafından geçmişte ziyaret edildiği ve gezegenin yakında tekrar dünyanın yakınından geçeceği iddiaları ise 20. yüzyılda Sümer efsanelerinden esinlenmiş hikayeler yazan Zecharia Sitchin’den kaynaklanıyor. Sitchin iddialarını Sümer efsanelerine dayandırıyor ama bunlar Sümerologlar tarafından kabul edilmiyor. Nibiru’nun 2012’de dünyaya çarpacağı veya çok yakınından geçeceği iddiası ise medyum Nancy Lieder’a dayanıyor. Lieder aslında önce çarpışmanın 2003’te olacağını iddia etmişti ama bu gerçekleşmeyince tarih 2012’ye çekildi. 2012 tarihini Sitchin’in kabul etmediğini de belirtelim. Son yıllarda amatör astronomik gözlemlere veya bazı sahte fotoğraflara dayanarak Nibiru’nun dünyadan görülür hale geldiği haberleri İnternet’te yaygınlaştı. NASA ve diğer astronomi kurumları ise böyle bir gezegenin varolduğu iddialarını reddediyorlar. NASA’da çalışan astrobiyolog David Morrison Skeptical Inquirer dergisinin Kasım/Aralık 2009 sayısındaki yazısında son iddiaları ve soruları cevapladı:


Morrison’ın kısa bir konuşması NASA’nın sayfasından dinlenebilir:


NASA’nın diğer 2012 iddialarına cevapları:


Dolayısıyla Nibiru iddialarının güvenilir olduğunu düşünmek için de bir sebep yok. Burada dikkat çekici olan şeylerden biri şu: İnsanlar bir yandan ABD hükümetinin bir kurumu olan NASA’ya ve onun bilim adamlarına güvenmeyip NASA’dan gelen açıklamalara karşı aşırı bir şüphecilik gösterirken bir yandan da NASA’dan çok daha az güvenilmesi gereken, hiçbir bilimsel değeri olmayan İnternet kaynaklarından gelen haberlere ve fotoğraflara ve tamamen ticari amaç güden filmlere ve kitaplara şaşırtıcı bir safdillikle yaklaşıyorlar. Bu ironik durumda insanların eleştirel düşünememesinin rolü olduğu kadar hükümetlerin yıllar yılı halklarını kandırmalarının sonucu güvenilirliklerini kaybetmelerinin de rolü olduğu söylenebilir.

Felaket yaratacağı söylenen diğer astronomik olaylarla ilgili iddiaların geçerliliği

2012’de gerçekleşeceği söylenen iki astronomik olayı daha kısaca ele alalım. Bunlardan biri, yaşanacak büyük güneş patlamalarının dünyanın manyetik alanında zayıflamaya yol açacağı ve kuzey ve güney kutuplarının yer değiştireceği iddiası. Kutupların yer değiştirmesi dünya tarihi boyunca görülen olaylardan. Fakat bu genellikle binlerce yıl alan bir süreç ve dünya üzerinde herhangi bir felakete yol açmıyor. Ayrıca 2012’de birdenbire bu tür bir değişimin başlayacağını düşünmek için de bir sebep yok. Universe Today adlı astronomi blogundan bu konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi veren iki yazı:



Son olarak 21 Aralık 2012’de dünya, güneş ve galaksinin merkezinin aynı hat üzerinde yer alacağı ve bunun büyük felaketlere yol açacağı iddiasına bakalım. Modern astronomik bilgiler ışığında baktığımızda bu iddianın da hiçbir tutar tarafı yok. Birincisi, bu üçünün tamamen aynı hat üzerinde olması mümkün değil zira galaksinin merkezi dünyanın yörünge düzleminin dışında kalıyor. Ancak yaklaşık olarak aynı hat üzerinde olmaktan bahsedebiliriz. Fakat bu yaklaşık durum zaten 1998 yılında gerçekleşti ve bu hiçbir özel olaya sebep olmadı. 2012’de bu olayın bir daha gerçekleşeceği ve bu sefer özel olaylara sebep olacağı beklentisinin hiçbir temeli yok. 2012hoax sayfasından bu konuyla ilgili kısa bir yazı:


Kuşkuculuk ve bilimsel yaklaşım

Bilim adamlarının her söylediği şey doğru mudur? Herşeyden kuşkulanacaksak bilime neden kayıtsız şartsız güvenelim ki?

Aslında ilk bakışta hiç fena bir soru değil. Rasyonel kuşkuculuğun yılmaz savunucusu olan bilimsel yaklaşım sıra bilim adamlarından gelen iddiaların değerlendirilmesine geldiğinde koşulsuz güveni savunuyor olsaydı gerçekten kendi kendisiyle çelişmiş olurdu. Ama istenen şey zaten bilim adamlarının söylediği herşeye güvenmek değil. Bilim adamlarının tamamen aynı fikirde olduğu konu bulmak zordur. Bilimsel veriler genellikle tek bir sonuca kesin olarak işaret etmediği için bilim adamları aralarında hangi sonuca varmanın daha makul olduğu konusunda tartışır dururlar. Kesin bir sonuca varmayıp tartışmaların sonuçlanmasını beklemenin en makul davranış olduğu durumlar da vardır. Fakat bilimsel yöntem sonucu elde edilen veriler ve bilimsel akıl yürütme süreçleri bizi tek bir sonuca yöneltiyorsa, bu konuda bilim dünyasında mutabakat varsa, bu sonucu değil de başka bir sonucu kabul etmenin nasıl bir savunması olabilir? Bir iddiayı sırf yerleşik otoriteden geldiği gerekçesiyle reddetmek mi bizi asıl özgürleştirecek olan tavırdır, yoksa nereden gelirse gelsin her iddiayı rasyonel düşünce süzgecinden geçirdikten sonra kabul edip etmemeye karar vermek mi? Aşırı bilim kuşkucularının cevap vermesi gereken soru budur.

Savunduğumuz tavrı özetleyecek olursak: Güvenilir bilgi edinmenin uzun ve zahmetli bir süreç olduğunu unutmamak; neye inanacağımıza karar verirken sadece iddianın geldiği kaynağa bakarak karar vermemek; ortada ciddi tartışma var gibi görünüyorsa bir süreliğine kesin karara varmayı askıya almak; konuyla ilgili güvenilir kaynakları bulmak ve ciddi olarak incelemek; kaynakların hangi iddiayı desteklediğine ancak bundan sonra karar vermek; vardığımız sonuçların gene de tartışmaya açık olabileceğini aklımızda bulundurmak; bu sonuçları başkalarıyla paylaşmaya, tartışmaya ve gerektiğinde değiştirmeye hazırlıklı olmak.

Eleştirel düşünce ve bilimsel yaklaşım dediğimiz budur. En temel varsayımı da insan aklına güvenmektir.



18.05.2010

Alman Lisesi ve İzmir Evrim Kursu İzlenimleri




Bu yazıyı kendim (Hasan Bahçekapılı) adına yazıyorum zira izlenimler sadece benim izlenimlerim.

İki hafta önce evrimle ilgili iki sunum yaptım. İlki 4 Mayıs’ta İstanbul Alman Lisesi’nde resmi adı “Moleküler Biyoloji, Genetik, Bilim Felsefesi” olan seminerler dizisi dahilindeydi. Resmi adı buydu diyorum zira seminerler dizisinin asıl konusu evrim teorisiydi. Etkinliğin adında “evrim teorisi” gibi sakıncalı bir konu geçtiğinde Milli Eğitim Bakanlığı’ndan izin almak mümkün olmadığı için lise böyle bir adı uygun bulmuş. Gene öğrendiğime göre Celal Şengör de Milli Eğitim’in sakıncalı konuşmacılar listesindeymiş.

Milli Eğitim’in evrim ve bilim karşısındaki tavrına ve bunun sonucunda birçok ilköğretim kurumu ve lisedeki bilimsel anlayış düzeyine kızıp üzülebiliriz. Fakat ben bu duruma rağmen en azından bazı liselerin dışarıdan akademisyenleri davet ederek öğrencilerine çeşitli bilim dallarındaki son gelişmeleri öğrenme fırsatı sağlamasını yeterince sevindirici buldum. Daha da sevindirici olanı böyle bir etkinliği düzenleme fikrinin ve girişiminin öğrencilerden gelmesiydi. Daha önce Bilim ve Ütopya’nın etkinliklerinde yaptığım “Bilim Felsefesi Açısından Akıllı Tasarım Düşüncesi” başlıklı konuşmayı Alman Lisesi’nde de yapmam için benle ilk temasa geçen ve daha sonra konuşmaların organizasyonunu yapan Can Sönmezer adlı öğrenciydi. Bunu üniversitede bölümdeki arkadaşlarıma anlattığımda onlar da şaşkınlık ve takdirlerini ifade ettiler. Konuşmadan birkaç gün önce lisenin felsefe öğretmeni Serap Parmaksızoğlu tarafından da resmen davet edildim.

Konuşma benim açımdan gayet tatmin edici geçti. Öğrenciler lise düzeyi için biraz ağır sayılabilecek bir saatten uzun bir konuşmayı pür dikkat dinlediler ve arkasından da gayet akıllıca sorular sordular. Bilimsel ve felsefi konulara böyle bir ilgi ve öğrenme isteğini ben üniversite öğrencilerinde bile seyrek görüyorum. Dolayısıyla karşımda uyuklayan öğrenci görmeyi artık kanıksamaya başlamış biri olarak beni Türkiye’nin bilimsel geleceği konusunda yeniden umutlandıran bir tecrübeydi Alman Lisesi etkinliği. Öncelikle beni davet eden Can Sönmezer’e, ayrıca konuşmadan önce ve sonra konukseverlik gösteren Türk Müdür Başyardımcısı Güneş Yetiş’e ve Serap Parmaksızoğlu’ya tekrar teşekkürlerimi sunuyorum.

Haftanın ikinci etkinliği Bilim ve Ütopya’nın üçüncüsünü İzmir’de düzenlediği Evrim Kursu’ydu. Kurs bağlamında 8 Mayıs günü “Evrimsel Psikolojiye Giriş: Temel Kavramlar, Bulgular, Tartışmalar” başlıklı konuşmayı yaptım. Aslında öncelikle kursun kendisinden birkaç gün önce kurs etrafında dönen tartışmadan kısaca bahsetmek gerekiyor. Vakit Gazetesi’nin İnternet organı habervaktim.com sayfası 3 Mayıs’ta “İzmir ‘Evrim’ kıskacında!” başlığıyla Evrim Kursu’yla ilgili ilginç bir haber yazısı yayınladı:


“Üniversite eğitimi kimlere emanet” ibaresi altında kendi adımı görmeyi doğrusu oldukça eğlenceli buldum. Fakat bazı arkadaşlarım ve öğrencilerim bunun hedef gösterme olarak görülebileceğini düşünüp endişelendiler. Bilim ve Ütopya da gülüp geçilemeyecek bir haber olduğunu düşünmüş ki 5 Mayıs’ta cevap niteliğinde bir açıklama yaptı:


Ben olay herhalde daha uzamaz diye düşünüyordum ama habervaktim.com hemen arkasından bir yazı daha yayınladı. Hem de “Evrimciler hedef gösterdi!” başlığıyla:


Bilim ve Ütopya’nın açıklamasını “pişkinlik”, “alçaklık”, “skandal” nitelendirmeleriyle yorumlayan bu haber bir Freud’cunun aklına hemen “projection” denen savunma mekanizmasını getirirdi herhalde. “Bu adamlar ciddi mi yoksa okuyucularını aptal mı zannediyorlar” sorusu biraz kafamı meşgul ettiyse de daha sonra sosyal veya klinik psikolog olmadığımı, dolayısıyla olaya tatmin edici bir açıklama getirmemin gerekmediğini hatırlayarak rahatladım ve kendi işlerime döndüm.

Kursun kendisine beklendiği kadar katılım olmadı. Bilim ve Ütopya yetkililerinden öğrendiğime göre bunun ana sebebi o gün İzmir’de evrimle ilgili bir etkinlik daha olmasıymış. Fakat gene de karşımda ilgili ve sorgulayıcı bir dinleyici topluluğu buldum. Psikolojik konulara yeni gelişmekte olan bir yaklaşım olarak tanıttığım evrimsel psikoloji bazılarınca çok ilginç bulunurken bazılarınca fazlasıyla spekülatif bulundu. Sonradan düşününce fark ettim ki aslında ikisi de çok yanlış değerlendirmeler değil. Bilimsel gelişimin bazı aşamalarında spekülasyona da ihtiyaç olduğunu aklımızda bulundurursak spekülasyonla sağlam bilgiyi nasıl ayırt edeceğimizi bildiğimiz sürece evrimsel psikoloji takip edilmeye değer bir akım. Kurs sırasında ve sonrasında konukseverlik gösteren Bilim ve Ütopya ekibine ve gönüllülerine tekrar teşekkür ediyorum.

Bilim dergilerini ve bilim bloglarını takip edenlerin farkında olduğu gibi evrim teorisi bilim dünyasının en aktif ve en hızlı gelişen alanlarından biri. Üniversite dışında yapılan akademik konuşmalar birincil kaynakları takip edebilecek bilgi birikimine sahip olmayanların bu gelişmeleri öğrenmesi için iyi bir fırsat olduğu gibi aslında konuşmayı yapanın kendisi için de bir öğrenme fırsatı. Zira bir konuyu uzman olmayan kişilere anlatmak uzmanlara anlatmaktan çok daha fazla maharet istiyor. En azından kendi adıma konuşma (ve blog yazısı) hazırlarken çok şey öğrendiğimi ve konuyu daha iyi anladığımı söyleyebilirim. Umarım beni dinleyenlerin çoğunluğu da salondan benzer bir öğrenmişlik hissiyle ayrılıyorlardır.



12.05.2010

Neandertaller ve Biz

 
Geçen haftanın bilim dünyasındaki en flaş haberi hiç kuşkusuz Leipzig’deki Max Planck Institute for Evolutionary Anthropology’den Svante Pääbo önderliğindeki uluslararası bir ekibin Neandertal insanı genomunun taslağını yayınlamasıydı. Taslağın en ilgi çekici yönü de modern insan (Homo sapiens) ile Neandertal insanı arasında gen alışverişi olduğunu göstermesiydi. Diğer bir ifadeyle bu iki insan grubu arasında zamanında çiftleşme olmuş ve günümüzde en azından bir grup insan kısmen Neandertal genleri taşıyor. Bu aynı zamanda iki grubun genellikle farzedildiği gibi ayrı türler olmayıp aynı türün alt grupları olduğu anlamına da geliyor. Science dergisinde yayınlanan iki rapor ve konuyla ilgili diğer haberlere şu sayfadan ulaşılabilir:

Son moleküler bulgular ışığında Neandertal insanıyla modern insanın son ortak atasının 270 ila 440 bin yıl önce yaşadığı tahmin ediliyor. 30,000 yıl kadar önce de Neandertaller yok oldular. Genomlarımızın yüzde 99.84’ü aynı. İlk bulunan fosil örneklerinden biri 1856’da Almanya’nın Neander Vadisi’nden (Neander Thal) geldiği için Homo neanderthalensis adı verilmiş. Daha sonra Almanca’da “vadi” anlamına gelen kelime “tal” şeklinde yazılmaya başladığı için türün ismi de zaman içinde Neanderthal’den Neandertal’e dönmüş. Neandertal fosillerine kuzeyi hariç bütün Avrupa’da, ayrıca Orta Doğu’nun ve Orta Asya’nın bazı kısımlarında rastlanıyor.

Pääbo ekibinin daha önce Neandertal mitokondriyel DNA’sı üzerinde yaptığı karşılaştırma Neandertaller’in modern insanın mitokondriyel DNA’sına herhangi bir katkı yapmadığını göstermişti. Fakat mitokondriyel DNA nükleer DNA’ya göre çok küçük olduğu için buradan gen alışverişi olup olmadığıyla ilgili kesin bir sonuç çıkmayacağı biliniyordu. Pääbo ekibi bu sefer Hırvatistan’daki Vindija Mağarası’nda bulunan 38–44 bin yıllık üç Neandertal’in kemiklerinden hareketle nükleustaki (hücre çekirdeği) DNA’ları karşılaştırmış. 5 yıl önce başlayan bu proje Neandertal genomunun ancak yüzde 60’ını tarayabilmiş. 4 milyardan fazla nükleotit incelenmiş. Doğru dizilimden emin olmak için bugünkü şempanze ve insan genomları referans olarak kullanılmış.

Yeterince güvenilir bir dizilim ortaya çıktıktan sonra Neandertal genomu Fransa, Çin, Papua Yeni Gine, Güney Afrika (San) ve Batı Afrika’dan (Yoruba) beş modern insanın genomuyla karşılaştırılmış. Avrupa, Asya ve Okyanusya genomları Neandertaller’le yüzde 1–4 arası ortaklık gösterirken iki Afrikalı genomu herhangi bir ortaklık göstermemiş. Burada ilginç olan Neandertal kalıntılarının hiçbir zaman Çin ve Papua Yeni Gine kadar doğuda bulunmamasına rağmen buralarda yaşayan modern insanların Neandertaller’e Avrupalılar’la aynı ölçüde benzemesi. Bundan haraketle araştırmacılar modern insanların Afrika’yı yaklaşık 100,000 yıl önce terk ettikten sonra, muhtemelen Orta Doğu’da veya Doğu Akdeniz’de, 45–80 bin yıl önce Neandertaller’le gen alışverişi yaptığını düşünüyorlar. Bu bulgu aynı zamanda Neandertaller’in modern Asyalı ve Avrupalı insanlara Sahra-altı Afrikalılar’dan daha yakın olduğunu gösteriyor.

Tabii bütün modern insanlarda ortak olan ve bizi Neandertaller’den ayıran genler de var. Araştırmacılar kodlanan proteinde farklılık yaratan 78 nükleotit farklılığı saptamış. Bunların bazılarının enerji metabolizması, yaraların iyilişmesi, bilişsel gelişim, iskelet gelişimi, sperma hareketliliği ve deri fizyolojisiyle ilgili olduğu biliniyor. Mesela bilişsel gelişimle ilgili genlerin mutasyonunun Down sendromu, şizofreni ve otizmle bağlantısı var. Diğer farkların neyle ilgili olduğu ve modern insanlara herhangi bir avantaj sağladığı için mi seçilime uğradığı henüz cevaplanmamış sorular. Bunun cevabının verilmesi neden Neandertaller’in yok olduğunu ve tek insan türü olarak Homo sapiens’in kaldığını da açıklayabilir.

Bulgular modern insanın evrimiyle ilgili iki rakip teori arasındaki tartışmayı da yeniden alevlendirdi. Genel olarak kabul edilen “Afrika’dan Dışarı” (Out of Africa) teorisine göre modern insan (Homo sapiens) 200,000 yıl önce Afrika’da ortaya çıktı ve 100,000 yıl kadar önce Afrika’dan dünyanın diğer kısımlarına yayılmaya başladı. Bu süreçte Homo cinsinin diğer türleri modern insanın gen havuzuna herhangi bir katkıda bulunmadan yok oldular. Bu görüşün baş savunucusu İngiliz antropolog Chris Stringer yeni bulguların teorinin tamamen doğru olamayacağını gösterdiğini kabul ediyor. Rakip teori olan “Çokbölgeli Evrim” (Multiregional Evolution) teorisi ise modern insanın dünyanın değişik bölgelerinde değişik Homo türlerinin karışmasıyla ortaya çıktığını, yani sadece Afrika kökenli olmadığını söylüyor. Bu görüşün baş savunucusu ABD’li antropolog Milford Wolpoff yeni bulguların kendi teorisini desteklediğini söylüyor. Fakat muhtemelen paleoantropologların çoğunluğu hala Afrika’dan Dışarı teorisine yakın durmaya devam ediyorlar.

Konuyla ilgili daha ayrıntılı ama çok teknik olmayan bilgi almak isteyenler aşağıdaki sayfalara göz atabilirler.

Science dergisinden Ann Gibbon’ın dergide yayınlanan iki raporla ilgili haberi:

Close Encounters of the Prehistoric Kind

Scientific American’dan Kate Wong’un haberi:

Neandertal Genome Study Reveals That We Have a Little Caveman in Us

Nature News’dan bir haber:

European and Asian genomes have traces of Neanderthal

Son olarak İnternet’teki en popüler bilim bloglarının ikisinden nispeten uzun yorumlar. İlki paleoantropolog John Hawks’un blogundan:

NEANDERTALS LIVE!

Ve bilim yazarı Carl Zimmer’ın blogu:

Skull Caps and Genomes




6.05.2010

Evrimsel Psikolojiye Giriş: Temel Kavramlar, Bulgular, Tartışmalar

 
Bu yazı Bilim ve Ütopya, Mayıs 2010 sayısında Hasan G. Bahçekapılı imzasıyla yayımlandı.

Evrimsel psikoloji geniş anlamıyla psikolojik konulara evrimsel açıdan yaklaşan, yani zihinsel ve davranışsal süreçlerin evrimsel kökenini araştıran her türlü disipline verilebilecek isim. Dar anlamıyla evrimsel psikoloji ise evrimsel biyolojideki adaptasyoncu yaklaşımı psikolojik konulara taşıyan ve psikolojik mekanizmalarla ilgili bazı ek varsayımlar yapan özel bir disiplinin adı. Özellikle son 20 yılda psikolojiye evrimsel yaklaşımın popülerleşmesine sebep olan dar anlamıyla evrimsel psikoloji olduğu için bu yazıda tanıtılacak olan bu özel disiplin olacak. Bu disiplinin önemli temsilcileri arasında birçok adaptasyondan oluşan modüler zihin anlayışının teorik temellerini ortaya koyan John Tooby ve Leda Cosmides’i, erkek ve kadınların eş seçimi kriterlerini inceleyen David Buss’ı, aile içi ilişkiler ve şiddet konusunda araştırma yapan Martin Daly ve Margo Wilson’ı ve psikolinguist Steven Pinker’ı sayabiliriz.

Tarihsel gelişim

Bütün modern evrimsel yaklaşımlar gibi evrimsel psikolojinin de çıkış noktası Charles Darwin’in doğal ve eşeysel seçilime dayalı evrim teorisi. Bunun yanında evrimsel biyolojide özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan teorik gelişmeler de evrimsel psikolojinin gelişimine zemin hazırladı. Bu gelişmelerin arasında William Hamilton’ın kapsayıcı uyumluluk (inclusive fitness) ve akraba seçilimi (kin selection) fikrini, George Williams’ın grup seçilimi fikrinin gerilemesine sebep olan ve adaptasyonların saptanma kriterlerini belirleyen kitaplarını, Robert Trivers’ın karşılıklı özgecilik (reciprocal altruism), ebeveyn yatırımı (parental investment) ve ebeveyn-yavru çatışması (parent-offspring conflict) teorilerini, ve John Maynard-Smith’in ekonomiden evrimsel biyolojiye taşıdığı oyun teorisini ve evrimsel açıdan dengeli strateji (evolutionarily stable strategy) kavramını sayabiliriz. Ayrıca yeni bir fikir içermese de Edward Wilson’ın sosyal davranışın evrimsel temelleriyle ilgili devasa bir sentez olan Sociobiology kitabının ve Richard Dawkins’in bütün bu fikirleri popülerleştirip yeni bir bakış açısıyla sunduğu The Selfish Gene kitabının da evrimsel psikolojinin gelişimini etkilediği söylenebilir.

Temel kavramlar

Bir araştırma programı olarak evrimsel psikolojinin temel amacı evrimsel sürecin ürünü olan ve davranışı yönlendiren psikolojik mekanizmaları saptamak. Psikolojik mekanizma denince kastedilen dil edinme becerisi, yılan korkusunu öğrenme eğilimi, akrabaları tanıma becerisi, karşı cinsin bazı özelliklerini çekici bulma eğilimi, başkalarının duygularını ve niyetlerini tahmin edebilme yeteneği gibi zihinsel kapasiteler. Evrimsel psikologlar bu psikolojik mekanizmaların çoğunun geçmişte hayatta kalmayla ve üremeyle ilgili sorunların çözümünü sağlamış adaptasyonlar olduğu varsayımından hareket ediyorlar.

Diğer bir varsayım zihnin bu türden birçok özelleşmiş psikolojik adaptasyondan oluşuyor olması. Evrimsel psikologlara göre insanlarda evrimleştikleri çevre şartlarında karşılaştıkları birçok farklı adaptif problemin çözümüne yönelik farklı adaptasyonlar ortaya çıktı. Bu yüzden zihin genel problem çözümüne yönelik tek bir mekanizmadan oluşmak yerine özel problemlerin çözümüne yönelik birçok farklı mekanizmadan oluşuyor olmalı. Bu görüş bilişsel bilimlerde “modüler zihin” denen görüşün bir uzantısı. Diğer bir ifadeyle, vücutta nasıl farklı işlevler göre farklı organlar varsa zihin de bu türden farklı adaptasyonlardan oluşuyor olmalı.

Evrimsel psikologların yaptığı kavramsal ayrımlardan biri de psikolojik (proximate) açıklama düzeyiyle evrimsel (ultimate) açıklama düzeyi arasında. Bunlardan birincisi mekanizmanın bilişsel ve beyinsel düzeyde nasıl çalıştığı sorusuyla ilgiliyken ikincisi neden var olduğu, neden evrimsel süreçte seçildiği sorusuyla ilgili. Mesela insanların afet durumlarında akrabalarını kayırma davranışı göstermelerinin arkasındaki psikolojik mekanizma duygusal yakınlık hissiyken bu davranışın evrimsel düzeydeki açıklaması genlerin devamını sağlaması olabilir. Evrimsel düzeydeki açıklama psikolojik düzeyde bir iddiada bulunmaz. Dolayısıyla bu davranışın genlerin devamını sağlamaya yönelik olduğunu söylemek insanların bilinçli veya bilinçsiz olarak böyle bir motivasyona sahip oldukları anlamına gelmez. Tatmin edici bir evrimsel psikolojik teori iki düzeydeki soruya da cevap verebilmelidir.

Evrimsel sürecin ürünleri: Adaptasyonlar, yan ürünler, rastgele ürünler

Evrimsel biyolojideki adaptasyoncu geleneğe göre evrimsel sürecin üç ayrı ürünü vardır. Biyolojik bir özellik ya doğal seçimin doğrudan ürünü olan bir adaptasyondur, ya bir adaptasyonun yan ürünüdür, ya da rastgele ortaya çıkmış bir üründür. Bunlara şöyle bir basit biyolojik örnek verebiliriz: Göbek bağı embriyon ile plasenta arasındaki kimyasal madde alış verişini sağlayan ve bunu sağladığı için evrimsel süreç içinde seçilmiş bir adaptasyondur. Göbek deliği özel bir işlevi olmamasına rağmen göbek bağına sahip bütün türlerde görülen ve onun yan ürünü olan bir özelliktir. Göbek deliğinin özel şekli ise bireyden bireye değişen, evrimsel ve gelişimsel tarih içinde kazayla ortaya çıkmış olaylara dayanan ve özel bir açıklaması verilemeyecek olan rastgele bir özelliktir. Bu üçlü ayrıma verilebilecek basit bir psikolojik örnek yılan korkusu olabilir. Yılan korkusu geçmişte hayatta kalma şansını arttırdığı için seçilmiş bir adaptasyondur. Yılana benzer cisimlerden (mesela kıvrılarak hareket eden bir hortumdan) korkmak ise o adaptasyonun herhangi bir yararı olmayan bir yan ürünüdür. Güneş ışığından korkmak ise türün üyelerinin çok küçük bir kısmında görülen, herhangi bir adaptasyonla ilişkili olmayan bir rastgele üründür.

Bir özelliğin adaptasyon olduğunun iddia edilmesi her zaman sorunlu olmuştur. George Williams’dan sonra kabul edilen kriterlere göre bir özelliğe adaptasyon diyebilmemiz için her şeyden önce genetik bir temelinin olduğunun ya doğrudan ya da dolaylı olarak gösterilmesi gerekir. Diğer bir kritere göre adaptasyonlar (belli bir cinse özgü olanlar hariç) genellikle türün bütün üyelerinde vardır. Adaptasyonların doğuştan var olması gerekmez ama gelişim sürecinde tutarlı olarak ortaya çıkarlar. Son olarak adaptasyonlar bir işlev için özel olarak tasarlanmış izlenimi verirler: Genellikle karmaşık yapıları vardır ve bir problemi etkili, ekonomik ve tutarlı bir şekilde çözerler.

Kriterler belirlenmiş olsa da bu kriterlerle ilgili verilerde önemli eksiklikler olduğu için birçok psikolojik mekanizmanın adaptasyon olup olmadığıyla ilgili tartışmalar sürmektedir. Bu tartışmaların en ünlülerinden biri dille ilgili olandır. Yaklaşık 20 yıldır psikolog Steven Pinker ve dilbilimci Ray Jackendoff gibi araştırmacılar dilin insanın ihtiyaç duyduğu türden etkili iletişimi sağlayan bir adaptasyon olduğunu savunurken dilbilimci Noam Chomsky ve psikolog Marc Hauser dilin daha temel bilişsel kapasitelerin bir yan ürünü olduğunu savunmaktadır.

Adaptasyon örnekleri

Teorik argümanlara ve ampirik bulgulara dayanılarak adaptasyon olduğu iddia edilmiş psikolojik mekanizmalara iki örnek verelim. Biri erkekte görülen romantik kıskançlık türü.  Evrimsel başarı (fitness) açısından bir organizmanın başına gelebilecek en kötü şey yavru edinememek ve bilmeden başkasının yavrusuna yatırım yapmaktır. Özellikle döllenmenin dişinin vücudu içinde gerçekleştiği türlerde yavrunun babalığı konusundaki belirsizlik erkek için çözülmesi gereken bir adaptif sorundur. Bu yüzden bazı evrimsel psikologlara göre insanlarda erkek cinsinde eşin veya partnerin cinsel sadakatsizliğini saptamaya ve önlemeye yönelik bir mekanizma adaptasyon olarak ortaya çıkmıştır. Bu mekanizma tetiklendiğinde kıskançlık gibi duygular ve şiddet eğilimi gibi davranışlar üreterek eşin sadakatsizliğini önlemeye çalışır. Erkeklerin genellikle cinsel aldatmadan, kadınlarınsa daha çok duygusal aldatmadan rahatsız olması erkeğe özgü bu mekanizmanın varlığına destek olarak sunulmuştur.

İkinci bir adaptasyon örneği fikri teoriye dayalı akıl yürütmeden değil doğrudan bir günlük hayat gözleminden kaynaklanmıştır. Hamile kadınların özellikle hamileliğin ilk dönemlerinde sık sık midelerinin bulandığı ve bazı yiyeceklere karşı aşırı hassasiyet geliştirdikleri öteden beri bilinir. Bu durum genellikle hamilelik sırasında salgılanan hormonların istenmeyen yan etkisi olarak yorumlanmıştır. Fakat bazı evrimsel psikologlara göre bu durum aslında anneyi embriyona zarar verebilecek bazı yiyecekleri yemekten alıkoymaya yönelik, yeme davranışıyla ilgili bir adaptasyondur.  Ayrıntıya girmeden özetlemek gerekirse, özel olarak embriyona zarar verebilecek yiyeceklere karşı bir hassasiyet oluşması, özel olarak embriyonun hayati organlarının gelişmekte olduğu dönemde bu hassasiyetin şiddetli olması, bu hassasiyetin incelenen bütün kültürlerde görülmesi, ve hassasiyetin daha şiddetli görüldüğü kadınlarda hamilelik başarısının daha yüksek olması bu adaptasyoncu teze destek sağlayan bulgular olarak sunulmuştur.

Evrimsel psikolojide analiz düzeyleri

Evrimsel psikolojideki teoriler, hipotezler ve tahminler arasındaki hiyerarşik ilişkilerle ilgili şöyle bir örnek verebiliriz: En temeldeki teori doğal seçilim yoluyla evrim teorisidir. Daha üst düzey teoriler bu teoriyle uyumlu olmak zorundadır ama doğrudan o teorinin bir sonucu değildir. Mesela Trivers’ın ebeveyn yatırımı teorisi böyle bir teoridir. Evrim teorisinin üstüne bazı ek varsayımlar yaparak ebeveyn yatırımı teorisini elde ederiz. Ebeveyn yatırımı teorisinin yanlış çıkması evrim teorisinin de yanlış olduğu anlamına gelmez. Ebeveyn yatırımı teorisinden de daha özel hipotezler türetilebilir. İkisi arasındaki ilişki gene aynıdır: Hipotez teoriyle uyumlu olmak zorundadır ama onun zorunlu bir sonucu değildir. Bu tür bir hipoteze örnek olarak kadınların eş seçimi sırasında kaynak aktarımı yapabilecek erkekleri tercih ettiği hipotezini verebiliriz. Son olarak hipotezden de doğrudan gözlem yoluyla test edilebilecek tahminler türetilebilir. Bu tür bir tahmin örneği kadınların toplumdaki yüksek statülü erkekleri çekici bulacağı tahminidir. Tahminin doğru çıkması hipotezi dolaylı olarak destekler. Hipotezin desteklenmesi de gene dolaylı olarak teoriye güvenimizi arttırır. Yukarıda saydığımız ilişkileri şematik olarak şöyle ifade edebiliriz:

Genel evrim teorisi (doğal seçilim yoluyla evrim)
  à Ebeveyn yatırımı teorisi
    à Kadınların kaynak aktarımı yapabilecek erkekleri tercih ettiği hipotezi
      à Kadınların yüksek statülü erkekleri çekici bulacağı tahmini

Psikolojik mekanizmaların işleyişi

Psikolojik mekanizmaları çevresel etkiler tetikler. Bu mekanizmalar bilgi işleyen birimler olarak düşünülebilir. Her mekanizma ayrı bir problemin çözümüyle ilgili olduğu için değişik çevresel etkiler değişik mekanizmaları harekete geçirir. Bu mekanizmaların “Eğer à Öyleyse” şeklindeki karar verme kurallarına göre çalıştıkları söylenebilir. Yani mekanizmalar refleksler gibi her etkiye tek bir sabit tepki verecek şekilde çalışmazlar. Ortam şartlarına duyarlıdırlar. Mesela yılan korkusunun harekete geçmesi zorunlu olarak tek bir davranışa yol açmaz. Ortama göre kaçma, saldırma veya sessiz kalma davranışlarına yol açabilir. Bunların her biri yerine göre adaptif olabilir. Evrimsel psikologlara göre bu türden mekanizmaların sayısının fazla olması bu mekanizmaların tepkilerinin arasındaki olası uyumsuzlukları giderme zorunluluğuna yol açar ve bu da davranışta daha büyük bir esnekliği sağlar. Yani bu mekanizmaları bir tür içgüdü diye düşünürsek insanlar diğer hayvanlara göre daha az içgüdüye değil tam tersine daha çok içgüdüye sahip oldukları için çevresel ve sosyal şartlara daha kolay uyum sağlama becerisine sahiptirler.

Çevrenin, öğrenmenin ve kültürün rolü

Bazı eleştirmenlerin iddiasının aksine evrimsel psikoloji davranışın ortaya çıkmasında çevrenin rolünü yadsımaz. Çevrenin davranış üzerinde üç ayrı düzeyde vazgeçilmez bir etkisi vardır. Çevre ilk olarak evrimsel tarihte adaptasyonların oluşmasını sağlayan seçici faktördür. Aynı zamanda bireyin gelişim sürecinde adaptasyonun normal gelişimini sağlayan girdileri sağlar. Son olarak, adaptasyonu “şimdi ve burada” harekete geçiren girdiler de çevreden gelir.

Doğuştan gelen adaptasyonların önemini vurguladığı için evrimsel psikolojide öğrenme kavramı da zaman zaman tartışmalara neden olur. Bu konudaki en tutarlı görüş insandaki birçok davranışın doğuştan gelmeyip öğrenme sonucunda ortaya çıktığı, ama öğrenmeyi sağlayan şeyin evrimleşmiş psikolojik mekanizmalar olduğudur. Mesela yılan korkusu doğuştan gelmez. Öğrenme sonucunda ortaya çıkar. Ama evrimsel psikologlara göre yılan korkusunu kolayca öğrenmeyi sağlayan (ve bazı durumlarda patolojik davranışa yol açabilen) özel bir psikolojik mekanizma vardır. Dolaysıyla şu veya bu davranışın evrimin mi yoksa öğrenmenin mi ürünü olduğu sorusu anlamlı bir soru değildir. Cevap her zaman ikisinin de vazgeçilmez bir rolü olduğudur. Bu bakımdan evrimsel psikoloji davranış konusunda gerçek anlamda etkileşimci bir görüşü savunur.

Son olarak, davranışın ortaya çıkmasında çevresel etki önemli olduğundan evrimsel psikoloji kültürel farklılıklara da önem verir. Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Erkek için prestij sahibi olmak önemlidir zira bu, kadınların eş seçiminde dikkate aldıkları kriterlerden biridir. Bu yüzden erkeklerde muhtemelen prestij sahibi olmaya yönelik bir psikolojik mekanizma vardır. Ama prestij kriterleri kültürden kültüre farklılık gösterir ve dolayısıyla herkes kendi kültürünün özel prestij kriterlerini öğrenmek zorundadır. Buna bağlı olarak prestij elde etmek için gereken davranışlar da kültürden kültüre değişir. Buradan görülebileceği gibi evrimsel ve kültürel açıklamalar birbiriyle çatışan açıklamalar olmak zorunda değildir. Tam tersine, birbirini tamamlayıcı açıklamalar olabilirler.

Sonuç

Evrimsel yaklaşım psikolojinin ve diğer davranış bilimlerinin bütün alt alanlarını ortak bir teorik temelde bir araya getirme ve bütünsel bir paradigma oluşturma potansiyeline sahip bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın son yıllardaki en popüler şekli dar anlamıyla evrimsel psikoloji denen ve bu yazıda tanıtılan akımdır. Evrimsel psikolojinin bazı teorik varsayımları ve adaptasyonlarla ilgili bazı ampirik iddiaları zaman zaman eleştiriye uğramaktadır. Bu eleştirilerin bazan sertleşmesinde evrimsel psikologların ara sıra takındıkları dogmatik tavrın da rolü olduğunu kabul etmek gerekir. Fakat evrimsel psikoloji kendi meşruiyetini savunma aşamasını geçip diğer evrimsel yaklaşımlarla verimli işbirliğine girmeye başladığında hem ampirik bilginin gelişmesi hem de alanlar arasında teorik bütünleşmenin oluşması daha hızlı bir şekilde gerçekleşebilecektir.

Kaynaklar

Confer, J. C., Easton, J. A., Fleischman, D. S., Goetz, C. D., Lewis, D. M. G., Perilloux, C., & Buss, D. M. (2010). Evolutionary psychology: Controversies, questions, prospects, and limitations. American Psychologist, 65, 110-126.

Evans, D., & Zarate, O. (2004). Evrimsel psikolojiye giriş (Çeviren: Hakan Çetinkaya). Ankara: Türk Psikologlar Derneği.

Adalet Duygusu Sonradan mı Ortaya Çıktı?



Yaklaşık 10.000 yıl önce insanlar sadece akrabalarının değil yabancıların da bulunduğu büyük topluluklar içinde yaşamaya başladı. Bu türden büyük topluluklar içinde yaşamak yabancılarla karşılıklı olarak sıkça yardımlaşmayı ve kar etmeye dayanan ilişkiler kurmayı da beraberinde getirdi. Son yıllarda ekonomik oyunlar kullanılarak yapılan araştırmalar insanların hiç tanımadıkları ve bir daha karşılaşmayacaklarını bildikleri kişilerle işbirliğine giriştiğini ve bu ilişki sırasında adil olmayan bir davranışla karşılaştıklarında kendilerine para kaybettirse bile bu davranışı cezalandırdığını göstermiştir (Fehr & Fischbacher, 2003). Bu durum insanların “adalet duygusu” (sense of fairness) gibi bir psikolojik mekanizmaya sahip olduğu fikrinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Fakat adalet duygusunun insanlık tarihi içinde nasıl evrimleştiği konusu bilim dünyasında hala tartışılmaktadır. “Adalet duygusu, ilişkilerin sıkı sıkıya bağlı olduğu avcı-toplayıcı gruplarda yaşadığımız en eski günlerimizden kalma bir özelliğimiz mi yoksa toplumun evrimleşmesiyle ortaya çıkan nispeten yeni bir özellik mi?” sorusu da bu tartışmanın bir parçası.

Geçen ay Science dergisinde antropolog Joseph Henrich ve arkadaşlarının tam da bu soruya cevap vermeye çalışan yeni bir çalışması yayımlandı.


Çalışma adalet duygusunun evrimi ile iki önemli faktörün arasındaki bağlantıyı göstermeyi amaçlıyor. Grubun bu çalışmayı yaparkenki çıkış noktası, büyük gruplarda işbirliğinin ortaya çıkması ve devam ettirilebilmesi için gereken şeyin adil olmayı ve güven duygusunu geliştirmeyi sağlayacak normlar olduğu fikridir. Bu türden normların ortaya çıkmasıyla iki önemli faktörün toplum içinde yayılması arasında bağlantı olduğunu savunmaktadırlar: büyük gruplarda mal alış-verişinin yaygınlaşması ve küresel dinlerin yayılması.

Günümüzde yabancılarla yapılan alış-verişin yaygınlığı ve sıklığı herkes tarafından bilinen bir gerçek. Fakat insan olmayan primatlar ve küçük gruplarda yaşayanlarla yapılan çalışmalar, evrimsel tarih boyunca lokal gruplar dışında gerçekleştirilen alış-verişin güvensizlik ve sömürülme tehdidi korkusuyla yapıldığı fikrini vermektedir. Bu nedenle Henrich ve arkadaşlarının ilk hipotezi “mal alış-verişi normları”nın, akrabalık, karşılıklılık (reciprocity), statü gibi sosyal ilişkilerin yetersiz kaldığı durumlarda, karşılıklı kar sağlayan ilişkilerin devam ettirilebilmesini sağlamak adına ortaya çıkmış olabileceği ve bunun toplumsal evrimin bir parçası olarak evrimleşmiş olabileceği yönündedir. İkinci hipotez ise bazı dinsel kurumların, inançların ve davranışların, büyük ölçekli grupların oluşumunu ve yaygın mal alış-verişini sağlayan normlarla birlikte evrimleşmiş olabileceği fikridir. Bu fikirle uyumlu olarak, etnografik veriler ahlaki kurallar koyan dinlerin ortaya çıkışının toplulukların boyutları ve karmaşıklığının artmasıyla arttığını göstermektedir. Ayrıca bazı deneysel çalışmalar inançlı kişilere dinsel kavramların örtük olarak hatırlatılmasının bu kişilerde yabancılara karşı daha fazla adil olma eğilimini ortaya çıkarttığını göstermektedir.

Bu araştırma, görece büyük toplulukların mensubu olan Afrikalı çobanlar, Kolombiyalı balıkçılar ve Missouri’li gündelikçi işçilerin de içinde bulunduğu 15 farklı toplulukta yaşayan kişilerden oluşmaktadır. Katılımcıların adaletsizliği cezalandırmaya ne kadar eğilimli olduğunu test etmek amacıyla yola çıkılmış ve katılımcılara 3 farklı oyun oynatılmıştır. Birinci oyun katılımcının bir miktar parayı (burada o kişinin normal hayatında bir günde kazandığı miktarda parayı) hiç tanımadığı, görmediği ve bir daha da karşılaşmayacağı bir kişiyle bölüşeceği Diktatör oyunudur (Dictator Game). İkinci oyun katılımcının bir miktar parayı (yine anonim ve tek seferli olarak etkileşime geçtiği) karşısındaki oyuncuya teklif ettiği, fakat karşısındaki oyuncu bu teklifi reddederse iki tarafın da para kazanamayacağı Ültimatom oyunudur (Ultimatum Game). Üçüncü oyun ise yine katılımcının bir miktar parayı karşısındaki oyuncuya teklif ettiği fakat bu defa üçüncü bir kişinin bu teklifin adil olmadığını düşündüğü anda cebinden para ödeyerek bu teklifi cezalandıracağı ve bu nedenle teklif yapan oyuncunun para kaybedeceği Üçüncü Taraf oyunudur (Third Party Punishment Game). Ültimatom ve Üçüncü Taraf oyununda adil olmayanı reddeden/cezalandıran kişi aynı zamanda zararlı da çıkmaktadır, çünkü Ültimatom oyununda yapılan teklifi reddeden oyuncular hiç para alamayacak ve Üçüncü Taraf oyununda ceza veren üçüncü kişi cebinden para vererek karşısındakini cezalandıracaktır.

Bulgular görece büyük ve karmaşık topluluklarda yaşayanların, küçük topluluklarda yaşayanlara göre adil olmaya daha fazla özen gösterdiğini ve adil olmayanı cezalandırmaya daha fazla eğilimli olduğunu göstermekte. Oynanan üç ekonomik oyunda da büyük topluluklarda yaşayanların diğer katılımcılarla karşılaştırıldığında %25 ile %51 arasında değişen oranlarda daha fazla para teklifi yaptıkları ve küçük topluluklarda yaşayanların genel olarak haksızlığı cezalandırıp para kaybetmeye yanaşmadıkları görülmüş. Özel olarak ise mal alış-verişinin yaygın olduğu topluluklarda yaşayan kişilerin “adil olma” konusunda daha hassas olduğu saptanmıştır. Bir dünya dininin mensubu olmak ile adalet duygusu arasındaki ilişki oynanan üç oyunun hepsinde gözlemlenmemiş.

Araştırmayı yapan grubun ulaştığı sonuç şu: Grupların büyüklüğüne ve karmaşıklığına göre değişiklik gösteren sonuçlar bize adalet duygusunun ve adil olmayanı cezalandırma eğiliminin binlerce yıl önce ortaya çıkmış olamayacağını göstermektedir. Eğer öyle olsaydı, toplumlar arasında bu denli büyük farklılıklar gözlemlenmezdi. Bu durumda yabancılara karşı gösterdiğimiz adalet ve bize yabancılar tarafından uygulanan haksızlığın cezalandırılmasını destekleyen davranışımız, toplumların karmaşıklaşmasıyla evrimleşen diğer normlarla birlikte sonradan ortaya çıkmıştır. Yani insan türünün ortaya çıkışıyla birlikte ortaya çıkmış ve nesilden nesile bozulmadan aktarılmış bir özellik değildir adalet duygusu, bu araştırmacıların ulaştığı sonuca göre.

Diğer yandan araştırmanın sonuçlarının bu yönde değerlendirilmesinin ne derece doğru olduğunu sorgulayan kesim ise bu türden araştırmaların yorumunda daha temkinli olunması gerektiğinin altını çizmektedir. Örneğin Harvard Üniversitesi’ndeki evrimsel oyun teorisyenleri Martin Nowak ve David Rand küçük kabilelerde yaşayan insanlara kültürel bağlam dışında ve anonim olarak oynatılan ekonomik oyunların “yorumlanamaz” sonuçlar verebileceğini vurgulamaktadır. David Rand ekonomik oyunların “yapay” durumlar olduğunu, karmaşık ve büyük toplumlarda yaşayanların, özellikle üniversite öğrencilerinin, bu türden durumlara avcı-toplayıcılardan çok daha fazla aşina olduğunu ve avcı-toplayıcıların bu oyunları gerçekten anlayıp anlamadığını bile bilmenin imkansız olduğunu savunmaktadır. Bu nedenle üniversite öğrencileriyle yapılan araştırmaların sonuçlarıyla bu araştırmanın sonuçlarını kıyaslayıp bir sonuca ulaşmanın zor olduğunu görüşü de yaygındır. Daha ayrıntılı bilgiye şu link'ten ulaşabilirsiniz:


http://news.sciencemag.org/sciencenow/2010/03/playing-fair-came-late.html?etoc

Bu araştırma test etmeye çalıştığı durum ve bulguları açısından gerçekten ilginç bir araştırma. Fakat bulgulardan yola çıkarak ulaştıkları sonuç da bir o kadar tartışmalı çünkü kültürler arası hemen her araştırmanın karşılaşabileceği temel bir sorunla karşı karşıya. Bu araştırmadaki sorun şu: Küçük ve karmaşık olmayan toplumlarda yaşayan insanlar için adalet duygusu ve adil olmayanı cezalandırma eğilimini ölçebileceğimiz araç gerçekten bu ekonomik oyunlar mı? Ya da bu durumda bu türden ekonomik oyunları kullanmak ne kadar uygun ve işe yarar?  Bu oyunlarda ortaya konulan/kazanılacak/kaybedilecek şey “para” ya da parasal bir değer. Dünya üzerindeki birçok büyük ve karmaşık topluluk için paranın günlük hayatın çok önemli bir parçası olduğunu biliyoruz. Tam da bundan ötürü adalet normları daha çok parasal değerler üzerinden gerçekleşiyor/tartışılıyor/değerlendiriliyor olabilir. Belki bu nedenle paranın işin içine girdiği durumlarda (ya da parasal değerler işin içine girdiği için) büyük toplumlarda yaşayanlar daha hassaslar bu oyunlardaki norm ihlallerine/adaletsiz tekliflere. Ve belki de doğrudan “para” veya parasal olarak değerli olan şeyler bu küçük topluluklar için fazla bir şey ifade etmiyor olabilir. Ortaya konulan şey para değil de başka türden bir şey olsaydı, o zaman ne olacaktı? Kültürler arası yapılan çalışmalarda sonuçların farklı çıkıyor olmasının sebebi toplumların büyük-küçük, basit-karmaşık yapıda olması değil, kullanılan testin/ölçülen şeyin para ya da parasal bir değer üzerinden olması olabilir.

İnsan olmayan primatlarla yapılan çalışmalarda oynatılan oyunların yapısı orijinal halleri ile aynı olmasına rağmen kullanılan araç, yani ortaya konulan/kazanılacak/kaybedilecek olan şey, niteliği cinsinden bu oyunların öngördüğü şeyden (yani paradan) farklı. Örneğin muz. “Dünyanın farklı yerlerinde, farklı değerlerle yaşayan ve “para” kavramıyla içli dışlı olmayan insanlardaki “adalet duygusu”nu, onların daha fazla maruz kaldığı ve toplumsal değerleriyle daha uyumlu olan araçlarla ölçmek daha uygun olmaz mı?” sorusu ise bu tartışmada akla gelen ilk sorulardan biri. Bu soru sorulduktan sonra yapılacak ilk şey “para” dışında ne tür bir değerin üzerinden bu oyunların oynatılması gerektiğini bulmak. Fakat bu da kültürlerin kendilerine has özelliklerinin araştırılmasına ya da daha önceden bununla ilgili elimizde olan verilere başvurmamıza gerek olduğunu göstermektedir. O değer bulunduktan sonra tartışmanın sağlam deneysel çalışmalar ve ampirik veriler üzerinden devam ettirilmesi daha yararlı olacaktır. Çünkü sosyal ilişkiler ve sosyal kararlar işin içine girdiğinde yukarıdaki araştırmanın ulaştığı türden bir sonuca ulaşmak da, küçük toplumlarda yaşayan insanların bu oyunları anlayıp anlamadığını bilmenin imkansızlığını öne sürmek de adalet duygusunun kökenini tam olarak anlamamızda bize yardımcı olamayacaktır.

Fehr, E., & Fischbacher, U. (2003). The nature of altruism. Nature, 425, 785-.791.

Henrich, J. et al. (2010). Markets, religion, community size, and the evolution of fairness and punishment. Science, 327, 1480-1484.