27.03.2018

İnsan Ahlakı Evrimin Bir Ürünü mü?


Bu yazı Bilim ve Ütopya dergisinin Ağustos 2016 tarihli "İnsan Sosyalliğinin Evrimi" temalı sayısında Onurcan Yılmaz imzasıyla yayınlandı.

Ahlak yüzyıllar boyunca felsefeciler tarafından derinlemesine tartışılıp incelenen bir kavram olmasına rağmen, günümüzde evrimsel yaklaşımların gelişmesiyle ampirik düzeyde açıklanabilir bir hale bürünmüştür. Bu yazıda özel olarak ahlakın ve genel olarak insan sosyalliğinin evrimsel sürecin bir ürünü olduğunu savunacağım.

Evrimsel süreci daha iyi anlayabilmek adına doğal seçilimin nasıl bir mekanizmaya sahip olduğunu kısaca hatırlatmakta fayda görüyorum. Doğal seçilimin temel mekanizmasına göre çevresel şartlara en iyi uyum gösteren canlı daha çok ürer ve genlerini bir sonraki nesillere daha çok aktarır. Daha az uyum gösteren bireyler ise genlerini daha az bir sonraki nesillere aktarırken kendilerinde olan bir takım özelliklerin de sonraki nesillerde görülme ihtimali azalış gösterir. Örneğin ağaçların çok yüksek olduğu bir yerde popülasyonda bulunan uzun boyunlu zürafalar daha çok besin bulup potansiyel olarak daha çok eş bulma durumuna sahipken, böylesi bir ortamda kısa boylu zürafaların besine ulaşımı kısıtlanacağından bizler belli bir nesil sonra zürafaları uzun boyunlu olarak görürüz. Çünkü popülasyondaki uzun boylu olmayan zürafalar doğal seçilim mekanizması tarafından bir ayıklanmaya uğramıştır.[1] Fakat tersi bir durumu düşünüp otların daha alçakta olduğunu varsaysaydık ve uzun boylu zürafaların da eğilmekte zorluk çekeceğini bekleseydik, doğal seçilim bu defa uzun boylu zürafaları popülasyondan eleyebilirdi. Bu mantıktan düşünürsek, doğal seçilim adaptif olmayan belli başlı karakter özelliklerini de seçilime uğratıp popülasyonda bu özelliklerin azalmasına yol açabilir. İşte ahlak dediğimiz mekanizma da insan hayatında adaptif bir takım sonuçlar doğurduğundan muhtemelen bir sonraki nesillere aktarıldı ve insan türünün doğuştan “potansiyel” olarak sahip olduğu bir zihinsel mekanizmaya dönüştü. Bu sayının M. Tomasello tarafından yazılan ilk yazısında ahlakın nasıl bir evrimsel sürece dayandığı ve insan dâhil tüm primatlarda işbirliğini nasıl körüklediği açık bir şekilde anlatıldığından bu yazıda ahlakın nasıl evrimleştiğinden ziyade, ahlakın içeriğine eğilip bu özelliklerin nasıl bir evrimsel mekanizmaya sahip olduğunu inceleyeceğim. Bunu yaparken de günümüzde çok popüler bir kuram olan Ahlaki Temeller Kuramı (Moral Foundations Theory, Haidt, 2007) kullanılacaktır. Fakat bundan önce ahlakın ne olduğuna dair kısaca bir kaç laf etmek gerekiyor.

Ahlak nedir?

Ahlak felsefe literatüründe genel olarak üç ana başlık altında incelenmektedir. Bunlardan ilki uygulamalı etik alanıdır. Bu alan ahlaki ilkelerin pratik hayata uygulanma şekillerini inceler ve ötanazi, kürtaj gibi meseleler bu alanın çalışma alanlarındandır. Ahlakın ikinci alt alanını ise meta-etik oluşturmaktadır. Bu alan bazı ahlak felsefecileri tarafından ahlakın temeli olarak görülmektedir. Bu alan ahlaki ilkelerin ve iddiaların kökeniyle ilgilenmekte ve en temelde nesnel ve öznel ahlak olarak ikiye ayrılmaktadır[2]. Son etik alanı ise normatif etiktir. Bu etik de aslında tıpkı meta-etik gibi çoğu ahlak felsefecisi tarafından ahlakın temeli olarak görülür ve ahlaki olarak nelerin doğru ya da yanlış veyahut neleri yapmanın zorunlu ya da izin verilebilir olup olmadığıyla ilgilenir. Söz gelimi, çok bilinen faydacı (utilitarianism) ahlak ya da Kant’la özdeşleşmiş ödev etiği (deontology) normatif etiğin alt dallarından bazılarıdır. Daha spesifik bir örnek vermek gerekirse; bir trenin son sürat yolunda gittiğini varsayın. Eğer birisi trenin yolunu değiştirmezse tren sağ şeritte bulunan beş kişiyi ezip öldürecektir. Ancak sizin elinizde bir tuş var ve eğer siz bu tuşa basarsanız tren yönünü değiştirecek ve sol şeritte olan bir kişiyi öldürecektir. Böylece eğer tuşa basarsanız beş kişiyi kurtarmak için bir kişinin hayatını feda etmiş olacaksınızdır. Faydacı ahlak, tuşa basma davranışını çoğunluğun iyiliğine olduğundan (bir kişi yerine beş kişinin hayatını kurtaracağından) ahlaki olarak uygun ve yapılması zorunlu bir davranış olarak görecektir. Ödev etiği ise insanın belli ödevleri olduğundan ve insan öldürmenin hangi şartta olursa olsun ahlaki olarak yanlış olduğundan bahsedecek ve muhtemelen tuşa basma davranışını ahlaki olarak yanlış görecektir. Çok bilinen Altın Kural da normatif etiğin örneklerinden biridir. Bu kural basit bir ilke üzerine ahlakı kurmaktadır: “Sana nasıl davranılmasını istiyorsan sen de insanlara öyle davran”. Dolayısıyla isminin de çağrıştırdığı gibi normatif etik dediğimiz etik türü kural koyucu etiktir ve bireyin ahlaki olarak sorumluluklarını ve sınırlarının ne olması gerektiğini buyurur. Çoğu psikoloğun ilgilendiği gibi ben de bu yazıda ahlakın en temel alanı olduğunu düşündüğüm normatif etik alanıyla ilgileneceğim ve psikolojinin bu alana yaptığı katkılara kısaca eğilip paradigmatik bir değişikliğe yol açan Ahlaki Temeller Kuramı’nı kısaca tanıtacağım.

Ahlakı Temeller Kuramı

Ahlaki yargılar derken aslında iyi-kötü ya da doğru-yanlış gibi yargılarımızdan bahsediyorum. Örneğin sırf canımız sıkıldığı için bir hayvana işkence eden birini gördüğümüzde çoğumuz bu davranışın ahlaki olarak yanlış olduğunu düşüneceğiz. Fakat zengin çocukların miras olarak çok para alırlarken fakir çocukların doğuştan miras olarak hiç para alamamalarını bazılarımız adalet anlayışının bir ihlali olarak değerlendirirken, bazılarımız bunu hayatın bir gerçeği olarak değerlendirip ahlaki olarak yanlış bulmayacaktır. İşte burada farklılaşan şey kişiler arası değişen ahlaki yargılardır. Psikoloji biliminin yaklaşık 50-60 yıldır sürekli ahlak konusuyla uğraşmasına rağmen ahlakı tanımlamakta biraz tarafgir (biased) davrandığını ve batıcı/liberal bir önyargıya sahip olduğunu söyleyen kuram ise burada tanıtacağımız Ahlakı Temeller Kuramı’dır (ATK, Haidt, 2007)[3]. Son 10 yılda paradigmatik bir değişikliğe yol açan ATK ahlaki yargıları sezgiler üzerinden açıklamakta ve daha önce adalet üzerinden ve muhakemeye dayalı olarak tanımladığı tekçi ahlakı eleştirmektedir.  ATK’ye göre daha önceki ahlak tanımlamaları Batıcı, bireyselci ve liberal bir önyargı içermekte ancak bu şekilde bir ahlaki yapıya sahip olan kesim de dünyada sadece küçük bir azınlığı oluşturmaktadır (bakınız Henrich, Heine, & Norenzayan, 2010). Önceki eleştirilerden farklı olarak (Suhler & Churchland, 2011), aslında ATK ahlakın sadece doğuştan gelmediğini, tersine doğuştan gelen ve genetik kodlarımıza evrimsel süreç tarafından işlenen donanımın çevresel etkenlerle şekillendiğini varsayar. Başka bir ifadeyle, ATK klasik evrimsel psikolojideki etkileşimci paradigmayı esas alır. Evrimsel olarak edindiğimiz özellikler dendiğinde de her seferinde böylesi bir mekanizma kastedilmektedir. Davranışlarımızın genler tarafından mı yoksa çevresel şartlar tarafından mı belirlendiği tartışması artık psikoloji biliminde çözülmüş ve sonu gelmiş bir tartışmadır. Hiç kuşkusuz bir özelliğin bir genetik kökeni ve bir de onun ortaya çıkmasının koşullarını sağlayan bir de çevresel etmenleri vardır. Söz gelimi, Chomsky (1965) dilin ortaya çıkmasını evrimsel süreçlere bağlamakta ve dilin doğuştan geldiğini iddia etmektedir. Ancak burada varsayılan doğuştancılık çevreden bağımsız ve ona duyarsız bir doğuştancılık değildir. Ormanda doğan ve herhangi bir dile maruz kalmayan birisi, örneğin, çevresel girdiyi alamayacağı için doğuştan o mekanizmaya yatkın olsa da dili öğrenemeyecektir. ATK’nin dayandığı evrimsel temel de bununla benzeşim göstermektedir. Örneğin, yılan korkusunun da tüm insanlarda ve yakın primatlarda evrensel olduğu çünkü evrimsel olarak bu korkuya yatkın doğduğumuz düşünülmektedir (Öhman & Mineka, 2013). Bunun bir insan doğası özelliği olduğunu söyleyebiliriz.[4] Peki ahlaki yargılar rasyonel muhakeme sürecine mi yoksa otomatik sezgisel süreçlere mi dayanmaktadır? Bunu anlayabilmek için kısaca psikoloji biliminin ortaya çıkışından beri var olan zihnin ikili işlem modelinden (dual process model of mind) bahsetmek gerekmektedir. 

Zihnin İkili İşlem Modeli

Psikoloji biliminin ortaya çıkışından beri çoğu kavram hep ikili bir ayrım üzerinden tanımlanmıştır. Örneğin, doğa ya da çevre ayrımı, kısa süreli ya da uzun süreli bellek ayrımı, bilinçli ya da bilinçsiz düşünme süreçleri ayrımı gibi. Bilişsel cimrilik (cognitive miser) yaklaşımı da keza bu ikili ayrımların yapılmasındaki en önemli nedeni oluşturmaktadır (Simon, 1955; Tversky & Kahneman, 1974). Bu yaklaşıma göre, zihin daha az enerji harcamaya çalışarak her durumda enerji tasarrufu yapmaya çalışmaktadır ve bu da zihnimizin otomatik bir şekilde çalışmasına olanak sağlar. Sosyal biliş dediğimiz süreç de bu otomatik kavramsallaştırmaya tabidir. Örneğin, bir insanın kadın mı erkek mi olduğuna ya da siyahi mi beyaz mı olduğuna dair otomatik bazı algısal çıkarımlarda bulunuruz. Zihnin bu otomatikliği (automaticity) ise belki de tüm bilişselci yaklaşımların temelinde yatan en önemli özelliği oluşturmaktadır. Keza zihnin ikili işlem modeli de bu yaklaşıma dayanarak çıkarımlarda bulunur.


Bu model en temelde zihnimizin iki temel sisteme göre hareket ettiğini savunur. Tip 1 denilen süreç zihnimizin otomatik, düşük eforlu, sezgisel süreçlerine karşılık gelirken, bu sistemin aynı zamanda evrimsel olarak daha eski dönemlerde oluştuğu düşünülmektedir ve bu sistem çoğu hayvanda ortaktır. Tip 2 denilen süreç ise evrimsel olarak daha geç oluşmuş bir sürece karşılık gelirken, insan türüne özgü bir yapı olması itibariyle daha analitik, yüksek eforlu ve kontrollü süreçlere karşılık gelmektedir. Örneğin boş bir yolda araba kullanırken, ya da kalabalık bir ortamda kızgın bir suratı çaba harcamadan tespit ederken Tip 1 denilen süreci kullanmaktayızdır (Evans & Stanovich, 2013). Ancak kalabalık bir ortamda spesifik bir insanın sesine odaklanırken, ya da bilimsel bir makale yazarken Tip 2 denilen süreci kullanmaktayızdır (Kahneman, 2011).
   
Zihnin ikili işlem modeline göre, dinsel inancın Tip 1 ürünü olduğu düşünülmektedir. Çünkü dinsel inanca sahip insanlar genellikle bu inançlarını doğmuş oldukları kültürdeki sosyalleşme süreciyle edinirlerken, dinsizlik daha çok mantıksal sorgulamaya dayanmaktadır. Bu hipoteze son yıllarda yapılan çalışmalarla ampirik destek sağlanmıştır (Gervais & Norenzayan, 2012; Norenzayan, 2013; Pennycook, Cheyne, Seli, Koehler, & Fugelsang, 2012; Shenhav, Rand, & Greene, 2011; Yılmaz, Karadöller, & Sofuoğlu, 2016). Sosyal muhafazakârlık da (idamı desteklemek, ötanaziye karşı olmak gibi) yine zihnin ikili işlem modeli etrafında çalışılmıştır. Literatürde genel olarak analitik düşünme artış gösterdikçe sosyal muhafazakar tutumlarda azalış olduğu bilinmektedir (Deppe v.d., 2015; Iyer, Koleva, Graham, Ditto, & Haidt, 2012; Pennycook v.d., 2012; Talhelm, Haidt, Oishi, Zhang, Miao, & Chen, 2015; Yılmaz ve Sarıbay, 2016). Ayrıca deneysel olarak insanları düşük eforlu ya da sezgisel düşünmeye yönlendirmenin muhafazakâr politikalara olan destekte artış yarattığı bulunmuştur (Eidelman, Crandall, Goodman, & Blanchar, 2012). Ayrıca bir sistemi anlamak için sistemin bütününe odaklanan daha çok doğu coğrafyasına ait bütünsel (holistic) düşünme örüntülerini ve daha çok batıya ait olan bir sistemi anlamak için sistemin küçük parçalarına odaklanma manasına gelen analitik düşünme kültürel örüntülerini aktive etmenin de politik tutumlarda bir değişikliğe yol açtığı bilinmektedir (Talhelm v.d., 2015). İnsanları bütünsel kültürel düşünce stiline yönlendirmek sosyal muhafazakâr tutumlarda bir artışa sebep olurken, analitik kültürel düşünce stiline yönlendirmek sosyal liberal tutumlarda bir artışa neden olmaktadır. Benzer şekilde, kendi çalışmamda doğrudan analitik düşünme eğitimi verilen katılımcıların liberal tutumlarında bir artış meydana gelmiştir (Yılmaz, 2015).

Dindarlık ve politik yönelimle ilgili farklılıkları zihnin ikili işlem modeli çerçevesinde açıklama çabalarına benzer biçimde, ahlaki yargılar da zihnin ikili işlem modeli etrafında değerlendirilmektedir. Örneğin, Ahlaki Temeller Kuramı’nın dayandığı Haidt’ın (2001) sosyal sezgici yaklaşımı ahlaki yargıların sezgisel süreçlere dayandığını savunmaktadır. Mantıksal muhakeme sürecinin ise otomatik ahlaki yargıda bulunduktan sonra onu meşrulaştırmak amacıyla kullanıldığı düşünülmektedir. Buna dair empirik argümanlar ise çoğunlukla ahlaki şaşırtma (moral dumbfounding) paradigmasından gelmektedir. Örneğin, insanlara herhangi bir zarar içermeyen bir ensest senaryosu verdiğinizde, insanlar çoğunlukla bu eylemin otomatik olarak yanlış olduğunu düşünmekte, ancak neden diye sorulduğunda otomatik olarak makul bir cevap verememektedirler. Daha sonra üzerine düşündüklerinde muhakemelerini kullanarak bir meşrulaştırma yolu aramaktadırlar (bkz. Haidt, 2001). Dolayısıyla, zihnin ikili işlem modelinin dini inanç, politik yönelim ve ahlaki yargılardaki bireysel farklılıkları açıklama kapasitesine sahip teorik bir yaklaşım olduğu söylenebilir. Bu yaklaşıma göre ise ahlaki yargılarımız rasyonel süreçlerden ziyade sezgisel süreçlere dayanmaktadır. Örneğin hiçbir zarar içermeyen bir ensest senaryosu duyduğumuzda hiç düşünmeden ahlaki yargıda bulunmaktayız ancak ve ancak neden diye sorulduğunda oturup verdiğimiz yargının nedenini düşünmekteyizdir. Ya da farz edin ki tuvaleti silmek zorundasınız ve o an evde silebileceğiniz bir peçete ya da bez yok ve silebileceğiniz tek şey bağlı bulunduğunuz ülkenin bayrağı. Bu bayrağı bez olarak kullanan birini gördüğünüzde bunu ahlaki olarak yanlış bulur musunuz? Bazı insanlar bu ve bunun gibi davranışları ahlaki olarak yanlış bulmaktadırlar. Bazıları ise bu durumda ahlaki açıdan bir sakınca görmemektedirler. Ahlaki Temeller Kuramı da temel olarak kişiler arasında bu farklılıkları yaratan şeyin ne olduğunu incelemeye çalışmaktadır.  

Ahlaki Temeller

Bu ilişkileri daha iyi anlayabilmek adına kuramın tam olarak ahlakı nasıl tanımladığına bakmamız gerekmektedir. Kuram orijinalinde ahlakı beş farklı sezgi üzerinden tanımlamaktadır: bakım/zarar (care/harm), adillik/hilekârlık (fairness/cheating), sadakat/ihanet (loyalty, betrayal), otorite/yıkım (authority/subversion), kutsallık/yozlaşma (sanctity/degradation). Bu sezgilerin her birinin de evrimsel bir adaptasyona karşılık geldiğini söylemektedir. Kuram boyutların isimlerini birbirinin zıttı olarak kullanmaktadır. Örneğin zarar göstermek bakım göstermeye karşı gibi düşünebiliriz. Başka bir ifadeyle zarar vermek ahlaki olarak yanlış olan bir durumken, bakım göstermek tam tersi bir duruma işaret etmektedir. Bu boyutların kısaca neye karşılık geldiğini söyleyecek olursak, zarar/bakım boyutu kişilerin yavrularını ya da zayıf olanları koruma ve bakma sezgisi/görüsü olarak tanımlanmaktadır. Bu boyut aslında ahlakın en temelini ve belki de ahlakın ortaya çıkış noktasını oluşturmaktadır çünkü zarar vermemek bir sosyal sistemin olmazsa olmaz koşulunu oluşturur. Aynı zamanda, memeli olarak insanların evrimsel geçmişiyle ve bağlanma (attachment) sistemiyle de oldukça alakalı olan bir boyuttur. Daha çok annenin çocuğuna gösterdiği bağlanma ve şefkat duygusuyla ilişkilidir.

Adalet/hilekârlık ise grup halinde yaşayan insanların, grubun uyumunu bozup hilekârlık yapanları tespit etmek üzerine gelişen ve eşitliğe ve adalete dair hassasiyet içeren bir ahlaki boyuttur. Çünkü eğer biri insanlarla işbirliğine girmeden “kaytarıcılık” (free-riding) gösteriyorsa, bunu yapan kişinin tespit edilip cezalandırılması gerekir. Aksi takdirde bunu yapan bireyler daha çok avantaj elde ettikçe daha çok kaynağa sahip olacak ve bencil genlerini bir sonraki nesillere daha çok aktaracaktır. Belli bir nesil sonra toplumda hemen herkes bencil genlere sahip olacak ve büyük ölçekli işbirliği ortadan kalkacaktır. Bu bakımdan böylesi bir yıkım adaptif olmayan sonuçlar doğuracağından insanlarda adaletsizliğe karşı otomatik bir hassasiyet geliştiği düşünülmektedir. Birisi bize karşı bir haksızlık yaptığında ya da üçüncü bir kişinin muktedir biri tarafından haksızlığa maruz bırakıldığına şahit olduğumuzda otomatik bir şekilde kızmamız bundan kaynaklanmaktadır. Hem zarar boyutuyla alakalı olan şefkat hem de adalet hassasiyetiyle alakalı olan kızgınlık duygusu belki de uygarlığı ayakta tutan duygulara işaret etmektedir.

Sadakat/ihanet boyutu ise kendi grubunu kayırıp ve koruyup, aynı zamanda kendi grubuna sadık olup ihanet etmemekle ilgilidir. Bu boyut yine evrimsel olarak birçok memelinin (insanlar dâhil) kendi grubunu kayırıp ve koruyup, diğer grupla yarışması sonucunda ortaya çıkmış ahlaki bir boyuttur. Çünkü insan dâhil çoğu primat gruplar halinde yaşar ve bugün milliyetler altında yaşamamızın sebebi de aslında bu ahlaki boyuttur. Tek fark diğer primatların daha küçük grupları varken, bizler büyük ölçekli gruplarda (milliyetler, dinler, aileler, futbol takımları, öğrenci kulüpleri, vs.) yaşamımızı sürdürmekteyiz ve kendi grubumuzdan olana da kendimizi daha yakın hissetmekteyizdir. Ama bazılarımız bu sadakat anlayışını daha büyük gruplara genişletirken (dinler, milliyetler), bazılarımız bu sadakat anlayışını sadece yakın ilişkileriyle sınırlı tutmaktadır.

Otorite/yıkım boyutu ise yine çoğu memelinin hiyerarşik bir sosyal yapıda yaşadığı gerçeğinden yola çıkmaktadır. Şempanzeler, bonobolar ve goriller de tıpkı insanlar gibi hiyerarşik bir sosyal sistemde yaşamakta ve bu hiyerarşik yapıdan yarar sağlama yollarını aramaktadırlar. Örneğin goriller katı bir hiyerarşik sistemde yaşamaktadırlar ve alfa erkek gruptaki tüm dişilere sahiptir ve gruptaki diğer tüm erkekler de bu hiyerarşik sistemi kabullenmiş gözükmektedir. Su aygırlarında da benzer bir mekanizma işlemektedir. Eğer bir gün biri bölgenin efendisi alfa erkeğe kafa tutmak isterse onunla dövüşmeli ve savaşı kazanmalıdır. Aksi takdirde gruptan kovulur ve bir sonraki çiftleşme dönemine kadar muhtemelen bir eş bulamaz. Çünkü eşler alfa erkeğin kontrolünde olan sulak bölgededir ve o sulak bölgeye girebilmenin tek yolu alfa erkeği yenip bölgeyi ele geçirmektir. Dolayısıyla insanlarda da sıklıkla gördüğümüz otorite/yıkım boyutu hiyerarşik bir sosyal yapıda otoriteyi savunma ve otoriteye saygı duyarak sosyal düzeni korumaya karşılık gelmektedir. Kutsallık/yozlaşma boyutu ise insan türünün gelişiminde hastalık yapıcı mikropların ve parazitlerin büyük tehlike içerdiği ve bunlardan kaçınmanın da hayatta kalma açısından büyük önem arz ettiği görüşünden hareketle oluşturulmuştur. Dolayısıyla, iğrenme duygusunun adaptif olarak gelişen bir duygu olduğu düşünülmektedir (Rozin, Haidt, & McCauley, 2000). Aynı zamanda bu duyguya sahip olan insanların bağışıklık sistemlerinin de daha güçlü olduğu söylenmektedir (Schaller & Park, 2011). Bu temizlik ve patojenlerden (hastalık yapıcı mikroplar) korunma duygusunun ise yemeklere, arkadaşlara ve romantik eş tercihlerine genellendiği düşünülmektedir. Söz gelimi, namusla ilgili meselelere önem veren muhafazakâr insanlar ülke dışından gelen göçmenlere ve seksüel olarak uç sınırlarda olanlara karşı ahlaki bir tepki içerisindedirler (Faulkner, Schaller, Park, & Duncan, 2004; Navarrete & Fessler, 2006) ve bunun nedenin de evrimsel olarak gelişen iğrenme duygusu olduğu düşünülmektedir (Graham v.d., 2013). Dolayısıyla kutsallık boyutu fiziksel-ruhani temizlik, namus ve arzuların bastırılmasıyla alakalı bir ahlaki boyuttur.

Sol-kanat politik yönelime sahip olanlar sadece zarar/bakım ve adillik/hilekârlık boyutlarını ahlak olarak tanımlarlarken, sağ-kanat politik yönelime sahip olanlar beş boyuta birden görece eşit önem vermektedirler. Graham ve arkadaşları (2009) zarar ve adaletin kişilerin haklarıyla ilgili olan Bireyselleştirici boyutları oluşturduğunu söylerken, diğer üç ahlak ilkesinin ise grubun bağlılığını güçlendiren ve grup içindeki bencilliği bastırma görevi gören Bağlanım ahlak ilkelerine karşılık geldiğini savunmaktadırlar. Politik gruplar arasındaki zıtlaşmaların temeli de aslında bu 5 ahlaki boyutta meydana gelen zıtlaşmalara dayanmaktadır. Söz gelimi Amerika’da kök hücre tedavisine muhafazakârlar “Allah vergisi” özelliklerin doğasının bozulduğu (yani kutsallık boyutunun ihlali olduğu) gerekçesiyle karşı çıkarlarken, solcular (Amerika’da liberallere karşılık gelmektedir) kök hücre tedavisine daha çok insanın hayatının kurtulacak olması gerekçesiyle destek vermektedirler (başka bir ifadeyle zarar boyutundan düşünmektedirler).

Özetlemek gerekirse, kuramın dayandığı iki temel mekanizma mevcuttur. İlki tüm bu ahlaki boyutların sezgilere dayandığı ve bu sezgilerin de her birinin evrimsel bir adaptasyona karşılık geldiğidir. Bu görüşle uyumlu biçimde insan dışı primatlarda da (şempanzeler, goriller, maymunlar vs.) ahlaki hassasiyetlerin olduğuna dair bir takım ampirik bulgular mevcuttur. Tıpkı ahlak psikolojisinde olduğu gibi primatlarda da ahlak çalışmalarında en sıklıkla çalışılan iki boyut zarar ve adalet boyutlarıdır. Zarar boyutunun evrimsel bir avantaj sağladığı su götürmez bir gerçek gibi gözükmektedir çünkü tüm bu beş boyut arasında en temel ahlaki ilkeye karşılık gelmektedir. Eğer yaşadığımız insan uygarlığında zarar gibi bir ahlaki boyut olmasaydı gücü yeten zayıf olana saldıracak ve herkes birbirine fiziksel ve psikolojik şiddet uygulayacaktı. Oysa böyle bir ahlak ilkesine sahip olmamız bu tür davranışların kınanmasına ve bunu yapan kişinin de doğrudan (yasal ceza) ya da dolaylı (gruptan dışlamak, kötülemek, ününü zedelemek) olarak cezalandırılmasına yol açmaktadır. Bu da bu tür davranış gösteren kişilerin hayatta kalma ve yeni eşler bulup üreme olasılığını bir bütün olarak azaltmaktadır. Bu da böylesi bir boyutun neden evrimleştiği sorusuna açık bir cevap sağlamaktadır. Hamlin, Wynn ve Bloom (2007) bu tür bir ahlak ilkesinin insan yaşamının ilk birkaç ayında dahi aktif hale geldiğini göstermiştir. Beş aylık bebeklerin bakma davranışıyla iyi kuklayla kötü kuklayı ayırt edebildiğini ve iyi harekette bulunan kuklayı seçtiğini göstermişlerdir. Bu alanda yapılmış çok eski bir primat çalışmasında da rhesus (Hint) maymunlarının zinciri çektiğinde yiyecek gelmesine rağmen karşıda hiç tanımadığı bir başka rhesus maymununa aynı anda elektrik şoku verildiğinde zinciri çekmeyi tercih etmedikleri gösterilmiştir (Masserman, Wechkin & Terris, 1964). Dolayısıyla burada maymunlar yiyecek alamama uğruna (ki insan olmayan bir hayvan için bariz bir kayıptır bu) karşıdaki kişiye zarar vermekten kaçınmışlardır. Warneken ve arkadaşları (2007) ise şempanzelerin tıpkı insan bebekleri gibi ödülün olmadığı bir ortamda daha önce görmediği bir insana yardım ettiklerini göstermiştir. Ayrıca başka bir deneyde bu davranışın şempanzeye maliyet getirmesine rağmen tekrarlandığı ve aynı davranışın hiç tanımadığı türdeş bir şempanzeye de gösterildiği bulunmuştur.

Adalet boyutunda da görece çok fazla primat çalışması olmasına rağmen birbirine zıt bazı bulgular vardır. İnsanlarda adalet anlayışı geliştirilirken “Diktatör ekonomik oyunu” çok kullanılmaktadır. Bu oyunda eline 20 TL verilen bir kişi bu paranın istediği kadarını hiç tanımadığı, hiçbir zaman karşılaşmayacağı anonim bir kişiye aktarmaktadır. Oyun tek seferlik oynanmaktadır. Ekonomik kuramlar insanın rasyonel bir fail olduğunu ve bencilce davranacağını öngörür. Ancak bu alanda yapılan çalışmalar insanların ekonomik kuramların öngördüğü gibi rasyonel ve bencilce davranmadığını göstermektedir. Rasyonel bir insan oyun tek seferlik oynandığından ve karşıdaki kişiyi hiç görmeyeceğinden 20 TL’nin tamamını kendisine alır ve karşı tarafa da hiç para vermez. Ama farklı kültürlerdeki insanların çoğu karşı tarafa bir kısım para yollamaktadır (Henrich v.d., 2006). Bunun da insanın evrimsel tarihinde bir tür adalet hissinin geliştiği sebebiyle olduğu düşünülmektedir (Henrich v.d., 2010). İnsan dışı primatlarda da bu oyunun basit bir versiyonu oynatılmıştır. Bu oyunda hayvan kendisine 1 karşıdakine 1 ya da kendisine 1 karşıdakine 0 yiyecek türü karşılaştırmalardan birini seçmektedir. Eğer hayvanın yaptığı seçim hem kendisine hem karşıdakine yaradıysa buna prososyal (toplum yanlısı) davranış denmiştir. Ama bu oyundaki en temel problem hiçbir seçenekte kararı veren hayvana bir maliyet ortaya çıkmamasıdır çünkü hangi seçeneği seçerse seçsin hayvan 1 yiyeceği kendisine almaktadır. Dolayısıyla bu davranışa gerçek anlamda “ahlak” diyebilmemiz için kendi kişisel sıhhatine bir maliyet gelme riskine rağmen karşı tarafa iyi davranma davranışını gözlemleyebilmemiz gerekmektedir. Diktatör oyunu dışında adaletsizliklerden rahatsız olup olmama üzerine geliştirilmiş bazı deneyler de mevcuttur. Çok ünlü bir çalışmada (Brosnan ve de Waal, 2003) kapuçin maymunlarına jetonla salatalık dilimi değiş tokuş etme süreci öğretilmiştir. Dolayısıyla maymun kafesten her jeton uzattığında maymuna karşılığında bir adet salatalık dilimi verilmektedir. Not etmekte fayda var ki salatalık maymun için düşük değere sahip bir yiyecektir. Bunu yaparken ise yan kafeste başka bir maymun da aynı işle uğraşmakta ve her seferinde bir jeton karşılığında düşük değere sahip bir salatalık dilimi elde etmektedir. Ancak araştırmacılar her şey normal devam ederken yandaki kafesteki maymunun verdiği jeton karşılığında ona yüksek değere sahip bir üzüm vermeyi denediler ve denek olan maymunun buna nasıl bir tepki vereceğini gözlemlediler. Bulgular denek olan maymunun bundan son derece rahatsız olduğunu ve kendisine verilen salatalığı dışarı atıp %80 oranında reddettiğini göstermektedir. Üstelik aynı davranış yandaki maymuna jeton değiş tokuşu yapılmamasına rağmen üzüm verildiğinde de gözlenmektedir[5]. Aynı deney şempanzeler üzerinde denendiğinde de benzer sonuçlar bulunmuştur (Brosnan, Schiff, & de Waal, 2005). Bu bulgular da insan dışı primatların tıpkı insanlarda olduğu gibi (daha az karmaşık olsa da) adalet hissine sahip olabileceğini göstermektedir (daha fazla bulgu için bakınız de Waal, 2009, 2013).

Diğer üç boyutta ise hayvan araştırmaları yetersiz düzeydedir. İnsanlardaki iç grup kayırmacılığına ve sadakatin yaygınlığına baktığımızda oldukça fazla bulgu bulabiliriz. Daha birkaç aylık bebekler kendi ırklarından olan ve kendi dillerinde konuşan kişileri olmayanlara tercih etme eğilimi göstermektedirler (bakınız Bar-Haim, Ziv, Lamy & Hodes, 2006; Kelly et al., 2005). Zaten sosyal psikoloji literatürü insanların kendi grubundan olan insanları tercih ettiğini ve rastgele atanan yapay gruplar olsalar dahi insanların birbirlerini karşıt gruptan olanlara göre daha çok sahiplendiğini göstermektedir (Tajfel, 1982). Tüm primatların gruplar içinde yaşadığı bilgisi aslında tüm primatlarda bu tür davranışların üç aşağı beş yukarı olduğunu göstermektedir. Keza var olan az sayıdaki deneysel bulgular da kapuçin maymunlarının kısa bir eğitimle iç grupla dış grup üyelerinin suratlarını birbirinden ayırt edebildiğini göstermektedir (bakınız Pokorny ve de Waal, 2009). Mahajan ve arkadaşları (2011) ise maymunlara herhangi bir eğitim vermeden bu yüzleri ayırt edip edemeyeceğini incelemiş ve maymunların kendiliğinden bu suratları ayırt edebildiğini ve dış grup üyelerine daha uzun bakarak daha fazla tetikte olma durumu gösterdiğini bulmuştur. Ayrıca iç grup üyeleriyle olumlu şeyleri maymunlar daha hızlı eşleştirmektedirler.[6] De Waal, Leimgruber ve Greenberg (2008) ise kapuçin maymunlarının karşıdaki iç grup üyesi olduğunda prososyal davrandığını, ancak karşıdaki dış grup üyesi olduğunda davranmadığını göstermişlerdir. Bu da kapuçinlerin prososyal davranışlarının iç grup üyeleriyle sınırlı olabileceği ihtimalini güçlendirmektedir. Ancak bu alan çok yeni olduğundan daha çok deneysel çalışmaya ihtiyaç vardır.

Otorite boyutuna geçtiğimizde aslında otoriteye dayalı, hiyerarşik bir sosyal sistem birçok primatın yaşadığı sistemi tarif etmektedir. Örneğin goriller hiyerarşik bir sosyal yapıda yaşamakta ve alfa erkek gruptaki tüm dişilere sahip olmaktadır. Hatta su aygırları da çok benzer bir sistemde yaşamakta ve erkekler, dişiler ve bölge için durmadan kavga etme davranışı göstermektedirler. Tıpkı diğer primatlarda olduğu gibi hiyerarşik bir sosyal sistemde hiyerarşinin başındaki kişi daha çok yiyeceğe, eşe ve birçok değerli kaynağa sahip olmaktadır. Bu da böylesi bir sistemin nasıl sürebildiğinin cevabını vermektedir. Hiyerarşinin tepesinde olan bireyler bundan yarar sağladığından olmayan bireyler o kişilerin yerine geçmek için çaba göstermektedirler ve böylece sistem sürüp gitmektedir.  İnsan dışı hayvanlardaki bu davranışlar da hiyerarşik sosyal sistemin insan uygarlığında nasıl ortaya çıktığının ipuçlarını veriyor olabilir. İnsan dışı primatlarda hiyerarşik sosyal sistemin nasıl işlediğine dair yapılmış gözlemsel çalışmalar olmasına rağmen (örneğin Slocombe & Zuberbühler, 2007) bu alanda yapılacak deneysel çalışmalara ihtiyaç vardır. Ancak yapılan bazı deneysel çalışmalar da grup üyelerinin otoriter üyelerin davranışlarını takip etme eğiliminde olduklarını (Horner ve arkadaşları, 2010) ve grup üyelerinin yüksek otoriteli grup üyeleriyle etkileşime girmeye daha istekli olduklarını göstermektedir (Deaner, Khera, & Platt, 2005). Ancak otoriteyi ahlak boyutuyla ilişkilendiren doğrudan deneysel çalışma yoktur. Örneğin insan dışı primatlarda hiyerarşiye karşı gelen bireylere yönelik üçüncü taraf kişiler cezalandırma davranışı göstermekte midirler?

Yine kutsallık boyutunda da insan dışı primatlarla yapılmış bildiğim bir çalışma bulunmamakta çünkü bu boyutun sadece insan türüne özgü olduğu düşünülmektedir. Çünkü bu boyut dinsel inançla oldukça ilişki gösteren bir boyuttur. Dinin nasıl bir evrimsel sürece dayandığı ise ayrı bir tartışma gerektirmektedir.

Sonuç olarak ahlaki hassasiyetlerimizin en azından bir kısmı evrimsel sürece dayanmaktadır. Bu mekanizma ise ilk olarak anne-çocuk etkileşiminde ortaya çıkmakta ve anne çocuğunu zarardan korumak üzere bir zihinsel donanıma sahip olmaktadır. Keza birbiriyle benzer genlere sahip akrabalar da birbirlerini koruyup kollayarak yardım etme davranışı gösterebilmektedirler çünkü akrabana yardım etmek özünde kendi genlerine yaptığın bir yatırımdır. Hiçbir genetik yakınlığa sahip olmayan insanlar ise karşılıklı özgecilik dediğimiz mekanizmaya göre birbirlerine yardım etmektedirler: Eğer ben sana yardım edersem, bir gün sen de bana yardım edebilirsin (doğrudan özgecilik), ya da toplumdaki bir başkası ben yardım ettiğim için bana yardım edebilir (dolaylı özgecilik). Akraba seçilimi ve karşılıklı özgecilik mekanizmaları belli bir yere kadar büyük ölçekli işbirliğini ve ahlaki hassasiyetlerin ortaya çıkışını açıklayabilirler. Ancak insanlık tarihi boyunca gelişen ve herhangi bir ün kaygısı olmadan ya da tek seferlik etkileşimlerde insanların genetik olarak uzak oldukları insanlarla büyük ölçekli işbirliğine girmeleri bu iki mekanizmanın dışında mekanizmalara dayanıyor gözükmektedir. 

Kaynakça

Bar-Haim, Y., Ziv, T., Lamy, D., & Hodes, R. M. (2006). Nature and nurture in own-race face
processing. Psychological Science, 17, 159–163.

Brosnan, S. F., & De Waal, F. B. (2003). Monkeys reject unequal pay. Nature, 425, 297–299.

Brosnan, S. F., Schiff , H. C., & de Waal, F. B. (2005). Tolerance for inequity may increase
with social closeness in chimpanzees. Proceedings of the Royal Society of London, Biology, 272, 253–258.

Chomsky, N. (1965). Aspects of the Theory of Syntax (Vol. 11). MIT press.

Darley, J.M., & Shultz, T.R. (1990). Moral rules: Their content and acquisition. Annual Review of Psychology, 41, 525–556.

Deaner, R. O., Khera, A. V., & Platt, M. L. (2005). Monkeys pay per view: Adaptive valuation of social images by rhesus macaques. Current Biology, 15, 543–548.

Deppe, K.D., Gonzalez, F. J., Neiman, J. L., Jacobs, C.,  Pahlke, J., Smith, K. B., & Hibbing, J. R. (2015). Reflective liberals and intuitive conservatives: A look at the Cognitive Reflection Test and ideology. Judgment and Decision Making, 10(4), 314-331.

de Waal, F. B., Leimgruber, K., & Greenberg, A. R. (2008). Giving is self-rewarding for monkeys. Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America, 105, 13685–13689.

de Waal, F. (2009). Primates and philosophers: How morality evolved. Princeton University  Press.

de Waal F. (2013). The Bonobo and the Atheist: In Search of Humanism Among the        Primates. New York: W.W. Norton.

Eidelman, S., Crandall, C. S., Goodman, J. A., & Blanchar, J. C. (2012). Low-effort thought promotes political conservatism. Personality and Social Psychology Bulletin38(6), 808-820.

Evans, J. S. B., & Stanovich, K. E. (2013). Dual-process theories of higher cognition: Advancing the debate. Perspectives on Psychological Science8(3), 223-241.

Faulkner, J., Schaller, M., Park, J. H., & Duncan, L. A. (2004). Evolved disease-avoidance mechanisms and contemporary xenophobic attitudes. Group Processes & Intergroup Relations, 7(4), 333-353.

Geras, N. (1983). Marx and Human Nature: Refutation of a Legend. London: Verso.

Gervais, W. M., & Norenzayan, A. (2012). Analytic thinking promotes religious disbelief. Science, 336, 493-496.

Graham, J., Haidt, J., & Nosek, B. A. (2009). Liberals and conservatives rely on different sets of moral foundations. Journal of Personality and Social Psychology, 96, 1029-1046.

Graham, J., Haidt, J., Koleva, S., Motyl, M., Iyer, R., Wojcik, S., & Ditto, P. H. (2013). Moral foundations theory: The pragmatic validity of moral pluralism. Advances in Experimental Social Psychology, 47, 55-130.

Haidt, J., S.H. Koller, and M.G. Dias. (1993). Affect, culture, and morality, or is it wrong to eat your dog? Journal of Personality and Social Psychology, 65, 613–628.

Haidt, J. (2001). The emotional dog and its rational tail: A social intuitionist approach to moral judgment. Psychological Review, 108(4), 814-834.

Haidt, J. (2007). The new synthesis in moral psychology. Science, 316, 998-1002.

Hamlin, J. K., Wynn, K., & Bloom, P. (2007). Social evaluation by preverbal infants. Nature, 450, 557-559.

Henrich, J., McElreath, R., Barr, A., Ensminger, J., Barrett, C., Bolyanatz, A., et al. (2006).       Costly punishment across human societies. Science, 312, 1767–1770.

Henrich, J., Ensminger, J., McElreath, R., Barr, A., Barrett, C., Bolyanatz, A., et al. (2010). Markets, religion, community size, and the evolution of fairness and punishment. Science, 327, 1480–1484.

Henrich, J., Heine, S. J., & Norenzayan, A. (2010). The weirdest people in the world? Behavioral and Brain Sciences, 33, 61-83.

Horner, V., Proctor, D., Bonnie, K. E., Whiten, A., & de Waal, F. B. (2010). Prestige affects
cultural learning in chimpanzees. PloS ONE, 5, e10625.

Iyer, R., Koleva, S., Graham, J., Ditto, P., & Haidt, J. (2012). Understanding libertarian morality: The psychological dispositions of self-identified libertarians. PLoS ONE7(8), e42366.

Johnson, D., & Krüger, O. (2004). The good of wrath: Supernatural punishment and the evolution of cooperation. Political Theology5(2), 159-176.

Kahneman, D. (2011). Thinking, fast and slow. New York: Farrar, Straus & Giroux.

Kelly, D. J., Quinn, P. C., Slater, A. M., Lee, K., Gibson, A., Smith, M., Ge, L., & Pascalis, O. (2005). Three-month olds, but not newborns, prefer own-race faces. Developmental Science, 8, F31–F36.

Kohlberg, L. (1969). Stage and sequence: The cognitive-developmental approach to socialization. New York: Rand McNally.

Mahajan, N., Martinez, M. A., Gutierrez, N. L., Diesendruck, G., Banaji, M. R., & Santos, L. R. (2011). The evolution of intergroup bias: Perceptions and attitudes in rhesus macaques. Journal of Personality and Social Psychology, 100, 387–405.

Masserman, J. H., Wechkin, S., & Terris, W. (1964). “Altruistic” behavior in rhesus monkeys. The American Journal of Psychiatry, 121, 584–585.

Navarrete, C. D., & Fessler, D. M. (2006). Disease avoidance and ethnocentrism: The effects of disease vulnerability and disgust sensitivity on intergroup attitudes. Evolution and Human Behavior, 27(4), 270-282.

Nichols, S., & Folds-Bennett, T. (2003). Are children moral objectivists? Children’s judgments about moral and response-dependent properties. Cognition, 90, B323–332.

Öhman, A., & Mineka, S. (2003). The malicious serpent snakes as a prototypical stimulus for an evolved module of fear. Current Directions in Psychological Science, 12(1), 5-9.

Pennycook, G., Cheyne, J. A., Seli, P., Koehler, D. J., & Fugelsang, J. A. (2012). Analytic cognitive style predicts religious and paranormal belief. Cognition123(3), 335-346.

Piaget, J. 1965. The moral judgment of the child. New York: Free Press.

Pinker, S. (2002). The blank slate: The modern denial of human nature. New York: Penguin Putnam.

Pokorny, J. J., & de Waal, F. (2009). Monkeys recognize the faces of group mates in photographs. Proceedings of the National Academy of Sciences, 106, 21539.

Rozin, P., Lowery, L., Imada, S., & J. Haidt. 1999. The CAD triad hypothesis: A mapping between three moral emotions (contempt, anger, disgust) and three moral codes (community, autonomy, divinity). Journal of Personality & Social Psychology, 76, 574–586.

Schaller, M., & Park, J. H. (2011). The behavioral immune system (and why it matters). Current Directions in Psychological Science, 20(2), 99-103.

Simmons, R. E., & Altwegg, R. (2010). Necksforsex or competing browsers? A critique of ideas on the evolution of giraffe. Journal of Zoology282(1), 6-12.

Simon, H. A. (1955). A behavioral model of rational choice. The Quarterly Journal of    Economics, 99-118.

SinnottArmstrong, W. (2009). Mıxedup metaethıcs. Philosophical Issues19(1), 235-256.

Shenhav, A., Rand, D. G., & Greene, J. D. (2012). Divine intuition: Cognitive style influences belief in God. Journal of Experimental Psychology: General, 141, 423-428.

Shweder, R. A., Much, N. C., Mahapatra, M., & Park, L. (1997). The “big three” of morality (autonomy, community, and divinity), and the “big three” explanations of suffering. In A. Brandt & P. Rozin (Eds.), Morality and health (pp. 119–169). New York, NY: Routledge.

Slocombe, K. E., & Zuberbühler, K. (2007). Chimpanzees modify recruitment screams as a
function of audience composition. Proceedings of the National Academy of Sciences, 104, 17228-33.

Suhler, C. L., & Churchland, P. (2011). Can innate, modular “foundations” explain morality. Challenges for Haidt's moral foundations theory. Journal of Cognitive Neuroscience, 23(9), 2103-2116.

Tajfel, H. (1982). Social psychology of intergroup relations. Annual Review of  Psychology, 33(1), 1-39.

Talhelm, T., Haidt, J., Oishi, S., Zhang, X., Miao, F. F., & Chen, S. (2015). Liberals think more analytically (More “WEIRD”) than conservatives. Personality and Social Psychology Bulletin, 41, 250-267.

Tversky, A., & Kahneman, D. (1974). Judgment under uncertainty: Heuristics and biases. Science, 185(4157), 1124-1131.

Warneken, F., Hare, B., Melis, A. P., Hanus, D., & Tomasello, M. (2007). Spontaneous altruism by chimpanzees and young children. Plos Biology, 5, 1414–1420.

Yılmaz, O. (2015). An investigation of the reciprocal relationship between cognitive style and political ideology. Unpublished master’s thesis. Boğaziçi University, Istanbul, Turkey.

Yılmaz, O., Karadöller, D. Z., & Sofuoğlu, G. (2016). Analytic thinking, religion and     prejudice: An experimental test of the dual-process model of mind. The International Journal for the Psychology of Religion. doi: 10.1080/10508619.2016.1151117.

Yılmaz, O., & Sarıbay, S. A. (2016). An attempt to clarify the link between cognitive style and political ideology: A non-western replication and extension. Judgment and Decision Making, 11(3), 287.




[1] Bugünkü bilgiler ışığında zürafaların uzun boyunlu olmalarının nedeninin cinsel seçilim olduğunu biliyoruz ancak doğal seçilimin mekanızmasını anlatmak için güzel bir örnek olduğundan bu örneği vermeyi uygun gördüm. İlgililer için kısaca söylemek gerekirse uzun ve kalın boyunlu zürafalar dişilere çekici geldiğinden daha çok ürediler ve bu şekilde sonraki nesillere genlerini aktarmayı başardılar. Konuyla ilgili şu makaleye bakılabilir: Simmons ve Altweg (2010).

[2] Hiç kuşkusuz meta-etik alanı onlarca farklı şeye tekabül etmektedir ancak bu yazının konusu bu olmadığından daha fazla ayrıntı verilmeyecektir (meta-etiğin ne kadar karmaşık bir alan olduğunu anlatan şu makaleye bakılabilir: Sinnott-Armstrong, 2009).

[3] Bu kuramdan önce ahlak psikolojisinde neler yapıldığına kısaca bakmak isteyen okuyucular için: Darley & Shultz, 1990; Haidt, Koller & Dias, 1993; Kolhberg, 1969; Nichols & Folds-Bennett, 2003; Piaget, 1965; Shweder, Much, Mahapatra, & Park, 1997.

[4] Felsefe’de oldukça popüler olan insan doğası var mıdır tartışmasına bu yazı çerçevesinde girmeyeceğim fakat modern bilimsel bilgiler göstermektedir ki İngiliz deneycilerinin dediği gibi insan doğuştan boş bir levha gibi doğmamaktadır. Her türün sahip olduğu bazı özellikler olduğu gibi (örneğin atlar doğar doğmaz dörtnala koşabilirler, ancak insan yavrusu bunu başaramaz) insanın da doğuştan beraberinde getirdiği bir takım evrimsel mekanizmalar vardır (örneğin dile sahip olmak gibi). Dolayısıyla Marx’ın Feuerbach üzerine altıncı tezde ifade ettiği “insan doğası tarihsel ve toplumsal ilişkilerin bütünüdür” önermesi tek başına alındığında yanlış bir önermedir çünkü eğer insan dışındaki bir primatı insanla aynı tarihsel ve toplumsal ilişkiler bütününe koyarsak o dili öğrenemeyecektir çünkü evrimsel olarak ona yatkın doğmamaktadır. Bu konuda derinlemesine bir inceleme için bakınız Pinker (2002). Marx’ın aslında insan doğasını reddetmediğini savunan bir argüman için ise bakınız Geras (1983).

[5] Bu deneyin videosu “Frans de Waal: Hayvanlarda Ahlaki Davranış” başlığıyla aratılırsa internet üzerinden izlenilebilir.

[6] Hiç kuşkusuz her bir deneyin deseni oldukça karmaşık ve uzun uzun anlatılmaya ihtiyaç duymaktadır. Ancak bu yazının belli bir uzunluk limiti olduğundan sadece temel bulgulardan bahsedilmektedir. Dileyen okuyucu orijinal makalelere bakabilir.



20.03.2018

Evrimsel Açıdan Saldırganlık ve Şiddet


Bu yazı Bilim ve Ütopya dergisinin Ağustos 2016 tarihli "İnsan Sosyalliğinin Evrimi" temalı sayısında Hasan G. Bahçekapılı imzasıyla yayınlandı.

Evrimsel biyolog Edward O. Wilson Pulitzer ödüllü On Human Nature kitabının saldırganlıkla ilgili bölümüne şöyle başlar:

İnsanlar doğuştan saldırgan mıdır? Bu soru üniversite seminerlerinin ve kokteyl partilerin en sevilen sohbet konularındandır ve her kesimden politik fanatiğin kanını beynine sıçratma potansiyeline sahiptir. Sorunun cevabı evettir. (Wilson, 1978/2004, s. 99)

Wilson’ın tartışmalı olduğunu kabul ettiği bu soruya nasıl bu kadar kesin bir cevap verdiğini görebilmek için “doğuştan” ve “saldırganlık” kavramlarından tam olarak ne kastettiğini anlamamız gerekir. Saldırganlık dediğinde Wilson fiziksel şiddet veya şiddet tehdidi içeren ve karşı tarafın hayatta kalma veya üreme şansını azaltan her türlü davranışı kastediyor. Doğuştan dediğinde ise bir davranışın genetik temelli olmasını, tamamen çevre şartları ve öğrenme sonucu olarak ortaya çıkmamasını kastediyor. Bu anlamda “doğuştanlık” davranışın ortaya çıkışında çevrenin, öğrenmenin ve kültürün rolünü reddetmez. Mesela insanda dilin doğuştan geldiğini söylediğimizde doğum anında dilin var olduğunu kastetmeyiz. Dilin genetik temelli bir öğrenme mekanizmasına dayandığını ve bu mekanizma sayesinde normal çevre şartlarında dil davranışının gelişimsel süreçte doğal olarak ortaya çıkacağını kastederiz.

Gene bu anlayışa göre saldırganlık belli uyaranlara karşı bir refleks gibi otomatik olarak ortaya çıkan bir tepki değildir. Freud’un ve Konrad Lorenz’in düşündüğü gibi zaman içinde biriktikçe dışarı taşma potansiyeli artan dürtüler gibi de değildir. Evrimsel anlayışa göre bir türün evrimsel tarihinde saldırganlık davranışı üreme başarısını arttırma potansiyeline sahip olmuşsa doğal seçilim sonuncunda saldırgan dürtüleri üreten beyin mekanizmaları adaptasyon olarak ortaya çıkar. İnsan türünde bu mekanizmaların ne zaman ve ne şekilde saldırganlık davranışını ortaya çıkaracağı hem şu andaki çevre şartlarına, hem bireyin öğrenme geçmişine, hem de bireyin içinde yaşadığı kültürün tarihine bağlıdır. Saldırganlık yıkıcı şiddet davranışları şeklinde ortaya çıkabileceği gibi karşı tarafın statüsünü zedelemeye yönelik sözel imalar şeklinde de ortaya çıkabilir. Bu yüzden saldırganlık dediğimizde tek bir davranış tipinden bahsetmek mümkün değildir. Hangi davranış tipinin ortaya çıkacağı öğrenmeye ve kültüre bağlıdır. Ortaya çıkabilecek bütün olası davranışlar kümesi ise doğuştan gelir.

Davranışın evrimsel açıdan incelenmesi diğer biyolojik özellikler gibi davranışın da ne yönden adaptif olabileceği, evrimsel amaçlara ne şekilde hizmet edebileceği sorularına cevap vermeyi gerektirir. Bu yazıda özellikle şiddet içeren saldırganlığı evrimsel açıdan ele alan son araştırmaların ve kavramsal yaklaşımların bir özetini sunacağız. İlk olarak topluluklar arası şiddetin, yani savaşın, evrimiyle ilgili fikirlere ve bulgulara bakacağız. Daha sonra topluluk içi şiddete geçip yakın ilişkilerde özellikle erkeğin kadına karşı gösterdiği şiddete evrimsel açıdan bakacağız. Arkasından kadınlarda şiddeti ele alacağız. Bu üç temel konudan sonra şiddet konusunda evrimsel yaklaşımla kültürel yaklaşımın, gelişimsel yaklaşımın ve davranış genetiğinin nasıl verimli işbirliğine girebileceği konusu tartışacağız. Yazı boyunca vurgulanan ana fikir evrimleşmiş eğilimlerin şiddet davranışında her zaman rol oynadığı, ama bu eğilimlerin davranışa nasıl yansıdığını açıklayabilmek için her zaman çevresel ve kültürel faktörleri de göz önüne almak gerektiği olacak.

Savaşın Evrimsel Kökenleri

Savaş uygarlığın gelişmesi sonucunda ortaya çıkan nispeten yeni bir icat mıdır yoksa insan doğasının derin kökleri olan bir parçası mı? Bu geleneksel tartışmada birincisine Rousseau’cu görüş, ikincisine Hobbes’cu görüş diyebiliriz. Son yıllardaki antropolojik araştırmalar ağırlıklı olarak Hobbes’cu görüşü desteklemektedir.

Savaşın tarım ekonomisine ve devlet düzenine geçişin ürünü olmadığını gösterebilmek için tarım öncesi avcı-toplayıcı gruplarını incelemek gerekir. 20. yüzyılın ilk yarısında barışçıl bir hayatı olduğu düşünülen bu tür toplulukların yer yer modern toplumlardan çok daha fazla şiddet barındırdığının gösterilmesi klasik Rousseau’cu anlayışa darbe vurmuştur (Gat, 2015; Pinker, 2011). Bu tür toplulukların ancak saldırgan devletlerle karşılaştıktan sonra savaş yapmaya başladığı fikri de tarih öncesi savaşların yaygınlığının arkeolojik bulgularla belgelenmesiyle çürütülmüştür (Keeley, 1996, 2014). (Yakın tarihli bir araştırma şempanzelerin de insan etkisi yüzünden değil adaptif sebeplerle gruplar arası şiddete başvurduğunu göstermiştir; Wilson ve ark., 2014).

Buradan elbette savaşın genlerimize kazınmış kaçınılmaz bir davranış olduğu sonucu çıkmaz. Topluluklar arası sorunları savaş yoluyla çözmeye çalışmak ne kadar doğamızın parçasıysa çatışma yönetimi yoluyla barışçı bir şekilde çözmeye çalışmak da o kadar doğamızın parçasıdır. Çatışma yönetiminin toplumsal hayatın bu kadar merkezi bir parçası olması çatışmaların her an yıkıcı şiddete dönüşme potansiyeli olmasıyla açıklanabilir (Gat, 2015). Buradan savaşların tamamen biyolojik dürtülerin ürünü olduğu sonucu da çıkmaz. Savaşın ortaya çıkması için savaştan beklenen bir fayda, gerekli teçhizat, toplumsal organizasyon ve savaşı teşvik eden bir savaş kültürü olması gerekir. Giriş kısmında belirttiğimiz gibi evrimleşmiş eğilimler çevreyle ve kültürle etkileşim içinde davranışı ortaya çıkarırlar. Araştırmalardan çıkarılabilecek sonuç savaşın yakın tarihli bir kültürel icat olduğu fikrinin savunulamayacak olduğudur (LeBlanc, 2014).

Savaşın evrimsel tarihimizin bir parçası olması aslında daha temel bir teorik sorunu gözler önüne serer: Savaş eğilimi ne amaçla evrimleşmiş olabilir? Standart evrimsel açıklamalar insandaki savaşı açıklamakta yetersiz kalır çünkü karıncalardan farklı olarak aynı safta savaşan insanlar arasında genetik yakınlık yoktur ve şempanzelerden farklı olarak savaşan insanlar kişisel çıkar amacıyla hareket etmezler (Zefferman & Mathew, 2015). Hayatını kaybedenlerin oranı düşünüldüğünde savaş savaşanların üreme başarısını ciddi şekilde azaltan bir davranış gibi görünmektedir. Savaşın evrimsel gerekçeleriyle ilgili henüz genel kabul görmüş geniş kapsamlı bir teori geliştirilmemiş olsa da kısmi açıklamalar sunan iki görüşü burada kısaca özetleyebiliriz.

Uzun yıllar Amazon’da yaşayan Yanomamö kabilelerindeki savaşı inceleyen Napoleon Chagnon’a (1988) göre savaş aslında savaşta başarılı olanların üreme başarısını arttırmaktadır.  Yanomamö savaşçıları savaşlarının bir numaralı gerekçesi olarak daha önceki bir yenilginin intikamını almayı gösterirler. Savaşlar da ilk olarak genellikle “kadın yüzünden” çıkar. Savaşta düşman öldürebilen savaşçılar genellikle daha sonra daha fazla eşe ve daha fazla çocuğa sahip olurlar. Dolayısıyla riskli de olsa savaş yapma eğilimi bu yolla seçilmiş olabilir. Bunla uyumlu olarak görülebilecek bir deneysel bulgu, erkeklerin çekici kadın resimlerine maruz kaldıktan sonra savaş yanlısı tutumlarında artma olmasıdır (Chang, Lu, Li & Li, 2011).

İkinci bir görüşe göre insanlarda, başka hayvanlarda görülmeyen düzeyde olan grup içi işbirliği ve özgecilik, gruplar arası çatışmayla beraber evrimleşmiştir. Oyun teorisine dayalı analizler geçmiş çevre şartlarıyla ve toplumsal şartlarla ilgili bazı makul varsayımlar yapıldığında bu tür bir özgecilik-çatışma eş-evrimin mümkün olduğunu göstermiştir (Choi & Bowles, 2007). Gruplar arası çatışmada rol alanlar daha çok erkekler olduğu için “grup içine karşı özgecilik, grup dışına karşı çatışma” stratejisinin daha çok erkekler için geçerli olduğu düşünülebilir. Bu mantık uyarınca ortaya atılan hipotezlerden biri “erkek savaşçı” hipotezidir (McDonald, Navarrete & Van Vugt, 2012). Bunu destekleyen bir deneysel bulgu, gruplar arası rekabet fikri uyandırıldığında, erkeklerin ekonomik bir oyunda grup üyelerine daha fazla para aktarmasıdır. Kadınların para aktarımı ise gruplar arası rekabet manipülasyonundan etkilenmemiştir (Van Vugt, De Cremer & Janssen, 2007).

Yakın İlişkilerde Erkek Şiddeti

Yakın ilişkideki çiftler arasındaki şiddet en genel anlamıyla cinsel çatışma (sexual conflict) teorisi çerçevesinde incelenebilir (Parker, 2006). İlişki içindeki kadın ve erkeğin evrimsel/genetik çıkarları kısmen örtüşürken kısmen de çatışır. Buna göre çatışma, ilişkilerde ara sıra ortaya çıkan bir arıza değil, belli şartlar altında sistematik olarak ortaya çıkması beklenebilecek bir durumdur. Çatışma cinsel ilişki öncesi dönemde, cinsel ilişki döneminde veya ilişki bittikten sonraki dönemde olabilir. Mesela erkekle kadın arasında cinsel ilişkinin yaşanıp yaşanmayacağı veya ne zaman ve hangi şartlar altında yaşanacağı konusunda sık sık çatışma baş gösterir. Kadın cinsel ilişkiye geçmeden önce bağlılık (commitment) göstergeleri ararken erkek bir an önce cinsel ilişki dönemine geçmek için bağlılık düzeyiyle ilgili gerçeği yansıtmayan göstergeler sunabilir (Haselton, Buss, Oubaid & Angleitner, 2005).

Gene bu teoriye göre şiddet, çiftlerin ilişki içinde ortaya çıkan ve evrimsel çıkarlarını tehdit eden sorunları çözmek için zaman zaman başvurdukları adaptif olabilen bir stratejidir. Babalığın belirsizliği (paternity uncertainty) erkeğin genetik çıkarlarını tehdit eden daimi bir potansiyel sorun olarak görüldüğü için evrimsel psikolojide erkekte bu sorunu çözmek amacıyla kadını cinsel açıdan sahiplenmeye ve onu aldatmaktan caydırmaya yönelik adaptasyonların evrimleştiği varsayımı yapılır (Wilson & Daly, 1996). Yani kadının ilişki dışı cinselliğini kısıtlamak erkeğin evrimsel çıkarlarının gereğidir. Bu kısıtlama çabası bazan baskıcı ve şiddet içeren davranışlar şeklinde ortaya çıkabilir. Aşağıdaki adaptif problemlere karşı erkeklerde şiddet davranışının ortaya çıkabildiği değişik ölçülerde belgelenmiştir (Buss & Duntley, 2011):

1. Başka erkeklerin eşi kaçırma girişimleri: Erkekler özellikle maddi durum, iş olanakları ve fiziksel güç bakımından kendilerinden üstün olan yabancı erkeklerin eşlerine göz koymasını tehdit olarak algılarlar. Bu gibi durumlarda şiddet ortaya çıktığında genellikle eşe değil yabancı erkeğe yöneliktir. Fakat eşi başka erkeklerle görüşmekten alıkoymak için eşe de yönelebilir (Wilson & Daly, 1996).

2. Eşin cinsel sadakatsizlik gösterdiği şüphesi: Eşin cinsel sadakatsizliği ve bunun sonucunda erkeğin kendi genlerini taşımayan bir çocuğa maddi ve manevi yatırım yapması olasılığı erkeğin evrimsel çıkarlarına en doğrudan tehdittir. Erkeğin bu sorunu çözmek için kullandığı yöntemlerden biri şiddettir. Nitekim erkeğin ilişki içinde olduğu kadına karşı gösterdiği şiddetin en baş sebeplerinden birinin aldatılma şüphesi olduğu gösterilmiştir (Daly, Wilson & Weghorst, 1982). Bu şüpheye karşı ortaya çıkabilen şiddet türlerinden biri de ilişki içi cinsel tecavüzdür (Goetz, Shackelford & Camilleri, 2008; Kaighobadi, Shackelford & Goetz, 2009). Benzer şekilde hamileyken ilişki içi şiddete uğrayan kadınların, diğer kadınlara kıyasla, başka bir erkekten hamile olma olasılıklarının daha yüksek olduğu gösterilmiştir (Taillieu & Brownbridge, 2010).

3. Kaynak sıkıntısı: Fakirlik veya ekonomik kaynak sıkıntısı aile içi şiddeti arttıran bir unsurdur (Wilson & Daly, 1993; Balci & Ayranci, 2005). Bunun geleneksel açıklaması ekonomik sıkıntının getirdiği stres olsa da evrimsel bakış açısı eşi elden kaçırma korkusunun erkeği bir çözüm olarak kadına karşı şiddete yönelteceği olasılığını da bize düşündürür.

4. Eşler arasında çekicilik farklılığı: Kadının eş değerinin (mate value) daha yüksek olması erkeği gene eşi elinden kaçıracağı korkusuna ve çözüm olarak şiddete yöneltebilir (Graham-Kevan & Archer, 2009).

5. Eşin terk etmiş olması: Terk edilmiş erkekler bazan eşi tekrar elde etmek için bazan da eşin başka bir erkekle ilişki kurmasını engellemek için son çare olarak şiddete başvururlar (Perilloux & Buss, 2008). Daha önceki maddelerde olduğu gibi burada da bu şiddetin kendi başına bir adaptasyon mu yoksa başka bir adaptasyonun adaptif olmayan bir yan ürünü mü olduğu tartışmalıdır.

Erkek şiddetinin temel amacının kadının cinselliğini kontrol etmek olduğunda evrimsel yaklaşımla feminist yaklaşım uyuşmaktadır. Bu iki yaklaşımın (son 15 yıldaki sert tartışmalar göz önüne alındığında) uyuşamaz gibi göründüğü konu tecavüzdür. Evrimsel yaklaşım başka şiddet türleri gibi tecavüzün de evrimleşmiş mekanizmaların ürünü olduğunu savunurken geleneksel feminist yaklaşım tamamen sosyal öğrenmenin ürünü olduğunu savunur. Vandermassen’e (2011) göre iki tarafın savunucuları biraz daha açık fikirli olurlarsa iki tarafın da öne sürdüğü faktörleri içine alan daha geniş kapsamlı bir tecavüz teorisi ortaya konabilir. Kısaca özetlemek gerekirse, Vandermassen’e göre bir adaptasyonun ürünü de olsa, adaptif olmayan bir yan ürün de olsa, tecavüzün kökeni erkeğin ve kadının evrimleşmiş cinselliklerinde yatar (ayrıca bak. Thornhill & Palmer, 2000). Tecavüzün cinsellikle ilgili olmadığı şeklindeki geleneksel feminist slogan bilimsel açıdan ciddiye alınabilecek bir fikir değildir. Diğer taraftan tecavüzle ilgili geleneksel evrimsel hipotez de bilimsel bulgular tarafından desteklenmemektedir. Bu hipoteze göre tecavüz eş bulamamış düşük statülü erkeklerin üreyebilmek için son çare olarak kullandıkları bir yöntemdir. Oysa araştırmalara göre tecavüzcülerin çoğunluğu ne düşük statülüdür ne de cinsel açıdan tecrübesizdir. Özellikle savaş zamanı meydana gelen tecavüz olaylarında kadının genellikle tecavüzden sonra öldürülmesi de erkeğin temel amacının üreme olmadığını göstermektedir. Vandermassen Smuts’ın (1995) analizinden esinlenerek ataerkilliğin ürünü olan cinsiyet ideolojilerinin, özellikle erkeğin kadın üzerinde hakim olmasını ve gerektiğinde kadına karşı şiddet kullanmasını meşru gören anlayışın, tecavüzün açıklanmasında önemli bir unsur olduğunu düşünmektedir. Bunu kabul etmek evrimsel yaklaşıma ters düşmez çünkü ataerkilliğin kendisi de biyolojik ve kültürel evrimin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak erkek doğası gereği kadının cinselliğini kontrol etmek isteyecektir. Fakat bu isteğin baskıcı ve şiddet içerecek şekillerde ortaya çıkıp çıkmayacağı kısmen öğrenmeye ve kültürde hakim olan ideolojilere bağlıdır.

Kadınlarda Şiddet

Kadınlarda erkeklerdeki kadar şiddet ve saldırganlık görülmediği öteden beri bilinir. Bu farkın geleneksel açıklamalarından biri yetiştirme tarzı farklılıklarıdır: Erkek çocuklar erkek stereotipi olan girişimci, baskın ve gerektiğinde saldırgan olacak şekilde yetiştirilirken kız çocuklar kadın stereotipi olan duyarlı, şefkatli ve gerektiğinde taviz verecek şekilde yetiştirilir. Fakat bu yaklaşım bu stereotiplerin nereden geldiği sorusuna cevap vermemektedir (Cross & Campbell, 2014). Evrimsel yaklaşım ise bu farkların gelişigüzel sosyal ve tarihsel olaylar yüzünden ortaya çıkmayıp biyolojik bir temele dayandığını savunmaktadır. Bu temeli en açık şekilde tasvir eden de Trivers’ın (1972) ebeveyn yatırımı teorisidir. Buna göre birçok memeli türünde erkekler kolayca yeri doldurulabilecek bir sperm verme dışında üreme faaliyetine katkıda bulunmazken dişiler hamilelik, emzirme ve yavruya bakma anlamında bir ebeveyn olarak çok daha fazla yatırım yaparlar. Daha fazla yatırım yapan cinsin kötü bir eş tercihinden kaybedeceği daha fazla şey vardır. Bu yüzden dişiler eş tercihinde daha ihtiyatlı ve seçici olacak şekilde evrimleşmişken erkekler daha değerli olan dişi cinsi elde edebilmek için birbirleriyle rekabet edecek ve gerektiğinde saldırganlık gösterecek şekilde evrimleşmişlerdir.

Baskınlık ve topluluk içinde yüksek statü sahibi olmak erkekler gibi dişi hayvanların da üreme başarısını arttırmakla beraber dişi hayvanlar bu tür bir statüye sahip olmak için genellikle erkekler kadar riskli davranışlar sergilemezler (Sharp & Clutton-Brock, 2011). Bunun evrimsel sebebi kazanacaklarının nispeten az, kaybedebileceklerinin nispeten çok olmasıdır. Araştırmalar annenin ölüm veya başka sebeplerle ortada olmamasının, babanın olmamasına kıyasla, çocukların hayatta kalması üzerinde çok daha etkili olduğunu göstermiştir (Sear & Mace, 2008). Dolayısıyla saldırganlıkta kadın-erkek farklarının bir evrimsel sebebi erkeklerin baskınlık kurmak için gerektiğinde saldırganlık gösterecek şekilde evrimleşmesiyse bir diğer sebebi de kadınların çocuğun hayatını tehlikeye atacak riskli davranışlardan (ve dolayısıyla saldırganlıktan) kaçınacak şekilde evrimleşmiş olmasıdır (Campbell, 1999).

Bu farkın psikolojik düzeydeki açıklaması ise kadınların riskli durumlara girmekten daha çok korku duyduğu ve cezaya karşı daha duyarlı olduğudur (Byrnes, Miller & Schafer, 1999; Campbell, 2006). Kadınların erkeklerden daha sık ve daha yoğun korku duygusu yaşadığı birçok araştırmada gösterilmiştir (Else-Quest, Hyde, Goldsmith & Van Hulle, 2006). Dışarıdan testosteron alımının kadınlarda korku şartlanması tepkisini azaltması bu farkın testosteron düzeyi farkından kaynaklandığını düşündürmektedir (Hermans, Putman, Baas, Koppeschaar & van Honk, 2006). Buna göre saldırganlıktaki cinsiyet farkı ketleyici niteliğe sahip korku duygusundan kaynaklanmaktadır. Saldırganlık davranışını tetikleyen duygu olan öfke bakımından ise önemli bir kadın-erkek farkı yoktur (Archer, 2004). Kişilik özelliklerine baktığımızda ise cinsiyet farkını ortaya çıkaranın dürtüsellik (impulsivity) değil heyecan arama (sensation seeking) olduğu görülmektedir (Cross, Copping & Campbell, 2011).

Kadınlarda şiddet erkeklerde olduğu gibi ergenlik çağında tepe noktasına ulaşır ve eş bulmayla ilişkilidir (Ness, 2004). Kadın kavgalarının önemli bir kısmını kadının kendi cinselliğiyle ilgili söylentilere verdiği tepki oluşturur. Erkek için önemli eş seçimi kriterlerinden biri kadının cinsel namusu olduğu için kadının, namusuna dil uzatılmasına şiddetle tepki vermesi adaptif olarak görülebilir. Gene de kadınlar yumruk ve tekme atmak gibi riskli saldırganlık şekillerini değil, daha risksiz sayılabilecek kötü söz söyleme ve tehdit etme gibi saldırganlık yöntemlerini tercih ederler (Archer, 2009).

Yakın tarihli bir araştırma (Wölfer & Hewstone, 2015) cinsler içi ve cinsler arası saldırganlık farklarının açıklanmasında cinsel seçilim teorisiyle (Archer, 2009; Darwin, 1871) sosyal rol teorisini (Eagly, 1987) karşılaştırmıştır. Katılımcı olarak 11,000 kadar lise öğrencisi kullanılmış ve bunların sınıf içi arkadaşlık ve saldırganlık ağları incelenmiştir. Cinsel seçilim teorisinden türetilen ve saldırganlığı yordayabilecek değişkenler olarak erkekler arasında keskin sosyal hiyerarşiye, sınıftaki erkek-kız oranının eşitlikten ne kadar saptığına ve erkeklerle kızlar arasındaki beden-kütle endeksi farkına bakılmıştır. Sosyal rol teorisinden türetilen ve saldırganlığı yordayabilecek değişkenler olarak ise sınıftaki cinsiyet normlarının eşitlikten ne kadar saptığına ve erkeklik normlarının şiddete ne ölçüde izin verdiğine bakılmıştır. Araştırma sonucunda beklendiği gibi cinsel seçilim teorisinden türetilen değişkenlerin cinsler içi saldırganlık farklılığını (erkek-erkek saldırganlığının kız-kız saldırganlığından daha sık olmasını) daha iyi yordadığı, sosyal rol teorisinden türetilen değişkenlerin ise cinsler arası saldırganlık farklılığını (erkeklerin kızlara yönelik saldırganlığının ters yöndeki saldırganlıktan daha sık olmasını) daha iyi yordadığı bulunmuştur. Araştırmacılar bu bulguları, saldırganlıkta cinsiyet farklarının açıklanmasında iki tür teoriye de (evrimsel ve sosyal) ihtiyacımız olduğu şeklinde yorumlamışlardır. Fakat katılımcıların yaş ortalamasının 15 bile olmaması bulguların yetişkin popülasyona genellenebilirliği ve cinsel seçilimin gerçekten test edilip edilmediği konusunda kuşku yaratmaktadır.

Yakın ilişkilerde şiddet konusunda ise Batı toplumlarında kadınlarla erkekler arasında önemli bir saldırganlık farkı gözlenmemektedir (Archer, 2006). Yakın ilişki şiddetinde yaralananlar ve ölenler ağırlıklı olarak kadınlardır. Bunun sebebi erkeklerin üst düzey şiddet içeren saldırganlık yöntemlerini kadınlardan daha sık tercih etmeleridir. Saldırganlık vakalarının büyük çoğunluğunu oluşturan durumsal çift saldırganlığında (situational couple conflict) ise bir anlaşmazlık büyüyerek karşılıklı saldırganlığa dönüşür (Cross & Campbell, 2014). Bu tür saldırganlığı başlatma sıklığı bakımından cinsiyet farkı yoktur. Fakat dediğimiz gibi bu bulgu günümüz Batı kültürlerine özgüdür. Bunun sebeplerini anlamada kültürel yaklaşım evrimsel yaklaşıma yardımcı olabilir.

Kültür, Evrim ve Şiddet

Giriş kısmında belirttiğimiz gibi saldırganlık eğilimi doğuştan geliyor olsa da saldırgan davranışın ne şekilde ortaya çıkacağı kısmen bireyin içinde yaşadığı kültürün normları tarafından belirlenir. Batılı ülkelerde son zamanlarda değişen normlar yakın ilişki şiddetinde azalan ve yok olan cinsiyet farklarını açıklamada önemli bir rol oynayabilir. Yakın zamanlı araştırmalara göre erkeğin kadına karşı gösterdiği şiddet, kadının erkeğe karşı gösterdiği benzer nitelikteki şiddetle karşılaştırıldığında, daha kabul edilemez ve polis müdahalesini daha fazla gerektirir olarak görülmektedir (Felson & Feld, 2009). Bunun sonucunda kadının erkeğe karşı şiddet kullandığında şiddetle karşılık göreceğine dair beklentisi, yani risk beklentisi, azalmış, dolayısıyla riskli durumlara girmenin yarattığı korku azalmış, sonuçta kadın şiddet göstermek konusunda kendini daha rahat hisseder hale gelmiştir (Feld & Felson, 2008).

Büyük çaplı bir kültürler arası tarama Birleşmiş Milletler’in Cinsiyet Güçlenme Ölçümü (Gender Empowerment Measure: GEM) ile yakın ilişki şiddetinde cinsiyet farkları arasında yüksek bir korelasyon olduğunu göstermektedir (Archer, 2006). GEM puanı düşük ülkelerde şiddet erkek tarafı ağırlıklıdır. GEM puanı yüksek ülkelerde bu farkın kapanması hem erkeğin şiddete daha az başvurmasından hem de kadının şiddete daha fazla başvurmasından kaynaklanır. Yüksek GEM ülkeleri aynı zamanda daha bireyselci kültürlerdir. Kadının ailenin bir parçası olarak değil kendi başına bir birey olarak görülmesi de şiddetin azalmasına katkıda bulunmuş olabilir (Haj-Yahia, 2011). 

Bahsettiğimiz durumlar evrimsel eğilimlerin kültürel faktörlerle etkileşime girerek davranışı belirlediğine dair örneklerdir: Cinslerin saldırganlığın içerdiği riske ne kadar duyarlı olduğu muhtemelen evrimsel süreçte belirlenmiş farklardır fakat bu riskin ne düzeyde olduğu kültüre bağlı olduğu için saldırganlık davranışı da kültürden kültüre değişir. Bu etkileşimin verimli bir şekilde incelenebileceği modeller gen-kültür evrimi modelleridir (Laland & Brown, 2011). Bu kısımda son olarak bu türden bir modeli kısaca tanıtacağız.

Henrich, Boyd ve Richerson’a (2012) göre tek eşli evliliğin toplumsal bir norm haline gelmesi kültürel grup seçilimi sayesinde olmuştur. Ortaya çıktığı gruplarda tek eşli evlilik, evlilik yapamayan erkeklerin sayısını azaltmış, bu sayede hem erkekler arası rekabet ve şiddet hem de kadına yönelik tecavüz gibi suçlar azalmıştır. Ayrıca erkeğin çabasını yeni eşler bulmaya değil çocuğa yatırım yapmaya yöneltmesi ekonomik verimliliği arttırmıştır. Bunun sonucunda tek eşli grupların çok eşli evlilik yapılan gruplara karşı üstünlük kurması mümkün olmuş ve üstünlük kuran grubun normu da evrimsel anlamda seçilip yaygınlaşmıştır. Gene tek eşli evlilik sayesinde karı-koca arasındaki ortalama yaş farkı azalmıştır. Eşler arasındaki büyük yaş farkı evlilik içi şiddetle korelasyon gösterdiği bilinen bir durumdur (Daly & Wilson, 1988). Son olarak tek eşli evlilik hane içinde yaşayanların genetik yakınlığını arttırmış, bu sayede genetik çıkar çatışması azalmış ve sonuçta aile içi cinayet ve çocuk istismarı gibi durumlarda da azalma meydana gelmiştir. Sonuç olarak şiddetin azalmasını sağlayan şey kültürel bir normdur. Bu normun nasıl yaygınlaştığı ise çevre şartları ve evrimleşmiş psikolojik eğilimlerin etkileşimiyle açıklanabilir.

Genler, Evrim ve Şiddet

Giriş kısmında söylediğimiz gibi davranışsal bir özellik doğuştan geliyorsa, evrimsel bir adaptasyonsa, özelliğin kısmen genler tarafından kontrol ediliyor olması gerekir. İnsanlar arası şiddet farklılıklarının ortaya çıkmasında çevre şartları kadar genetik faktörlerin de rolü olduğu gösterilmiştir. İkiz araştırmalarını konu edinen yakın tarihli bir meta-analiz antisosyal davranıştaki varyansın %56’sının genlerin etkisiyle açıklanabileceğini ortaya koymuştur (Ferguson, 2010). Ayrıca kalıtsallık (heritability) ölçümleri şiddet konusunda genlerin rolünün yaş arttıkça büyüdüğünü göstermektedir (Ferguson, 2010).

Moleküler genetik araştırmaları MAOA enziminin geninin bir alelinin, özellikle çocukluk dönemi travmasıyla bir arada bulunduğunda, şiddet davranışının ve antisosyalliğin olasılığını ciddi şekilde arttırdığını göstermiştir (Caspi ve ark., 2002). Bu bulgu gen-çevre etkileşimine bir örnektir. Bu tür etkileşimlerin geleneksel olarak zannedilenden daha sık görüldüğü fikri son zamanlarda popülerlik kazanmıştır (Moffitt, Caspi & Rutter, 2006). Genlerin etkisinin çevreyle etkileşim içinde ortaya çıkıyor oluşu aynı zamanda bazı araştırmalarda gösterilen genetik etkilerin neden daha sonraki başka araştırmalarda tekrarlanamadığını da açıklayabilir: Farklı bir çevrede aynı genler aynı etkiyi ortaya çıkarmayabilirler (Beaver, Nedelec, Schwartz & Connolly, 2014).

Gen-çevre etkileşimleri geleneksel olarak strese yatkınlık (diathesis-stress) modeli çerçevesinde yorumlanmıştır. Buna göre genler özel bir davranışa bir yatkınlık yaratır fakat bu yatkınlığın davranışsal fenotipe yansıması için çevresel bir tetikleyici gerekir. Daha yakın tarihli bir yaklaşım ise Belsky’nin farklılaşmış hassasiyet (differential susceptibility) modelidir (Belsky & Pluess, 2009). Buna göre bazı gen alelleri riski arttıran değil plastikliği veya çevreden etkilenme potansiyelini arttıran aleller olarak görülmelidir. Bu tür alellere sahip bireyler çevre şartlarından iyi yönde de kötü yönde de daha fazla etkilenirler. Dolayısıyla elverişli çevre şartlarında popülasyon ortalamasının üstünde, elverişsiz çevre şartlarında popülasyon ortalamasının altında fenotipik özelliklere sahip olurlar. Bu modelin saldırganlık ve şiddet konusundaki öngörüleri henüz yeterli düzeyde test edilmemiştir.

Evrimsel tarihteki çevrede şiddet davranışı muhtemelen bugünkü çevredekinden daha adaptif olduğundan ve popülasyondaki gen sıklıkları çevre şartları kadar çabuk değişmediğinden bugün hala bizi şiddete eğilimli kılan genler taşıyoruz (Nedelec & Beaver, 2012). Bu genlerin özellikle gelişim sırasında var olan çevre şartlarıyla etkileşim içinde şiddet davranışını ortaya çıkarıyor olması ise çevresel müdahalelerle istenmeyen davranışların azaltılabileceği konusunda umut vericidir.

Gelişim, Evrim ve Şiddet

Geleneksel gelişimsel görüşlere göre saldırganlık gelişim sırasındaki bir anormallik sonucu ortaya çıkan bir bozukluktur (Ellis ve ark., 2012). Evrimsel görüşe göre ise saldırganlık başka türlü elde edilemeyecek kaynakları elde etmeye yönelik bir adaptasyon olabilir. Evrimsel temelli hayat tarihi (life history) yaklaşımına göre en adaptif strateji kaynak elde etmek için kısmen prososyal kısmen de zorlayıcı (coercive) davranış kullanmaktır (Hawley, 2011). İki davranış tarzını da etkin kullananlar sosyal açıdan baskın bireylerdir. Bu tür çocukların dışa dönük, sosyal zekası yüksek, ahlaki duyarlılık sahibi, sosyal açıdan beğenilen ve nispeten yüksek saldırganlık düzeyine (hem sosyal hem fiziksel) sahip kişiler olduğu gösterilmiştir (Hawley, 2003). Dolayısıyla saldırganlık eğilimi bir bozukluk veya irrasyonellik olarak görülemez: Saldırganlık bazı şartlar altında adaptif ve rasyonel olabilir.

Gene hayat tarihi teorisine göre evrimleşmiş mekanizmalar hayatın ilk yıllarındaki çevre şartlarını tespit edip bundan sonraki çevrenin de buna benzer olacağı varsayımını yaparak adaptif davranış stratejilerinin gelişimine yön verirler (Belsky, Steinberg, & Draper, 1991). Bu tür stratejilere koşullu adaptasyon (facultative adaptation) adı verilebilir. Mesela yüksek stresli, kıt kaynaklı ortamlarda büyüyen ve yetişkinlerle güvenli bağlanma kuramayan çocuklar “hızlı hayat tarihi stratejisi” benimserler: Buluğ çağına daha erken girerler, cinsel ilişkiye ve üremeye daha erken yaşta başlarlar, daha çok çocuk sahibi olurlar ve çocuğa daha az yatırım yaparlar. Bu stratejinin sonuçlarından biri de riskli davranışlar, yüksek düzey saldırganlık ve suçtur (Simpson, Griskevicius, Kuo, Sung & Collins, 2012; ayrıca bak. Belsky, 2012).

Figueredo, Gladden ve Hohman’ın (2012) kurduğu yapısal eşitlik modeline göre yavaş hayat stratejisi hem kişinin eş değerinde (mate value) hem de yürütücü zihinsel işlevlerinde artışa yol açar. Bu özellikler kısa dönemli eş ilişkisi kurma ve topluma düşmanlık besleme eğilimini baskılar. Bunun sonucunda psikopati ve saldırganlık eğiliminde azalma olur. Yani dolaylı olarak da olsa yavaş hayat stratejisinin saldırganlığı azaltıcı etkisi vardır.

Saldırganlığı azaltmayı hedefleyen müdahale programlarının farkında olması gereken hususlardan biri saldırgan davranışın çoğunlukla mevcut çevre şartlarına karşı verilen adaptif bir tepki olduğudur. Dolayısıyla etkili müdahale bir patolojiyle mücadele eder gibi olamaz. Çocuklarda akran zorbalığını önleme çabalarının karşılaştığı güçlükleri bu söylediğimize örnek olarak verebiliriz. Volk, Camilleri, Dane ve Marini (2012) bütün kültürlerde ve diğer sosyal memelilerde görülmesinden, genetik temelli olmasından ve kaynak ve statü eksikliği çeken ergenlerin genellikle istediğini elde etmesini sağlamasından hareketle akran zorbalığının evrimsel bir adaptasyon olduğunu iddia etmiştir. Akran zorbalığını önleme amacıyla çevre şartlarını değiştirme ve bu sayede zorbalığı adaptif olmaktan çıkarma esasına dayalı olarak Finlandiya Turku Üniversitesi’nde geliştirilen KiVa bu bakımdan umut verici bir müdahale programıdır (Kärnä ve ark., 2011).


Kaynaklar

Archer, J. (2004). Sex differences in aggression in real world settings: A meta-analytic review. Review of General Psychology, 8, 291–322.

Archer, J. (2006). Cross-cultural differences in physical aggression between partners: A social   role analysis. Personality and Social Psychology Review, 10, 133–153.

Archer, J. (2009). Does sexual selection explain human sex differences in aggression?     Behavioral and Brain Sciences, 32, 249–311.

Balci, Y. G., & Ayranci, U. (2005). Physical violence against women: Evaluation of women assaulted by spouses. Journal of Clinical Forensic Medicine, 12, 258–263.

Beaver, K. M., Nedelec, J. L., Schwartz, J. A., & Connolly, E. J. (2014). Evolutionary behavioral genetics of violent crime. T. K. Shackelford & R. D. Hansen (ed.), The evolution of violence kitabında (s. 117–135). New York: Springer.

Belsky, J. (2012). An evolutionary perspective on child development in the context of war andpolitical violence. T. K. Shackelford & V. Weekes-Shackelford (ed.), The Oxford handbook of evolutionary perspectives on violence, homicide, and war kitabında (s. 393–409). New York: Oxford University Press.

Belsky, J., & Pluess, M. (2009). Beyond diathesis stress: Differential susceptibility to environmental influences. Psychological Bulletin135, 885–908.

Belsky, J., Steinberg, L., & Draper, P. (1991). Childhood experience, interpersonal development, and reproductive strategy: An evolutionary theory of socialization. ChildDevelopment62, 647–670.

Buss, D.M. & Duntley, J.D. (2011).The evolution of intimate partner violence. Aggression and Violent Behavior, 16, 411–419.

Byrnes, J. P., Miller, D. C., & Schafer, W. D. (1999). Gender differences in risk taking: A meta-analysis. Psychological Bulletin, 125, 367–383.

Campbell, A. (1999). Staying alive: Evolution, culture and women’s intra-sexual aggression. Behavioral and Brain Sciences, 22, 203–252.

Campbell, A. (2006). Sex differences in direct aggression: What are the psychological mediators? Aggression and Violent Behavior11, 237–264.

Caspi, A., McClay, J., Moffitt, T. E., Mill, J., Martin, J., Craig, I. W., ve ark. (2002). Role of genotype in the cycle of violence in maltreated children. Science, 297, 851–854.

Chagnon, N. A. (1988). Life histories, blood revenge, and warfare in a tribal population. Science, 239, 985–992.

Chang, L., Lu, H. J., Li, H., & Li, T. (2011). The face that launched a thousand ships: The mating–warring association in men. Personality and Social Psychology Bulletin, 37, 976–984.

Choi, J.-K., & Bowles, S. (2007). The coevolution of parochial altruism and war. Science, 318, 636–640.

Cross, C. P., & Campbell, A. N. (2014). Violence and aggresion in women. T. K. Shackelford & R. D. Hansen (ed.), The evolution of violence kitabında (s. 211–232). New York: Springer.

Cross, C. P., Copping, L. T., & Campbell, A. (2011). Sex differences in impulsivity: a meta-analysis. Psychological Bulletin, 137, 97–130.

Daly, M. & Wilson, M. (1988). Homicide. New York: Aldine de Gruyter.

Daly, M., Wilson, M. I., & Weghorst, S. J. (1982). Male sexual jealousy. Ethology & Sociobiology, 3, 11–27.

Ellis, B. J., Del Giudice, M., Dishon, T. J., Figueredo, A. J., Gray, P., Griskevicius, V., ve ark. (2012). The evolutionary basis of risky adolescent behavior: Implications for science, policy, and practice. Developmental Psychology, 48, 598–623.

Else-Quest, N. M., Hyde, J. S., Goldsmith, H. H., & Van Hulle, C. A. (2006). Gender differences in temperament: A meta-analysis. Psychological Bulletin, 132, 33–72.

Feld, S. L., & Felson, R. B. (2008). Gender norms and retaliatory violence against spouse and acquaintances. Journal of Family Issues, 29, 692–703.

Felson, R. B., & Feld, S. L. (2009). When a man hits a woman: Moral evaluations and reporting violence to the police. Aggressive Behavior, 35, 477–488.

Ferguson, C. J. (2010). Genetic contributions to antisocial personality and behavior: A meta-analytic review from an evolutionary perspective. The Journal of Social Psychology150, 160–180.

Figueredo , A., J., Gladden, P. R., & Hohman, Z. (2012). The evolutionary psychology of criminal behavior. S. C. Roberts (ed.), Applied evolutionary psychology kitabında (s. 201–221). Oxford: Oxford University Press.

Gat, A. (2015). Proving communal warfare among hunter-gatherers: The Quasi-Rousseauan error. Evolutionary Anthropology, 24, 111–126.

Goetz, A. T., Shackelford, T. K., & Camilleri, J. A. (2008). Proximate and ultimate explanations are required for a comprehensive understanding of partner rape. Aggression and Violent Behavior, 13, 119–123.

Graham-Kevan, N., & Archer, J. (2009). Control tactics and partner violence in heterosexual relationships. Evolution and Human Behavior, 30, 445–452.

Haj-Yahia, M. M. (2011). Contextualizing interventions with battered women in collectivist societies: Issues and controversies. Aggression and Violent Behavior, 16, 331–339.

Haselton, M. G., Buss, D. M., Oubaid, V., & Angleitner, A. (2005). Sex, lies, and strategic interference: The psychology of deception between the sexes. Personality and Social Psychology Bulletin, 31, 3–23.

Hawley, P. H. (2003). Strategies of control, aggression and morality in preschoolers: An evolutionary perspective. Journal of Experimental Child Psychology85, 213–235.

Hawley, P. H. (2011). The evolution of adolescence and the adolescence of evolution: The coming of age of humans and the theory about the forces that made them. Journal of Research on Adolescence, 21, 307–316.

Henrich, J., Boyd, R., & Richerson, P. J. (2012). The puzzle of monogamous marriage. Philosophical Transactions of the Royal Society B367, 657–669.

Hermans, E. J., Putman, P., Baas, J. M., Koppeschaar, H. P., & van Honk, J. (2006). A single administration of testosterone reduces fear-potentiated startle in humans. Biological Psychiatry, 59, 872–874.

Kaighobadi, F., Shackelford, T. K., & Goetz, A. T. (2009). From mate retention to murder: Evolutionary psychological perspectives on men’s partner-directed violence. Review of   General Psychology, 13, 327–334.

Kärnä, A., Voeten, M., Little, T. D., Poskiparta, E., Kaljonen, A., & Salmivalli, C. (2011). A large-scale evaluation of the KiVa antibullying program: Grades 4–6. Child Development, 82, 311–330.

Keeley, L. (1996). War before civilization. Oxford: Oxford University Press.

Keeley, L. (2014). War before civilization – 15 years on. T. K. Shackelford & R. D. Hansen (ed.), The evolution of violence kitabında (s. 23–31). New York: Springer.

Laland, K.N., & Brown, G.R. (2011). Sense and nonsense: Evolutionary perspectives on human behaviour. Oxford: Oxford University Press.

LeBlanc, S. A. (2014). Warfare and human nature. T. K. Shackelford & R. D. Hansen (ed.), The evolution of violence kitabında (s. 73–97). New York: Springer.

McDonald, M. M., Navarrete, C. D., & Van Vugt, M. (2012). Evolution and the psychology of intergroup conflict: The male warrior hypothesis. Philosophical Transactions of the Royal Society B, 367, 670–679.

Moffitt, T. E., Caspi, A., & Rutter, M. (2006). Measured gene-environment interactions in psychopathology: Concepts, research strategies, and implications for research, intervention, and public understanding of genetics. Perspectives on Psychological   Science, 1, 5–27.

Nedelec, J. L., & Beaver, K. M. (2012). The association between sexual behavior and antisocial behavior: Insights from an evolutionary analysis. Journal of Contemporary Criminal Justice, 28, 329–345.

Ness, C. D. (2004). Why girls fight: Female youth violence in the inner city. Annals of the American Academy of Political and Social Science, 595, 32–48.

Parker, G. A. (2006). Sexual selection over mating and fertilization: An overview. Philosophical Transactions of the Royal Society B361, 235–259.

Perilloux, C., & Buss, D. M. (2008). Breaking up romantic relationships: Costs experienced and coping strategies deployed. Evolutionary Psychology, 6, 164–181.

Pinker, S. (2011). The better angels of our nature: Why violence has declined. Londra: Viking Books.

Sear, R., & Mace, R. (2008). Who keeps children alive? A review of the effects of kin on child survival. Evolution and Human Behavior, 29, 1–18.

Sharp, S. P., & Clutton-Brock, T. H. (2011). Reluctant challengers: Why do subordinate female meerkats rarely displace their dominant mothers? Behavioral Ecology, 22, 1337–1343.

Simpson, J. A., Griskevicius, V., Kuo, S. I.-C., Sung, S., & Collins, W. (2012). Evolution, stress, and sensitive periods: The influence of unpredictability in early versus late childhood on sex and risky behavior. Developmental Psychology, 48, 674–686.

Smuts, B. (1995). The evolutionary origins of patriarchy. Human Nature, 6, 1–32.

Taillieu, T. L., & Brownridge, D. A. (2010). Violence against pregnant women: Prevalence, patterns, risk factors, theories, and directions for future research. Aggression and Violent Behavior, 15, 14–35.

Thornhill, R., & Palmer, C. T. (2000). A natural history of rape: Biological bases of sexual coercion. Cambridge: MIT Press.

Trivers, R. L. (1972). Parental investment and sexual selection. B. Campbell (ed.), Sexual selection and the descent of man 1871–1971 kitabında (s. 136–179). Chicago: Aldine.

Van Vugt, M., De Cremer, D., & Janssen, D. P. (2007). Gender differences in cooperation and competition: The male-warrior hypothesis. Psychological Science, 18, 19–23.

Vandermassen, G. (2011). Evolution and rape: A feminist Darwinian perspective. Sex Roles, 64, 732–747.

Volk, A., Camilleri, J., Dane, A., & Marini, Z. (2012). Is adolescent bullying an evolutionary adaptation? Aggressive Behavior, 38, 222–238.

Wilson, E. O. (1978/2004). On human nature. Cambridge: Harvard University Press.

Wilson, M. I., & Daly, M. (1993). An evolutionary perspective on male sexual proprietariness and violence against wives. Violence and Victims, 8, 271–294.

Wilson, M. I., & Daly, M. (1996). Male sexual proprietariness and violence against wives. Current Directions in Psychological Science, 5, 2–7.

Wilson, M. L., Boesch, C., Fruth, B., Furuichi, T., Gilby, I. C., Hashimoto, C., ve ark. (2014). Lethal aggression in Pan is better explained by adaptive strategies than human impacts. Nature, 513, 414–417.

Wölfer, R., & Hewstone, M. (2015). Intra- versus intersex aggression: Testing theories of sex differences using aggression networks. Psychological Science, 26, 1285–1294.

Zefferman, M. R., & Mathew, S. (2015). An evolutionary theory of large-scale human warfare: Group-structured cultural selection. Evolutionary Anthropology, 24, 50–61.