2009 yılı İngiliz doğa bilimci Charles Darwin'in doğumunun 200., doğal seçilim yoluyla evrim görüşünü ortaya attığı Türlerin Kökeni kitabının basılışının 150. yıldönümü. Bu vesileyle Darwin dünyanın önemli bilim müzelerini gezen "Darwin sergisi" gibi çeşitli şekillerde anılıyor. Nature, Science ve Scientific American gibi genel bilim ve popüler bilim dergileri bu yıldönümlerine özel yer ayırdılar. Biz de Darwin’in doğumunun 200. yılı için evrim teorisinin nasıl ortaya çıktığını, eleştirilere nasıl göğüs gerdiğini ve bugünkü konumunu gözden geçirdik.
Evrim Teorisinin Ortaya Çıkışı
Evrim fikri Darwin’den öncesine dayanmaktadır. Yunan filozofu Anaksimandros‘un yaşamın kökeninin sudan geldiğini söylemesi evrim fikrinin miladı olarak geçmesine rağmen bu, teorinin ortaya çıkışının gelişimsel sürecini değerlendirmek açısından anlamlı bir başlangıç noktası değildir. Teorinin ortaya çıktığı zamanın düşünsel oluşumuna zemin hazırlayan ilk anlamlı çalışma 18. yüzyılın başında botanikçi Carl von Linne tarafından gerçekleştirildi. Çalışma canlıların sınıflandırılması üzerinedir. Tarihte ile kez canlılar morfolojik özelliklerine göre sistemli bir biçimde sınıf, takım ve türlere ayrıldı. Linne’nin sistematiğinin kabul görmesinin ardından doğa bilimcisi Comte de Buffon türlerin ortaya çıkışının doğal süreçlere bağlı olduğunu savundu. 18. yüzyılın sonlarına doğru Darwin’in dedesi olan Erasmus Darwin bütün yaşamın tek bir atadan geldiği fikrini ortaya attı. Ancak ne Erasmus Darwin ne Buffon bu süreçleri açıklayacak mekanizmaları bulamadı.
Evrimin mekanizması ile ilgili ilk teoriyi Darwin’in doğduğu yıl olan 1809’da Jean-Baptiste de Lamarck ortaya attı. Teori, kullanılan uzuvların geliştiği ve bu gelişimin ebeveynlerce yavrulara aktarıldığı üstünedir. 1900’lerin başlarında Mendelci genetiğin yükselmesiyle birlikte Lamarckçı görüş bilimsel çevrelerce bir kenara bırakıldı.,
Lyell’ın 1830’da yazdığı Jeolojinin Prensipleri adlı kitabı Darwin’in görüşlerini derinden etkiledi. O tarihe kadar kabul gören ani ve büyük doğal afetlerin dünya yüzeyini şekillendirdiği görüşü yerini yavaş gelişen süreçlerin bunda etken olduğu görüşüne bıraktı. Hatta Charles Darwin 1831 yılında Beagle gemisiyle çıktığı ve evrim teorisinin temel prensiplerini keşfedeceği beş yıllık gezisine giderken Lyell’ın kitabını beraberinde götürdü. 18. yüzyılın yeni teorik fikirleri, fosil kayıtları ve Darwin’in özellikle Galapagos’ta adalardan topladığı çeşitli ispinoz türleri ve kara kaplumbağaları ile yaptığı çıkarsamalar doğal seçilim fikrini ortaya atması için gerekli temelleri sağladı. 1839’da yolculuk boyunca tuttuğu notlarını Beagle Yolculuğu adıyla bastırdı. Bu dönemde Darwin doğal seçilim fikrini şekillendirmeye başladı, ancak çeşitli çekincelerle fikirlerini yirmi yıl boyunca yayınlamadı. Darwin’i çalışmalarını yayınlamaya iten, Alfred Russel Wallace adında genç bir İngiliz kaşifin benzer bir teori ortaya atıp bunu bir mektupla Darwin’e göndermesiydi. 1858’de Wallace Darwin’e yazdığı mektuba Orijinal Türden Farklılaşma Eğilimi adlı makalesini eklemişti. Makale Darwin’inki gibi kapsamlı bir teori içermese de Darwin’in görüşlerine çok yakın olarak doğal seçilim yoluyla evrim teorisini betimliyordu. Her ikisi de Malthus’un nüfus ve çevre kaynakları üzerine olan teorisinden etkilenmişlerdi. Aynı yıl Wallace ve Darwin ortak bir makale yayınladılar. Takip eden yılda Darwin Türlerin Kökeni’ni yayınladı. Böylece sayısız bilim insanın temellerini attığı fikir Darwin’in çalışmalarıyla canlıları anlamaya yönelik bütünselci bir paradigma olarak ortaya çıktı.
Sorunlar ve Çözümler
Evrim teorisi ortaya atıldığı andan itibaren ciddi tartışmalara sebep olmuştur. Darwin’in teoriyi ortaya attığı zamanlarda ünlü fizikçi Lord Kelvin o günün fizik bilgilerinden hareketle yaptığı hesapta, dünyanın yaşının doğal seçilimin mevcut canlı formlarını ortaya çıkarabileceği kadar büyük olmadığı sonucuna varmıştı. Bu durumda ya evrim teorisinde veya fiziksel bilgilerde bir hata olması gerekiyordu. 20. yüzyılın başlarında radyoaktivitenin keşfiyle birlikte Kelvin’in hesaplamasının yanlış olduğu ve dünyanın yaşının doğal seçilimin işlemesi için yeterli olduğu anlaşıldı.
Evrim teorisinin karşılaştığı bir diğer güçlük bazı türlerin doğal seçilim yoluyla evrimleşmesi mümkün görünmeyen özelliklere sahip olmasıydı. Erkek tavus kuşlarının görkemli kuyruğu bu duruma verilebilecek en ünlü örneklerden biridir. Erkek tavus kuşu, kuyruğunun ağırlığı ve büyüklüğü nedeniyle onu avlamak isteyenlerden kaçamamaktadır ve kuyruğu onun hayatta kalmasını zorlaştırmaktadır. Evrim teorisine göre bu özelliğe sebep olan genin doğal seçilim sürecinde yok olması gerekmektedir. Fakat ilk bakışta bu özellik doğal seçilimin işleyişine ters düşse de Darwin’in 1871’de geliştirdiği cinsel seçilim fikrine uygundur. Cinsel seçilim fikrine göre erkek tavus kuşlarının kuyruklarının özellikleri, dişi tavus kuşlarının eş seçiminde önemli rol oynamaktadır. Gösterişli ve büyük bir kuyruğa sahip olan erkek bir tavus kuşunun dişi tavus kuşları tarafından eş olarak seçilme ihtimali, gösterişsiz ve daha küçük kuyruklu diğer erkek tavus kuşlarının seçilme ihtimalinden daha yüksektir. Çünkü bu kuyruk, eş seçmeye çalışan dişi tavus kuşuna sahibinin genetik özellikleri hakkında mesaj vermektedir: Böyle bir kuyruğu ancak sağlıklı genlere sahip olan bir tavus kuşu taşıyabilir. Böylece görkemli kuyruğa sahip olan erkekler dişiler tarafından daha yüksek oranda seçilmekte ve genlerini gelecek kuşağa aktarmada daha başarılı olmaktadır ve bir tavus kuşunun büyük ve gösterişli bir kuyruğa sahip olmasına sebep olan gen nesilden nesile aktarılma şansını elde etmektedir. Cinsel seçilim fikri ortaya atıldıktan bir süre sonra deneye dayalı bulgularla desteklenmiş, evrim teorisinin önündeki bir engel daha ortadan kalkmıştır.
Evrim teorisinin karşılaştığı bir başka sorun da Darwin’in kalıtımın nasıl gerçekleştiği konusunda net bir fikri olmamasıydı. Darwin kalıtımın bir tür “harmanlama” şeklinde olduğunu düşünüyordu. Fakat bu düşünce doğal seçilimin işleyişiyle uyumsuzdu. Örneğin, eğer harmanlama fikri doğruysa, uzun boylu bir canlının kısa boylu bir canlıyla çiftleşmesi sonucunda ortaya orta boylu bir canlının çıkması ve uzun olma özelliğinin doğal seçilim sürecinde zamanla kaybolması gerekiyordu. Fakat uzun boylu olma özelliği nesiller boyunca kaybolmadığı için harmanlama fikri sorunlu gözüküyordu. Bu sorun 1860’lı yılların ortasında Mendel tarafından ortaya atılan “parçacıklı” kalıtım fikrine kadar devam etti. Mendelci kalıtım fikrine göre, canlıların özellikleri (boy, kuyruk gibi) bugün gen diye adlandırdığımız birimlerde kodlanmaktaydı. Fiziksel özelliklerimizden ziyade bu birimler nesilden nesile aktarılmakta ve kalıtım gerçekleşmekteydi. 20. yy. başlarında, Mendel’in günümüz genetik çalışmalarına zemin hazırlayan bu fikri, Darwin’in evrim teorisinin ana fikri olan doğal seçilimin karşılaştığı önemli bir sorunun çözümüne yardımcı olmuştur.
Doğal seçilim yoluyla evrim görüşüne karşı geliştirilen popüler argümanlardan biri indirgenemez karmaşıklıktır. Bu görüşün fikir babası dinbilimci William Paley durumu şöyle açıklamaktadır: Doğada yürürken bir saat ile karşılaştığımız zaman onun kendiliğinden oluşamayacak kadar karmaşık bir sistem olduğunu ve akıllı bir tasarımcı tarafından yapıldığını anlarız. Aynı yaklaşım günümüzde farklı bir ambalajla tekrar ortaya çıkmıştır: 1996’da Michael Behe ünlü kitabı Darwin’in Kara Kutusu’nda bakteri kamçısının indirgenemez bir karmaşıklığı olduğunu öne sürdü. Behe’ye göre otuzdan fazla proteinden oluşan bakteri kamçısının işlevsel olabilmesi için her bir parçasının eksiksiz çalışması gerekmektedir. Bu yapılardan herhangi birinin eksik olduğu durumda sistemin çalışamayacağını savunmuştur. Daha basit yapılara indirgenemeyecek bir sisteme sahip olduğu için bakteri kamçısının oluşumunun doğal seçilimle açıklanamayacağını, dolayısıyla evrim teorisinin yetersiz kaldığını, akıllı bir tasarımcıya ihtiyaç olduğunu iddia etmiştir.
İndirgenemez karmaşıklık prensipte evrim teorisi için ciddi sorun olabilecek bir durumdur. Ancak Behe’nin durumunda iki temel hata içermektedir. İlk sorun kanıtlarla ilgilidir: Bugüne kadar incelenen hiçbir yapıda bu durum tartışmasız olarak gözlemlenmemiştir. Örneğin yaratılışçılığın ikonu haline gelmiş bakteri kamçısıyla ilgili yapılan mikrobiyoloji çalışmaları, parçaların birbirinden bağımsız gruplar olarak da işlevsel olduğunu, dolayısıyla doğal seçilim süreçlerinin bu yapı için işleyebileceğini göstermiştir. İkinci problem ilkeseldir: Tanım itibariyle bilim gözlemlenen olaylara doğal açıklamalar getiren bir disiplindir. Oysa bu örnekte gözlemlenen durum, üstünde herhangi bir teorik açıklama veya deneysel çalışma yapılmadan doğrudan akıllı bir tasarımcıya bağlanmıştır. Bu yaklaşım, güneşin hareketlerini açıklayamayan eski Yunanlıların bu hareketleri Helios’un at arabasıyla güneşi çektiği yönündeki açıklamasından farklı değildir.
Biyolojik Evrimin Bugünkü Dayanakları
150 yıldır yöneltilen çeşitli eleştirilerin üstesinden gelen evrim teorisi bugün dört ana tür kanıt tarafından desteklenmektedir.
1. Fosiller: Darwin ve evrim teorisinin ilk savunucuları evrimin en temel kanıtı olarak fosil kayıtlarını görüyorlardı. Toprağın üst katmanlarındaki yeni fosiller bugünkü organizmalara çok benzerken alt katmanlara inildikçe benzerlik giderek azalır. Bu gözlem canlı türlerinin sürekli bir değişme ve birbirinden farklılaşma gösterdiği fikriyle uyumludur. Soyu tükenmiş canlıların çoğu fosilleşemeden yok olmuş olsa da bazı durumlarda eksiksiz sayılabilecek fosillere sahibiz. Eksik halkaların elimizde olduğu durumlara örnek olarak sürüngen-kuş arası canlılar ve atların son birkaç milyon yıl içindeki ataları verilebilir.
2. Morfoloji: Farklı türlerin başka türlü kolay açıklanamayacak yapısal benzerlikleri evrim teorisinin aynı atadan türeme fikriyle doğal bir açıklama kazanır. Kuşların kanatlarıyla memelilerin ön ayakları arasındaki benzerlik buna örnektir. Evrim teorisine göre bu iki yapı ortak kökenden (dinozorlar) türeyerek doğal seçilim yoluyla evrilmiş homolog yapılardır. İnsandaki apandis gibi artık işlevi olmayan organların varlığı da aynı şekilde açıklanabilir.
3. Biyocoğrafya: Birbirlerine benzeyen türlerin coğrafi dağılımı da Darwin’in teorisini desteklemek için kullandığı bir veriydi. Galapagos adalarında farklı gaga yapılarına sahip ispinoz türlerinin varlığı ortak bir atadan gelen türlerin doğal seçilim yoluyla çevreye uyacak şekilde değiştiğine işaret ediyordu. Benzer şekilde evrim teorisi neden Avrupa ve Kuzey Amerika’daki hayvanların birbirlerine benzediğini (iki kıta arasında yakın zamana kadar kara köprüsü vardı), Afrika ve Güney Amerika’daki hayvanların ise o kadar benzemediğini (iki kıta daha uzun süre önce birbirlerinden ayrıldılar) açıklayabilir.
4. Moleküler kanıtlar: Darwin’in sahip olmadığı moleküler bilgi bugün evrimin en güçlü kanıtı olarak görülüyor. Evrim teorisine göre ortak atadan daha yakın zamanda ayrılmış türler moleküler yapı itibariyle birbirlerine daha çok benzemelidirler. Genetik ve başka tür incelemeler bu iddiayı aynen destekliyor. Ayrıca moleküler kanıtlar birçok canlı formunun 550 milyon yıl önceki Kambriyen dönemde bir anda ve aynen bugünkü formuyla ortaya çıktığı şeklindeki bir zamanlar yaygın olan görüşün doğru olmadığını da gösteriyor.
İnsan Doğasının Açıklanmasında Evrim Teorisinin Yeri
Evrim teorisinin insan davranışının ve sosyal hayatının açıklanmasında kullanılması her zaman sorunlu olmuştur. Bunun tarihsel sebebi teorinin insanlara uygulanmasının zorunlu olarak biyolojik belirlenimciliğe, eşitsizliklerin meşrulaştırılmasına, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, hatta ahlaksızlığa yol açacağı korkusudur. Buna tepki olarak 20. yüzyılın ortalarında sosyal bilimlerde insanlarda biyolojik evrimin durduğu veya önemsizleştiği, davranışın asıl belirleyicisinin kültür olduğu, kültürün davranış kodlarını insan zihninin üzerine boş bir levhaya yazar gibi yazdığı fikri yaygınlık kazanmıştır. Yani insanın ruha veya kültüre sahip olduğu için evrimsel prensiplerden azade olduğu fikri insanı doğanın geri kalanından ayrı tutmanın gerekçesi olarak kullanılmıştır. Bu çekinceler sonucunda günümüzde bazı sosyal ve beşeri bilim alanları sanki evrim teorisi hiç ortaya atılmamış gibi okutulmaktadır.
Oysa özellikle son 15–20 yılda ivme kazanan evrimsel psikoloji, evrimsel antropoloji ve davranış ekolojisi gibi disiplinler evrim teorisinin insan doğasının açıklanmasında da başarıyla kullanılabileceğini gösteriyor. Bu alanlarda çalışan bilim adamlarına göre ancak evrimsel prensipler ışığında insanın neden (akıl ve vicdan diye anlaşıldığında) ruha sahip olduğunun, neden (sosyal öğrenme yoluyla edinilen, kişiden kişiye ve kuşaktan kuşağa aktarılan bilgi ve pratik diye düşünüldüğünde) kültüre sahip olduğunun bilimsel bir açıklaması yapılabilir. Sözün kısası ruh da kültür de evrimsel kökenleri olan olgulardır ve evrim teorisinin kavramsal çerçevesi içinde incelenebilirler. Burada vurgulanması önemli olan evrim teorisinde rekabet kadar işbirliğinin de yeri olduğudur. Bu sayede teori saldırganlık, bencillik, kıskançlık gibi olumsuz olarak değerlendirdiğimiz özelliklerimizin yanında şefkat, fedakarlık, saygı gibi erdem olarak değerlendirdiğimiz özelliklerimizin de açıklanabilmesini sağlayacak potansiyele sahiptir. Yukarıda saydığımız disiplinler içinde dil, ahlak ve din gibi günlük hayatta iç içe olduğumuz, insanı insan yaptığını düşündüğümüz özellikler evrimsel süreç içinde sosyal yaşantının gereği olarak ortaya çıkmış olgular olarak görülmekte ve incelenmektedir.
Sonuç
150 yıldır sayısız defa çeşitli yönlerden sınanan evrim teorisi bugün biyolojik bilimlerde merkezi bir konuma sahiptir. Biyolog Dobzhanski’nin dediği gibi “evrimin yol gösterici ışığı olmadan biyolojideki hiçbir şey anlamlı değildir”. Aynı şeyi diğer bilim dalları ve kamunun geneli için söylemek henüz mümkün değil. Herkes İçin Evrim kitabının yazarı biyolog ve antropolog David Sloan Wilson’a göre evrim teorisinin ABD’de halk tarafından ancak yüzde 50 oranında kabul ediliyor olmasından daha vahimi teorinin günlük hayatlarıyla ilişkili olabileceğini düşünenlerin oranının sadece yüzde 1 dolayında olmasıdır. Bu durumda kamunun bilimsel okuryazarlığına önem veren bilim insanlarına önemli görevler düşüyor. İşte bu sebeple evrim teorisinin herkesin anlayabileceği şekilde tanıtılması, bir ideoloji olmayıp bilimsel bir teori olduğunun, açıklayıcı potansiyelinin ve uygulama alanları açısından öneminin vurgulanması için bu özel yıl çok iyi bir fırsat.