20.12.2011

Basit Memelilerin Empati Kurması Mümkün mü?

  
Birçok primat türünün aksine fareler ve sıçanlar gibi kemirgen memelilerde empati gibi sosyal-duygusal diye nitelendirebileceğimiz davranışların çok gelişmediği inanışı yaygındır. Bu yıl Chicago Üniversitesi’nden Bartal, Decety ve Mason’ın Science dergisinde yayınladığı çalışmaları bu inanışın yersiz olabileceğine dair bir kanıt niteliğinde. Bartal ve arkadaşlarının deneyleri sıçanların diğer grup bireylerinin sıkıntı gibi duygularını anlayabildiğini ve ortada hiçbir ödül yokken sıkıntıda olan diğer grup üyelerini bu durumlarından kurtarmayı öğrenebildiklerini gösteriyor.
  
Bu deneyde iki sıçan öncelikle 2 hafta süresince aynı kafeste tutuluyorlar. Test sırasında bu sıçanlardan biri serbest olarak boş bir arenaya bırakılıyor. Bu arenanın ortasına ise diğer sıçan hareket edemeyeceği kadar küçük ve kapısı başka bir sıçan tarafından açılabilecek şekilde dizayn edilmiş saydam bir kafesin içine konulmuş halde bırakılıyor.

 
Deney grubunun yanında 3 tane de kontrol grubu kullanılmış. Bunların ilkinde kafes boş olarak arenaya konuluyor, diğerinde kafesin içine oyuncak bir sıçan konuluyor ve bir diğer kontrol grubunda kafes boş bırakılıyor ve arenaya ikinci bir sıçan koyuluyor.
 
Deneyin bulgularına göre deney grubundaki serbest sıçanlar ortalama 7 günde kafesin kapağını açıp içerideki sıçanı kurtarmayı öğrenirken, kontrol gruplarındaki sıçanlar kapıyı açmaya çalışmıyorlar. Buna ek olarak deney grubundaki sıçanlar kafesin etrafında kontrol gruplarına göre daha fazla vakit geçiriyor. Bu sonuç sıçanların davranışlarının sonucunda hiçbir ödül elde etmemeleri ve öncesinde hiçbir eğitim gerektirmemesi nedeniyle hayli ilginç.  Bu sonuca bakarak sıçanlar için zor durumda olan bir türdeşlerini kurtarmanın sosyal bir ödül anlamına geldiği öne sürülebilir. Bu hipotezi test etmek için aynı çalışmanın bir başka deneyinde serbest sıçanlara iki kafesten birini seçme şansı verilmiş. Bu kafeslerin bir tanesine yine zor durumda olan bir başka sıçan, diğerine ise ödül olarak bir çikolata parçası konulmuş. Kontrol grubunda çikolata bulunan kafesin yanında sıçan bulunan kafes yerine boş bir kafes verilmiş. Bu deneyin sonuçları gösteriyor ki kontrol grubundaki sıçanlar ödüllü kafesin kapısını açmak için boş kafese göre daha az süre beklerken, deney grubundaki sıçanlar içinde başka bir sıçanın bulunduğu kafesin kapısını açmak için ödül kafesinin kapısını bekledikleri kadar bekliyorlar. Bu deney sıçanların kendi grup üyelerini kurtarmayı yiyecek ödülü kadar tercih ettiğini gösteriyor. Son olarak yine aynı çalışmada erkek ve dişi sıçanlar arasında empati davranışının farklılığı incelenmiş. Bu deneyin sonucuna göre dişi sıçanlar kafeste kısılı kalmış dişi sıçanların yardımına erkeklerin diğer erkek sıçanların yardımına koştuğundan daha hızlı koşuyor. Daha ilginci, bütün dişi sıçanlar kapıyı açıp “arkadaşlarını” kurtarmayı öğrenirken bazı erkek sıçanlar 12 günlük test süresince bu davranışı hiç öğrenemiyor.
 
Bartal ve arkadaşlarının bu çalışması sıçanlarda empati davranışını ilk kez göstermesi nedeniyle ilgiye değer. Görünüşe göre sıçanlar kafeste sıkışmış bir başka sıçanı kurtarmak için yüksek bir motivasyonla hareket ediyorlar ve bu motivasyon bir ödülü elde etme motivasyonu kadar güçlü. Tabii alternatif açıklamalar da mümkün. Örneğin, bir sıçanın varlığı her zaman diğer sıçanlar için ilginç ve incelenmesi gereken bir olaydır. Genellikle sıçanlar bu ilgilerini diğer sıçana yaklaşarak ve koklayarak gösterirler. Bu yaklaşma davranışı tesadüfi kapı açmalara yol açabilir. Ama yine de zamanla bu davranışın sürekli hale gelmesi için sıçanın bu davranışı öğrenme ve tekrar etme yönünde bir motivasyona sahip olması gerekir. Bu motivasyonun nasıl ortaya çıktığına dair bir yazı da yine aynı dergide Jaak Panksepp imzasıyla çıktı. Panksepp’e göre sıçanların empati davranışının nedeni ayna nöronlarının işleyişinde gizli. Ayna nöronları hem karşı tarafın hareketini gözlerken, hem de gözlenen hareketi tekrarlarken harekete gecen nöronlardır. Bu açıdan ayna nöronları karşı tarafın davranış ve hareketlerini kopyalama yetisine sahip olmamıza izin vermektedir. Buna ek olarak ayna nöronları insanların (ve yukarıda bahsi geçen deneyin sonuçlarına göre belki de sıçanların) karşı tarafın mutluluk, üzüntü veya sıkıntı gibi duygularını kendisininmiş gibi algılamalarına neden oluyor. Panksepp’e göre deney sırasında serbest sıçanlar ayna nöronları sayesinde kafese kapatılmış sıçanın sıkıntısını kendisininmiş gibi algılıyor ve cezaya ortak oluyor. Kapıyı açmayı öğrenerek hem kafesteki sıçanın hem de kendisinin sıkıntısını ve cezayı ortadan kaldırmayı öğreniyor. İşte tam da bu yüzden bu sosyal etkileşim serbest sıçanın kapıyı açmayı öğrenmesi için bir ödül görevi görüyor.
 
Bu sonuçlar 2006 yılında Jeffrey Mogil’in acı çeken sıçanları izleyen diğer sıçanların acıya daha duyarlı hale geldiğini gösteren sonuçlarıyla da uyumlu. Fakat Daniel Povinelli’ye göre Mogil’in ve Bartal ve arkadaşlarının sonuçlarında ortaya çıkan ve “bulaşıcı duygu” olarak tanımladığı sıçanların bu özelliği bireyin kendisini duygusal olarak bir başka bireyin yerine koyması olarak tanımlanan empatiden farklı. Yine Povinelli’ye göre, Bartal ve arkadaşlarının sonuçları sıçanların sıkıntı verici bir durumu hafifletmek için davranışlarını senkronize etmelerinden ibaret. Yine de Povinelli’nin bulaşıcı duygu tanımlamasının bizim bildiğimiz anlamda empatinin daha otomatik ve basit bir versiyonu olduğunu düşünmek mümkün. Povinelli asıl sorulması gerekenin bu davranışı neyin motive ettiği sorusu olduğunu savunuyor. Makalenin yazarları tarafından da dile getirilen ve Povinelli’nin de alternatif olarak ortaya attığı başka bir açıklama ise serbest sıçanı asıl motive eden şeyin kafeste sıkışmış sıçanın rahatsız edici yardım çığlıklarını durdurmak olduğu. Fakat makalenin yazarları bu açıklamayı yardım çığlıklarının genelde çok sık atılmadığı gerekçesiyle geçerli bulmuyorlar.
 
Özet olarak Bartal ve arkadaşlarının bu çalışması sıçanların ve primatlara göre daha basit memelilerin düşündüğümüzden daha karmaşık sosyal ve bilişsel yeteneklerine ışık tutması açısından hayli ilgi çekici. Science makalesinin yazarlarından Peggy Mason’a göre insanlarda empati kurmak kültürel olarak gelişen bir şey değil. Aksine grubun yararı için evrimleşmiş sabit bir özelliğimiz. Bartal ve arkadaşlarının çalışmasının sonuçları da kültüre sahip olmadigi varsayilan canlılarda empatinin varlığını göstererek bu sosyal davranışın biyolojik temelli bir özellik olduğunu savunan fikre destek veriyor. [Ayrıca bak.: "Yardımsever Şempanzeler"]

                                                      Video 1
                                                                  
                                                     Video 2


Kaynak:

24.11.2011

Kadınların Eş Tercihleri

 
Biology Letters dergisinin 23 Aralık 2011 sayısında kadınların eş tercihleriyle ilgili iki makale yayınlandı. Biri antropolojik araştırma, diğeri laboratuvar deneyi olan bu iki çalışma kadınların ne kadar adaptif tercihler yaptıklarını göstermesi bakımından birbirlerini tamamlar nitelikte.
 
İlk makalede Amerikalı antropolog Brooke Scelza Namibya’da yaşayan yarı göçebe Himba halkı arasında yaptığı araştırmayı anlatıyor (Scelza, 2011). Araştırmanın çıkış noktası evlilik dışı ilişkinin erkekler gibi kadınlar için de adaptif olabileceği, üreme başarısını arttırabileceği fikri. Evlilik dışı çocuk sahibi olmak kadınlar için daha riskli olsa da kocanın kısır olması, çocuğun daha nitelikli genlere sahip olması, daha fazla maddi kaynaktan yararlanmayı sağlaması gibi gerekçelerle kadın tarafından tercih edilebilir.
 
Scelza özellikle aileleri tarafından ayarlanmış evlilikler yapan, yani kocasını kendisi seçmeyen kadınların daha çok evlilik dışı çocuk sahibi olacağını tahmin etmiş. Bu amaçla 110 Himba kadınıyla bir tercüman yardımıyla doğum geçmişleri üzerine röportaj yapmış. Özel olarak da evlilik dışı çocukları olup olmadığını ve varsa kaç tane olduğunu sormuş. Dediğine göre araştırmasına almak istediği kadınların büyük kısmı bu konuda konuşmakta isteksizlik göstermemişler. Bulgular kadınların yüzde 32’sinin en az bir evlilik dışı çocuğa sahip olduğunu göstermiş. Bu, örneklemdeki 110 kadının sahip olduğu toplam 421 çocuğun yüzde 18’i anlamına geliyor. Asıl çarpıcı olan, ayarlanmış evlilik yapan kadınların çocuklarının toplam yüzde 23’ü evlilik dışıyken aşk evliliği yapan kadınların çocuklarının bir tanesinin bile evlilik dışı olmaması. Yani Scelza’nın hipotezi desteklenmiş. Ayrıca evlilik dışı çocuk sayısıyla toplam çocuk sayısı arasında (beklenebileceği gibi) pozitif korelasyon çıkmış. Bu da evlilik dışı çocuk sahibi olmanın genel olarak üreme başarısını arttırdığı anlamına geliyor.

İkinci araştırma Avustralyalı psikolog Anthony Lee ve tıbbi araştırmacı Brendan Zietsch’in yaptıkları laboratuvar deneyi (Lee & Zietsch, 2011). Kadınların eş seçiminde etkili olan iki faktörün eşin nitelikli genlere sahip olması ve iyi baba özelliklerine sahip olması olduğu düşünülüyor. Değişik çevre şartlarında bu faktörlerden biri veya diğeri daha baskın olabilir. Nitekim daha önceki araştırmalar hastalık yapan patojenlerin yaygın olduğu popülasyonlarda “iyi genlere” sahip eşlerin, kaynak sıkıntısı çekilen popülasyonlarda ise kaynak sağlayabilecek “iyi baba” olan eşlerin ağırlıklı olarak tercih edildiğini göstermiş.
 
Lee ve Zietsch ise bu tercih farklarının aynı popülasyonda yaşayan kadınlarda deneysel manipülasyon yoluyla yaratılıp yaratılamayacağını merak etmişler. İyi genlere sahip olmayı yüksek testosteron göstergesi olan erkeksi özelliklere sahip olmak olarak tanımlamışlar. İyi baba olmayı da kadına ve çocuğa maddi ve manevi kaynak aktarma kapasitesi ve istekliliği olarak tanımlamışlar. Deneyde önce üniversite öğrencisi 60 kadının 20’sine patojen duyarlılığını arttırmak için hastalığa eğilimlilikle ilgili bir anket vermişler, 20’sine kaynak sıkıntısı duyarlılığını arttırmak için maddi durumla ilgili bir anket vermişler, 20’sine de kontrol grubu olarak doğaüstü varlıklarla ilgili hayali tehdit içeren bir anket vermişler. Daha sonra kadınların, kendilerine verilen 25 puanı hayallerindeki eşin özeliklerini oluşturmak için önlerine verilen 10 özellik arasında paylaştırmalarını istemişler. Bu özelliklerden beşi patojen duyarlılığı sonucu önemi artması beklenen iyi gen özelliklerine karşılık geliyor: zeka, yaratıcılık, kaslılık, yüksek sosyal statü ve kendine güven. Diğer beşi ise kaynak duyarlılığı sonucu önemi artması beklenen iyi baba özelliklerine karşılık geliyor: yüksek gelir düzeyi, bağlılık, sıcakkanlılık, şefkatlilik ve destek olma. Bulgular her bir gruptaki (patojen-kontrol-kaynak) kadının elindeki puanların yüzde kaçını iyi gen özelliklerine harcadığı cinsinden verilmiş.

Grup ortalamalarının sırası beklendiği gibi: İyi gen özelliklerine en çok patojen duyarlılığı arttırılmış kadınlar puan verirken en az kaynak sıkıntısı duyarlılığı arttırılmış kadınlar puan veriyor. Gruplar arasındaki farklar çok küçük görünse de ANOVA testi anlamlı sonuç vermiş. Buna ek olarak araştırmacılar (muhtemelen patojen-kontrol farkı ve kaynak-kontrol farkı anlamlı çıkmadığı için) bir lineer kontrast testi yapmışlar ve onu da anlamlı bulmuşlar. Lee ve Zietsch buradan hareketle deneysel manipülasyonlarının işe yaradığını, kadınların tercihlerinin sabit olmayıp değişen çevre şartlarına bağlı olarak adaptif bir şekilde değişebileceği hipotezinin desteklendiğini söylüyorlar.

Deneyin dizaynı ve bulguları ilginç olmakla beraber tam anlamıyla ikna edici değil. Birincisi, anket yoluyla yapılan manipülasyonların işe yaradığını güvenle söyleyebilmek için “patojen” ve “kaynak” gruplarının kontrol grubundan anlamlı derecede farklı çıkması gerekirdi. Şu anki durumda “patojen duyarlılığının artması iyi genlere atfedilen önemi arttırdı” veya “kaynak sıkıntısı duyarlılığının artması iyi baba olmaya atfedilen önemi arttırdı” diyemiyoruz zira iki deneysel grup da tek tek kontrol grubundan farklı değil. Dolayısıyla hangi manipülasyon yüzünden genel ANOVA’nın anlamlı çıktığını bilemiyoruz. İkincisi, özelliklerin “iyi gen” ve “iyi baba” kategorilerine dağıtılması da okuyan herkesin hemen onay vereceği şekilde yapılmış gibi görünmüyor. Mesela yüksek sosyal statü pekala “iyi baba” kategorisine giriyor diye de düşünülebilir. Ayrıca ikisi de iyi genlerle ilişkili olsa da kaslılık ve yaratıcılık birbirinden çok farklı özellikler. Patojen duyarlılığının artması bunlardan hangisine atfedilen önemi arttırdı diye okuyucu merak ediyor. Maalesef yazarlar tek tek özelliklere göre bir analiz yapmamışlar. Kısacası yazarların istediği sonuca varabilmek için araştırmanın bir tekrarının yapılması gerekli görünüyor.


Kaynaklar

Lee, A. J., & Zietsch, B. P. (2011). Experimental evidence that women’s mate preferences are directly influenced by cues of pathogen prevalence and resource scarcity. Biology Letters, 7, 892-895.

Scelza, B. A. (2011). Female choice and extra-pair paternity in a traditional human population. Biology Letters, 7, 889-891.


14.11.2011

Adaptif Hafıza


Diğer bilişsel mekanizmalarımız gibi hafıza da beynin evriminin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Yine bu süreçte hafızalarımız belirli tur anıları daha iyi hatırlamak için ayarlanmıştır. Örneğin, insan hafızası görsel ve derin anlamlı (derin semantik) anıları diğer tür anılardan daha iyi ve hızlı hatırlama yetisine sahiptir. Nairne ve arkadaşları 2008’de yayınladıkları makaleleri ve devamında bir seri araştırmayla bu tur daha hassas olduğumuz anı türlerine “sağ kalma anılarını” da eklediklerini iddia ettiler. Bu argümana göre zihnimiz atalarımızın yasadığı çevrede yiyecek bulma ve yırtıcılardan korunma yani kısaca sağ kalma ile ilgili bilgileri hatırlamak üzere evirilmiştir ve bu nedenle bu tur bilgiler diğer nötr bilgilere göre daha iyi hatırlanacaktır. 
 
Bu argümanı test etmek için Nairne ve ark. (2008) çalışmasında denekler 6 gruba ayrıldı ve her gruba bir kelime listesi verildi. “Hoşa gitme” ve “Oluşturma” gruplarında deneklerden gösterilen her kelimenin ne kadar hoşlarına gittiklerini, “İmgeleme” grubunda kelimeleri ne kadar imgeleyebildiklerini, ve “Öz Referans” grubunda her kelimeyi kendileriyle ne kadar ilişkilendirebildiklerini derecelendirmeleri istendi.  Buna ek olarak “Öğrenme” grubunda deneklerden kelimeleri ezberlemeleri istenirken, Oluşturma grubunda kelimeler ilk üç harfleri yer değiştirmiş olarak verildi. Son olarak kritik grup “Sağ Kalma” grubunda deneklerden evrimsel atalarımızın yasadığı çevreyi hatırlatacak şekilde kendilerini yabancı bir savanada kaybolmuş ve önlerindeki birkaç ay için yemek bulma ve yırtıcılardan korunma ihtiyacı içinde hayal etmeleri ve listedeki kelimeleri sağ kalmaları için gerekliliklerine göre derecelendirmeleri istendi. Daha önceki araştırmalarda İmgeleme, Hoşa gitme, ve Öz referansa göre derecelendirilmesi istenen kelimelerin sadece ezberlemeye göre daha iyi hatırlandıkları bulunmasına rağmen Nairne ve arkadaşlarının (2008) bu deneyinin sonuçları “Sağ Kalma” grubundaki kelimelerin bu gruplardakilerden bile daha iyi hatırlandığını gösterdi.  

Tabii ilk akla gelen “Sağ Kalma” grubundaki deneklere verilen senaryonun diğer gruplara göre bir avantaj sağlaması problemi. Senaryo halinde imgelenebilen kelimelerin daha iyi hatırlandığını gösteren bulgulara karşı Nairne ve ark. (2008) ikinci bir deneyde “Sağ Kalma” grubunun kontrolü olarak diğer gruba bir tatil senaryosu verip deneklerden kelimeleri tatilde duyulabilecek ihtiyaçlara göre derecelendirmelerini istedi. Bu deneyin sonucunda da “Sağ Kalma” grubu “Tatil” grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde daha çok kelime hatırlamayı başardı. Bu iki deneyin sonucunda yazarlar insanların evrimsel olarak atalarımızın yasadığı dünyaya benzer bir ortamda sağ kalmayla ilgili bilgileri daha iyi hatırladığını ve bu etkinin diğer tüm hafıza etkilerininkinden (görsel ve semantik) daha güçlü olduğunu gösterdiklerini iddia etmişlerdir. Buna bağlı olarak Weinstein ve ark. (2008) atalarımızın yasadığı cevrede gecen senaryolarla ilgili bilgilerin daha iyi hatırlandığını iddia etmişlerdir. Bu argüman hiçbir tecrübemizin olmadığı ortamlarla ilgili bilgileri daha iyi hatırlamak üzere bir yatkınlıkla doğduğumuzu varsayabileceği için başlıbaşına ilginçtir.

Araştırmanın sonuçları ilginç dahi olsa hala akla birkaç problem geliyor. Bunların ilki kontrol grupları ile ilgili. İlk deneyde yer alan kontrol grubu problemini yazarlarda görerek ikinci deneyi ekleme ihtiyacı duymuşlar. Ama görünüşe göre ikinci deneydeki kontrol grubu da bu problem tam olarak ortadan kaldırmıyor. Kontrol grubunun daha az etkileyici ve daha az imgelenebilecek bir tatil senaryosu olması hala sağ kalma senaryosunun daha canlı bir senaryo olusunun avantaj sağladığı ihtimalini düşündürüyor. Bu soruyu yanıtlamak için Soderstrom ve McCabe (2011) bir gruba Nairne ve arkadaşlarının kullandığı sağ kalma senaryosunu vermiş, kontrol grubundan ise kendilerini atalarımızın yasadığına benzer savanalar yerine hayali modern bir dünyada ve yırtıcılar yerine zombilerden korunmaya çalışırken hayal etmelerini istemiştir. Deneyin sonucunda Soderstrom ve McCabe kontrol grubunun daha çok kelimeyi hatırladığını göstermişlerdir. Her ikisi de sağ kalma senaryosu olmasına karşın neden hayali zombi senaryosunun daha iyi hatırlamaya yol açtığı ile ilgili evrimsel bir hipotez geliştirmek güç. Bu sonuç Nairne ve ark. (2008) sonuçlarının senaryonun canlılığına bağlı olarak değişebileceğini gösterdiği için önemli.  Ayrıca bu sonuçlar Weinstein ve ark. (2008) tarafından ortaya atılan ve atalarımızın yaşadığı çevreyle ilgili bilgilerin daha iyi hatırlandığı hipotezine de doğrudan ters düşüyor. 

Weinstein ve ark. (2008) hipotezi de ortadan kalktığında aslında adaptif hafıza fikri de ilginçliğini yitiriyor. İnsanların ve hayvanların laboratuvar ortamında bu tur senaryoları kullanarak değil de doğrudan sağ kalmalarını etkileyecek koşullarda yiyecek bulma ve ya yırtıcıdan korunma ile ilgili bilgileri daha çabuk öğrenmeleri ve hatırlamaları kendi başına çok da ilginç bir fikir değil. Özellikle öğrenmenin tek başına bu problemi çözmek için evrildiği düşünülürse…

Kaynakça
  
Nairne, J. S., Pandeirada, J. N. S., & Thompson, S. R. (2008). Adaptive memory: The comparative value of survival processing. Psychological Science, 19, 176–180.
 
Soderstrom, N., & McCabe, D. (2011). Are survival processing memory advantages based on ancestral priorities? Psychonomic Bulletin & Review, 18, 564-569.
 
Weinstein, Y., Bugg, J. M., & Roediger, H. L. (2008). Can the survival recall advantage be explained by the basic memory processes? Memory & Cognition, 36, 913–919.
 


10.11.2011

Alışmadan Kültüre Öğrenmenin Evrimi

  
Bu yazı M. Güneş Kutlu imzasıyla Bilim ve Ütopya'nın Kasım 2011 sayısında yayınlandı.


Doğada bulunun canlıların hayatta kalabilmesi ve üreme yoluyla sonraki nesillere genlerini ulaştırabilmesi için gerek duyduğu davranışlar iki farklı kaynaktan beslenmektedir. Bunların ilki refleksler gibi evrimsel yolla gelişmiş ve nesiller arası sabit davranışlardır.  Diğeri ise klasik koşullanma, gözlemsel ve nedensel öğrenme gibi tecrübe ve çevre ile etkileşim yoluyla kazanılmış “esnek” davranışlardır. Genel anlamda öğrenme sabit evrimsel işleyişin kırılmadan esnemesini sağlayan ve yine evrimin ortaya çıkardığı bir bilişsel mekanizmadır. Bu iki tip davranış da canlıların sahip olduğu tek bir problemi çözmek için kullanılır: hayatta kalma. Bu problem canlıların yaşamak için gerekli besin kaynaklarını bulabilmesi, besin zincirinde kendinden üstte olan canlı türlerinden korunabilmesi ve üreme ile kendi türünü devam ettirmesini kapsar. Buna göre ilk kaynaktan gelen sabit davranışlar canlının çevresine uygun olmaktan çıktığı takdirde canlının bu davranışı değiştirme şansı kendi nesli içinde bulunmaz. Bu davranışa sahip canlıların soyu tükenir; uyumsuz davranışa sahip olmayan türler ise genlerini bir sonraki nesile aktarma şansı bulurlar. Bunun aksine, öğrenme yoluyla edinilmiş davranışlar çevreye uygunluklarını kaybettikleri takdirde nesil içinde yeni bir davranış kalıbı edinilmesi yoluyla değiştirilebilir. Bu açıdan öğrenme “fenotipik esneklik” olarak adlandırılabilir (Dukas, 2004). Bu iki tür davranış aynı problemi değişik seviyelerde çözmeye yönelik olarak gelişmiş olsalar dahi modern insanın ve dolayısıyla uygarlığın ve kültürün ortaya çıkışıyla birbirlerine zıt sonuçlar doğurmaya başlamışlardır.

Öğrenme ve Kültür Bağlantısı

 Modern insan atalarından miras kalmış evrimsel mekanizmalarla atalarınınkinden çok farklı bir çevrede sağ kalabiliyorsa bunun nedeni kültürün öğrenme yoluyla insanı her nesilde tekrardan şekillendirmesidir. Bu süreç kültür ve uygarlığın evrime paralel şekilde gelişimine ve insan davranışı üzerinde bu iki etkinin çekişmesine dönüşmüştür. Örneğin, atalarımızın yaşadığı çevrenin aksine modern ve uygar toplumlarda çok eşlilik ve şiddet gibi bireyin hayatta kalma ve genlerinin devam şansını arttıran davranışlar kabul görmemekte ve bu tür davranışlar cezalandırılmaktadır. Kısacası uygarlığın öğretisi çoğu zaman bize evrimin itici güçlerinin tam aksini öğütlemektedir. Bu durum birçok bilim adamı tarafından evrim tarafından programlanmış modern insanın isyanı olarak yorumlanır. Kültür öğrenilmiştir ve öğrenme olmadan kültürün ortaya çıkması düşünülemez. Bu açıdan evrimin şekillendirdiği öğrenme mekanizmasının nasıl kontrolden çıkıp insanda evrimsel anlamda irrasyonel davranışların doğuşuna neden olduğu sorusunun cevabı yine öğrenmenin evriminde saklıdır.

Birçok bilim adamı tarafından kültür son bir milyon yılda sadece insanların ortaya çıkardığı bir olgu olarak görülmek yerine daha basit formlarını da dahil edecek şekilde tanımlanmaktadır. Bu anlamda kültür, dil ve öğrenme/öğretme yoluyla nesiller arası devredilebilen topluma özel davranışlar, inanışlar ve yargılar anlamına gelmektedir (Shettleworth, 2010).  Kültürün tam olarak ne kadar geniş tanımlanması gerektiği hususunda tam bir fikir birliği olmasa da birçok bilim adamı hayvanlarda kültüre benzer sosyal mekanizmaların ipuçlarını göstermişlerdir.   Örneğin, birbirinden bağımsız bölgelerde yaşayan şempanze gruplarının bazılarının kullandığı termit avlama yöntemlerinin diğerlerinde olmamasını, gruplar arası genetik farklılık bulunmamasından dolayı, araştırmacılar farklı gruplarda ortaya çıkan icatların sosyal olarak iletilmesine bağlamışlardır (Whiten ve arkadaşları, 1999). Şempanzelerde görülen bu sosyal davranışlar insan kültürünün de öncülleri olarak görülürler. Bu örnekte de görülebileceği gibi kültürün en önemli göstergelerinden biri bireyler ve nesiller arası bilgi alışverişidir.  Bu açıdan kültürün ortaya çıkabilmesi için gerekli koşul sosyal öğrenmenin evrimleşmesidir. Sosyal öğrenme bir birey tarafından öğrenilen bilgi veya becerinin bir diğer bireye iletilmesi olarak tanımlanır. Bu açıdan dilin evrimi kritik bir önem taşır. Dilin evrimi sadece topluluk bireyleri arasındaki bilgi alışverişini daha etkin hale getirmekle kalmaz. Dil sayesinde bilişsel anlamda sembol kullanma ve soyut düşünme becerisine sahip daha verimli bir zihin ve arkasından önce sözlü sonra yazılı bir dış bellek aracı olarak kültür de ortaya çıkabilmiştir.

Alışmadan Dile Öğrenmenin Evrimi

Dilin ve kültürün ortaya çıkmasına kadar geçen sürede öğrenme de basit bir mekanizmadan daha karmaşık ve çok yönlü bir hale doğru evrilmiştir. Sosyal öğrenme ve dilin evriminin kabaca

Alışma à Pavlovcu ve Operant Koşullanma à Gözlemsel Koşullanma à Vokal Taklit à Dil

yolunu takip ettiğini söyleyebiliriz. Daha önce bahsi geçen sabit tepkilerin öğrenme yoluyla değişmesine en basit seviyede örnek alışmadır. Alışma, tekrarlı uyarılma sonucunda organizmanin sabit tepkisinin azalmasi olarak tanımlanır (Harris, 1948) ve bugüne kadar birçok çalışma ile basit yaşam formları dahil bütün hayvan türlerinde gösterilmiştir. Örneğin, göz kırpma refleksi yüksek sese karşı evrimleşmiş sabit bir tepkidir. Buna rağmen, aynı yüksek sesin hiçbir neticeye neden olmaksızın tekrarı göz kırpma refleksinin azalarak yok olmasına neden olacaktır. Yine alışmaya benzer olarak duyarlılaşma genellikle tiksindirici/itici bir uyarana karşı organizmanın tepkisini arttırmasıdır. Bu tür öğrenmeye örnek olarak acı verecek şiddetteki bir sesin ardından daha düşük bir sese karşı göz kırpma tepkisinin artması gösterilebilir. Herhangi bir uyaranın hiçbir sonuca yol açmaması karşısında o uyarana uygun gelişmiş refklekslerin alışma sonucunda azalması (ya da duyarlılaşma sonucu artması) ve organizmanın o uyaranı göz ardı etmesi yine aynı organizmanın hayatta kalması için öğrenilmesi gereken bir bilgidir.
  
Alışma ve duyarlılaşma esnasında herhangi iki uyaran arasında bir ilişki öğrenilmez. Peki ya uyaran güvenilir bir şekilde organizma için pozitif veya negatif bir sonucu haber veriyorsa? Alışmadan farklı olarak bu tür uyaran-ödül ya da uyaran-ceza ilişkilerinin öğrenilmesi ünlü Rus bilim adamı ve koşullanmanın kurucusu İvan Pavlov’un adıyla Pavlovcu koşullanma olarak adlandırılır. Pavlov klasik koşullanma deneyinde denek olarak kullandığı köpeklere yemek vermeden önce bir zili çalarak bu zili yemeğin bir öncülü olarak belirlemiştir. Tekrarlanan zil-yemek eşleşmesi sonucunda ortaya çıkan ve tek başına zile gösterilen tükürük salgılama tepkisi artık evrimle sabitleşmiş bir refleks değil, koşullu uyarana gösterilen koşullu bir tepki halini almıştır (Pavlov, 1924). Duyarlılaşma ve Pavlovcu koşullanma arasında tek bir ara mekanizmanın evrimleştiği düşünülebilir. Bu ara mekanizmanın uzun sureli duyarlılaşma veya kısa-süreli birleştirme mekanizmalarından biri olduğu düşünülmektedir (Moore, 2004).  Bu aşamada elimizde bulundurduğumuz Pavlovcu koşullanma yetisi canlılara ilk defa evrimin sabit yollarını gerçek anlamda esnetme olanağı sunmuştur. Tabii bu yetinin sınırlı olduğunu da görmemiz gerekir. Koşullanma sabit reflekslerimizi başka uyaranlara yönlendirse de varolan refleksler halen “hayatta kalma ve üreme”  amaçlarına hizmet etmektedir.  Örneğin, artık zile tükürük salgısı refleksi gösteren bir köpek bunu hala yemek beklentisi nedeniyle gerçekleştirmektedir.  Buna rağmen koşullanma yetisine sahip canlı türleri sadece alışma yetisine sahip daha basit canlı türlerinin aksine “yanlış davranma” sorunuyla da ilk kez karşı karşıyadırlar. Bu tür davranışlara koşullanmanın bir diğer türü olan “operant” koşullanmada sıkça rastlanılır. Operant koşullanmada denek yemeğe ulaşabilmek ya da şok benzeri bir cezadan kaçabilmek için bir levyeye basmak gibi bir davranışta bulunmayı öğrenir. İşte bu aşamada birçok canlı öğretilmeye çalışılan davranış yerine reflekslerine uygun davranışlara yatkınlık gösterir. Yemek için çelik bir levyeye basmayı öğrenen bir sıçanın bu süreç içinde yemekle bağdaştırdığı levyeyi ısırmaya çalışmasını bu yanlış davranışlara örnek gösterebiliriz. Bu tür yanlış davranışların kültürün bir parçası olan batıl inançların ortaya çıkmasında da etkili olduğu düşünülmektedir.

Sosyal Öğrenme: Gözlemsel Koşullanma ve Taklit

Öğrenmenin bu ilk adımları henüz gelişmiş bir kültürü ortaya çıkarabilecek karmaşıklıktan uzaktır. Bu anlamda en ileri öğrenme mekanizması koşullanma olan hiçbir canlı türünde bugün sahip olduğumuz türde bir kültürden söz etmek de mümkün olmayacaktır.  Şüphesiz bu yeti ileri derecede sosyal öğrenme gerektirmektedir. Sosyal öğrenmenin en basit formu olan taklit canlının bir davranışı gözlemlemesini, bir iç temsil oluşturmasını ve davranışı tekrarlamasını gerektirir. Taklidi mümkün kılan yetilerden biri de yine bir koşullanma çeşidi olan gözlemsel koşullanmadır. Kedi yavrularının ancak annelerinin bir saldırgana karşı korku tepkisi gösterdiğini gözlemledikten sonra aynı saldırgana karşı korku geliştirmeleri bu tip koşullanmaya bir örnektir.  Sıçanlarda ise bir sıçanın önünde bulunan iki yemek kabı seçeneğinden birini seçip bunun sonucunda ölmesini gözlemleyen bir başka sıçanın diğer kabı seçmeyi öğrenmesi de yine bu tip bir sosyal öğrenmeye örnek gösterilebilir.

Taklidin en yaygın ve üstünde en çok çalışılmış örneklerinden biri de kuşların birbirlerinden şarkı söylemeyi öğrenmeleri, yani vokal taklittir. Şarkı genellikle erkek kuşlar tarafından üreme dönemlerinde söylenen ve kuş cinsine özel bir seslendirmedir. Şarkı söyleme yetisi ve dolayısıyla vokal taklit 9000’den fazla kuş türünde gözlemlenebilmekte ve bazı kuş türlerinde erkek kuşlar 100’den fazla birbirinden farklı şarkıyı barındıran bir repertuara sahip olabilmektedir. Sadece bu örnek bile ötücü kuşlarda şarkı söylemenin ne kadar önemli bir özellik olduğunu göstermeye yeterlidir. Kuşlarda şarkı öğrenmenin iki safhası vardır. İlk safhada kuşlar diğer kuşlardan duydukları şarkıların algısal özelliklerini pasif bir biçimde hafızalarına depolarlar ve ikinci safhada bu bilgiyi kullanarak öğrendikleri şarkıların kendilerine özgü versiyonlarını söylemeye başlarlar. Bu anlamda vokal taklit hem gözlemsel koşullanmadan daha özelleşmiş ve daha karmaşık bir sosyal öğrenme çeşididir hem de insan dilinin evrimi için bir temel hazırladığı düşünülmektedir.   

Dile Geçiş ve Robotların İsyanı

Daha önce de belirttiğimiz gibi dil en önemli sosyal öğrenme aygıtı olarak evrimleşmiştir. Dil, vokal taklit, ayrıştırma, iki nötr uyaran arasında birleştirme ve beceri öğrenme gibi birçok zihinsel ve dolayısıyla evrimsel sureci barındırır. Şüphesiz sadece dilin veya vokal taklidin evrimi üzerine ayrıntılı yazılar yazmak mümkündür. Ancak kısaca belirtecek olursak, dilin tamamının bir adaptasyon mu yoksa tümünün ya da bir kısmının bir “eksaptasyon”1 mu olduğuyla ilgili tartışma devam etmektedir. Saka kuşlarının yeni şarkı öğrenmek için, insanlarda mutasyona uğraması konuşma ve dil bozukluklarına yol açtığı bulunan FOXP2 genini kullandığının gösterilmesiyle dil ve vokal taklit arasındaki bağlantı daha açık hale gelmiştir. Hauser, Chomsky ve Fitch 2002 yılında yayınladıkları makalelerinde dili geniş ve dar anlamda olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Buna göre geniş anlamda dil, dilin tüm bilişsel, motor ve algısal özelliklerini kapsar ve bu özellikleri insanlar diğer canlılarla da paylaşmaktadır. Dar anlamda dil ise dilin sadece insanın sahip olduğu özelliklerini kapsamaktadır. Buna göre sadece insanların sahip olduğu düşünülen dilin “özyineleme” (recursion) özelliği dar anlamda dile gösterilebilecek tek örnektir.  Bu özellik bize cümle içine yeni sözcük grupları ekleyerek sonsuz uzunlukta cümleler yaratma ve böylece düşünce içine eklenmiş düşünceler şeklinde düşünme yetisi verir. Dilin harici iletişim fonksiyonunun yanında dahili bilişsel bir fonksiyonu da bulunmaktadır. Dil sayesinde insan dış dünyayı daha kolay ve verimli bir şekilde temsil etme ve modelleme şansına da sahip olmuştur.
  
Böylece dilin de evrimiyle kültürün oluşumu için gereken 3 önemli yetiye sahip olmuş oluruz: öğrenme yoluyla dış dünyadaki ilişkileri gözlemlemek, içsel olarak dış dünyayı modellemek, öğrenilmiş bilgileri toplumun diğer bireylerine ve gelecek nesillere aktarmak. Ünlü evrimsel biyolog Richard Dawkins’e göre kültürün ortaya çıkışıyla birlikte kültürel evrim biyolojik evrime paralel bir şekilde ilerlemeye başlamıştır. Burada Dawkins’in önerdiği kültürel evrim kavramlar, semboller, fikirler ve benzeri kültürel birimlerin, yani Dawkins’in verdiği isimle memlerin, Darwinci bir seçilim süreci izleyerek kendilerini zihinden zihine kopyalayarak hayatta kalmalarıdır. Buna örnek olarak şiirleri gösterebiliriz.  Sevilen şiirler kendilerini daha çok sayıda zihne kopyalayabildikleri için hayatta kalmaları daha az sevilen bir şiire göre daha kolaydır. Dilin evrimi, yazının ve daha sonrasında sosyal iletişim araçlarının ortaya çıkışıyla insan zihni en karmaşık sosyal öğrenme araçlarını kontrol etmeyi basarmış ve kültürel evrim bugünkü çok hızlı formunu almıştır. Bu kopyalama esnasında daha önce bahsettiğimiz şekliyle yanlış öğrenme sonucu oluşmuş batıl inançlar da tekrar deneyimlenmeye gereksinim duymadan hayatta kalabilirler. Bu aşamada artık kültürel evrimin biyolojik evrimle uyuşma zorunluluğu da ortadan kalkmıştır.
  
Dawkins’in “Gen Bencildir“ kitabının (1976) ana fikri bütün canlıların, genlerinin hizmetindeki robotlar olduğudur. Buna karşın Keith Stanovich 2004 yılında çıkan kitabi “Robotun İsyanı”nda artık biz robotların genlerimizin emrine uyma zorunluluğu hissetmediğimizi anlatmaktadır2. Öğrenme işte tam bu noktada çok merkezi bir rol oynamakta. İnsan, öğrenme ve bunun sonucunda ortaya çıkmış kültür sayesinde herşeyi her nesilde tekrar keşfetme yükünden kurtulmuştur. Uygarlık belki de batıl inançlarımız (ve bunun karşısında bilim) sayesinde insan davranışını evrimden daha güçlü bir şekilde etkilemeyi başarmıştır. Uygarlığın gerçek anlamı evrimin yarattığı hayvan içgüdülerimizi toplumun yararına baskılamak, kısaca evrime boyun eğmemektir. Modern insan için bu dönüşüm bazen tek eşlilik, bazen doğum kontrolü, bazen de toplumsal tepkilerimizin evrimsel reflekslerimizin yerini almasıdır. Ve Kanadalı-Amerikan psikolog Steven Pinker’ın da dediği gibi eğer genlerimiz bundan hoşlanmıyorlarsa gidip kendilerini göle atabilirler (Pinker, 1997). 


Notlar
1 Eksaptasyon (Exaptation) bir özelliğin asıl evrimleşmesine neden olan fonksiyonundan farklı bir fonksiyona geçiş yapmasıdır. En genel örneği kuşlarda sıcaklık düzenlemesi özelliği için evrimleşen tüylerin daha sonra uçmak için kullanılmaya başlamasıdır.)

2 Stanovich kitabında insanların memlere karşı isyanda olduğunu da anlatır. Bu fikrine şahsi olarak katılmadığım için sadece insanın biyolojik evrime isyanı fikrini yazıma almayı uygun buldum.


Kaynakça

Dawkins, R. (1976). The selfish gene. Oxford: Oxford University Press.

Dukas, R. (2004). Evolutionary biology of animal cognition. Annu. Rev. Ecol. Evol. Syst., 35, 347374.

Harris, J. D. (1943). Habituatory response decrement in the intact organism. Psychological Bulletin, 40, 385–422.
  
Hauser, M. D., Chomsky, N. & Fitch, W. T. (2002) The faculty of language: What is it, who has it, and how did it evolve? Science, 298, 1569–79.
  
Moore, B. R. (2004). The evolution of learning. Biological Review, 79, 301–335.
  
Pavlov, I. P. (1927). Conditioned Reflexes. Oxford: Oxford University Press.
  
Pinker, S. (1997). How the mind works. Londra: Penguin.
  
Shettleworth, S. J. (2010). Cognition, evolution, and behavior. New York: Oxford University Press.
  
Stanovich, K. E. (2004). The robot’s rebellion: Finding meaning in the age of Darwin. Chicago: The University of Chicago Press.
  
Whiten, A., Goodall, J., McGrew, W. C., Nishida, T., Reynolds, V., Sugiyama, Y., Tutin, C. E. G., Wrangham, R. W. & Boesch, C. (1999). Cultures in chimpanzees. Nature, 399, 682–85.
   
 


Evrimsel Psikolojinin Temel Kavramlarına Eleştirel Bir Bakış

  
Bu yazı Hasan G. Bahçekapılı imzasıyla Bilim ve Ütopya'nın Kasım 2011 sayısında yayınlandı.


Dar anlamıyla evrimsel psikoloji insan zihnini doğal seçilim tarafından geçmişte atalarımızın karşılaştığı hayatta kalma ve üreme sorunlarının çözümüne yönelik olarak şekillendirilmiş bilgi işleyen sistemler bütünü olarak gören yaklaşımın adı. Bu yazıda evrimsel psikolojinin sözü edilen üç prensibini eleştirel bir gözle değerlendireceğiz: 1) Zihin tek bir bütün değildir; birbirinden nispeten bağımsız çalışan çok sayıda modülden oluşur; 2) Bu modüller doğal seçilim sonucu ortaya çıkmış adaptasyonlardır; 3) Bu adaptasyonlar doğuştan gelirler, evrenseldirler ve şu andaki çevrede değil geçmişteki çevre şartlarında var olan sorunların çözümüne yönelik oldukları için modern dünyada adaptif olmayan davranışlar üretebilirler.

Modüler Zihin

Zihnin büyük ölçüde veya tamamen özelleşmiş modüllerden oluştuğu fikri zihinde genel amaçlı mekanizmaların (genel problem çözücü sistemlerin) bulunmadığı anlamına geliyor. Bu bilişsel psikolojide ve bilişsel nörobilimde çok tartışmalı bir iddia. Fakat tartışmaların yanlış yöne kaymaması için öncelikle evrimsel psikologların zihinsel modül kavramını felsefeci Jerry Fodor’un (1983) kullandığı orijinal anlamıyla kullanmadığını göz önünde bulundurmak gerekiyor. Fodor’a göre zihinsel modüller renk görme, dil algılama gibi temel algısal süreçlerle ilgilidir ve temel özellikleri birbirinden yalıtılmış olmaları, birbirleriyle etkileşime girmiyor olmalarıdır. Evrimsel psikologlar ise modül dediklerinde sadece tek bir tür bilgi girişine açık işlevsel açıdan özelleşmiş mekanizmaları kastediyorlar. Bu mekanizmaların karmaşık bilgi işleme süreçlerine girmeden otomatik çalışıyor olması veya birbirlerinden yalıtılmış olması gerekmez. Dolayısıyla sadece temel algısal süreçler değil üst düzey bilişsel süreçler de modüler bir mekanizmaya dayanıyor olabilir (Pinker, 1997; Barrett & Kurzban, 2006).

Evrimsel psikologlar teorik sebeplere dayanarak doğal seçilim sürecinin genel amaçlı zihinsel mekanizmalar değil zihinsel modüller meydana getirmiş olmasının daha akla yakın olduğunu söylüyorlar. Fakat bir davranışsal becerinin modüler bir yapıya dayanıyor olması onun doğal seçilim sonucunda ortaya çıktığı anlamına gelmez. Mesela okuma veya araba kullanma gibi çok sık tekrarlandığı için otomatikleşen davranışlar da sonunda beyinde kendilerine özgü bir yapı, bir modül işgal etmeye başlarlar. Fakat bunlar elbette doğal seçilim sonucu değil öğrenme sonucu ortaya çıkan modüllerdir. Birazdan göreceğimiz gibi bir becerinin doğal seçilim sonucunda ortaya çıktığının iddia edilebilmesi için başka kriterlerin karşılanması gerekir. Yani beyinde özel bir yere sahip olmak zorunlu olarak evrimsel sürecin ürünü olmanın göstergesi değildir. Bunun tersi de doğru: Evrimsel sürecin ürünü olan zihinsel modüllerin beyinde özel bir yerde yapılanmış olmaları gerekmez. Beynin değişik yerlerine dağılmış yapılar beraberce özel bir işlev yürütüyorlarsa tek bir modül oldukları söylenebilir.

Evrimsel psikologlar tarafından modül olduğu iddia edilmiş çok sayıda zihinsel beceri var. Bunları tek tek incelemek mümkün olmasa da sosyal hayatı mümkün kıldığı düşünülen ve birbiriyle ilişkisi kurulabilecek olan dört tanesini çok kısaca ele alalım. Bildiğimiz gibi insanların akrabaları olmayan kişilerle de ilişkiye girdikleri çok karmaşık bir sosyal hayatları var. Bu hayat genellikle (ve kısmen) karşılıklı özgecilik prensibinden hareketle açıklanmaya çalışılır (Trivers, 1971; Tooby & Cosmides, 1992). Karşılıklı özgecilik yoluyla insan türü sosyal ilişkilerin ortaya çıkması öncelikle bazı zihinsel mekanizmaların evrimleşmiş olmasını gerektirir: Sosyal ilişkinin kurulabilmesi için sözdizimsel yapılara dayalı karmaşık bir iletişim modülü (yani dil); ilişkiye girilen, borçlu veya alacaklı olunan kişilerin hatırlanması için gelişmiş bir yüz tanıma modülü; hangi tür alışverişlerin fayda değil zarar getireceğinin hesaplanabilmesi için hileleri tespit etme modülü; ve gene aynı sebeple karşıdakinin düşüncelerini, isteklerini, niyetlerini davranışlarından çıkarsamayı sağlayacak bir zihin okuma modülü. Bunların içinde bir modül olduğunu en güvenle söyleyebileceğimiz yüz tanıma sistemi (Kanwisher, 2010). Hilekarları yakalamakla ilgili de çok ilginç araştırmalar olmakla beraber (Cosmides, Barrett & Tooby, 2010) henüz bunun bir modül olduğunu aynı derecede güvenle söyleyebilecek durumda değiliz.

Adaptasyonculuk

Evrimsel psikologlar karmaşık ve işlevsel (belli bir problemi çözmeye yönelik) oldukları için birçok zihinsel mekanizmanın adaptasyon olduğunu düşünüyorlar. Bunlara yılan korkusu veya kıskançlık duygusu gibi örnekler verebiliriz. Fakat biyolojik bir sistemin adaptasyon olduğunu saptamak o kadar kolay değil. Mesela okuma yeteneği ve satranç oynama yeteneği de karmaşık işlevler ama çok yeni oldukları için kimse evrimsel sürecin ürünü olan adaptasyonlar olduklarını iddia etmez. Evrimsel psikologların iddiasına göre bir tür “tersine-mühendislik” yaparak hangi özelliklerin adaptasyon olabileceğiyle ilgili fikir yürütebiliriz. Yani evrimsel tarih içinde atalarımızın ne tür adaptif problemlerle karşılaştığını ve bunların ne şekilde çözülebileceğini düşünerek insan zihninde ne tür adaptasyonlar olması gerektiğiyle ilgili hipotezler üretebiliriz. Tabii bunların doğrulanması akıl yürütmenin ötesine geçip veri toplamayı gerektiriyor. Ama veri toplamaya yön veren bu tür bir düşünce süreci.

Zihinsel mekanizmaların bugünün problemlerine değil geçmişteki çevrenin problemlerine yönelik olduğu iddiası ve bunların tersine-mühendislik yoluyla tespit edilebileceği fikri evrimsel psikolojinin çok eleştirilen yönlerinden biri. Mesela Buller (2005) insanların evrimsel geçmişiyle ilgili çok az şey bildiğimizi ve “geçmişteki çevre” diyebileceğimiz sabit bir takım çevre şartlarının var olamayacağını söyleyerek bu yolla varılacak sonuçların ancak spekülasyon sayılabileceğini söylüyor. Fakat geçmiş çevre şartlarıyla ilgili bilgimiz büyük ölçüde eksik olsa da paleoantropolojik bulgulardan hareketle bunla ilgili bazı sağlam tahminlerde bulunabiliriz (Machery & Barrett, 2006): Mesela döllenme dişinin vücudu içinde gerçekleşiyordu ve bugünkü kadar etkili doğum kontrol yöntemleri yoktu. Beslenmede av etleri diğer primatların beslenmesiyle karşılaştırıldığında önemli yer tutuyordu ve bu çeşitli avlanma becerileri gerektiriyordu. Etrafta öldürücü olabilecek hayvanlar ve bitkiler vardı. Erkekler diğer primatların erkeklerine göre çocuk bakımına daha fazla katkıda bulunuyordu. Bu tür bilgilerden hareketle insanların geçmişte karşılaştığı adaptif problemlerle ilgili fikir yürütülebilir. İkincisi, bu akıl yürütmeyi psikolojik adaptasyonları saptamanın yolu olarak değil, bu adaptasyonlarla ilgili test edilmesi gereken hipotezlerin bir kaynağı olarak görmek gerekir. Dolayısıyla bu türden akıl yürütmenin işe yaramadığı ancak hipotezlerin test edilmesinden hiçbir işe yarar sonucun, hiçbir toparlayıcı teorinin ortaya çıkmaması durumunda söylenebilir. Bunu görebilmek için de önce evrimsel psikoloji denen araştırma programının gelişmesine fırsat tanımak gerekir.

Bilfiil yapılan araştırmalara baktığımızda aslında eleştirilebilecek bazı yönler görüyoruz. Mesela evrimsel psikologlar “insan zihnini şekillendiren geçmişteki çevre” dediklerinde bunu genellikle Pleistosen dönem (2.5 milyon yıl önce başlayıp 10,000 yıl önce biten dönem) çevresiyle sınırlıyorlar. Bu sınırlama Homo cinsinin ortaya çıkmasından önce oluşmuş, diğer primatlarla paylaştığımız özellikleri evrimsel psikolojinin ilgi alanının dışına atmış oluyor. Bu da evrimsel psikolojinin primatolojiyle ve karşılaştırmalı psikolojiyle verimli bir etkileşime girmesinin önünü tıkıyor. Ayrıca 10,000 yıl önce tarım ve hayvancılığa geçiş gibi kültürel anlamda devrimsel bir değişikliğin gerçekleştiğini göz önüne alacak olursak son 10,000 yılda bu değişikliklere daha iyi uyum sağlayacak yeni adaptasyonların ortaya çıkmış olabileceği pekala düşünülebilir. Nitekim gen-kültür evrimi alanındaki araştırmalar beslenme tarzındaki değişikliklerin adaptasyon niteliğinde genetik değişiklikleri beraberinde getirdiğini gösteriyor (Cochran & Harpending, 2008; Bolhuis ve ark., 2011). Son 10,000 yıldaki kültürel değişikliklerin yeni psikolojik adaptasyonlar oluşturmuş olabileceği fikrine kapalı olmak evrimsel psikolojinin önünü tıkayan bir diğer unsur.

Doğuştan Gelen Evrensel İnsan Doğası

Evrimsel psikoloji literatüründe doğal seçilim sonucu ortaya çıkan zihinsel modüllerin doğuştan geldiği iddiasıyla karşılaşıyoruz. Bu da zaman zaman gelişimsel nörobilimdeki bulgulardan hareketle eleştiriye uğrayan bir iddia. Ortaya savunulabilir bir iddiayla çıkabilmek için “doğuştan gelir” derken ne kastedildiğinin belirlenmesi gerekir. Doğuştan gelmekten kastedilenin doğum anında var olmak olmadığı kesin. Mesela dil yeteneğinin doğuştan geldiğini söylediğimizde bu yeteneğin doğum anında var olduğunu kastetmiyoruz. Kastedilen normal çevre şartlarında dil becerisinin ortaya çıkmasını sağlayacak genetik temelli bir gelişimsel program olduğu. Yani doğuştan gelen ve adaptasyon olan şey dil davranışı değil, hatta dil kullanmayı sağlayan zihinsel mekanizmanın kendisi bile değil. Doğuştan gelen şey zihinsel mekanizmaları üreten gelişimsel programlar. Normal dışı çevre şartlarında, mesela çocuğun dile hiç maruz kalmadığı bir ortamda, bu program dil becerisini ve dolayısıyla dil davranışını ortaya çıkaramaz. Bu şekilde baktığımızda “doğuştan gelme” kavramı gelişimin ve çevrenin önemini dışlamamış olur. Modüller bütün ayrıntılarıyla genlerde kodlanmış değildir. Kolun veya bacağın gelişimini kodlayan özel genler bulunmadığı gibi her bir zihinsel modüle özgü genler de muhtemelen bulunmayacaktır. Modüller genlerin çevreyle etkileşimi sonucu ortaya çıkarlar.

Bu şekilde baktığımızda doğuştan gelme kavramı beynin plastik bir yapıya sahip olma özelliğiyle de çatışmamış olur. Mesela normal şartlarda beynin dili anlama ve kullanmayla ilgili olan bölgelerinin erken yaşta zedelenmesi durumunda dilin, gelişim süreci içinde başka beyin bölgelerine kaydığını biliyoruz. Bu tür bir plastiklik beynin çevresel değişikliklere ve hasarlara gelişigüzel tepki vermediğini, doğuştan gelen bir programın bu tür hasarlara rağmen son ürünü (bu durumda dili) tutarlı bir şekilde ortaya çıkardığını gösteriyor. Yani bu durumda plastik olmak beynin olumsuz çevre şartlarından mümkün olduğu kadar az etkilenmesini sağlıyor (Pinker, 2002).

Bu tür bir kavramsallaştırma bariz sorunları giderse de asıl sorunun gene evrimsel psikolojik araştırmalarda neyin vurgulandığında ve neyin vurgulanmadığında olduğunu görüyoruz. Zihinsel modüllerin beyin düzeyinde nasıl geliştiğini inceleyen evrimsel psikolojik araştırma çok az. Bu da evrimsel psikolojinin genel olarak gelişimsel biyoloji, özel olarak da beyin gelişimi alanlarıyla eklemlenmesini ve ortaya daha bütünsel açıklamalar çıkmasını engelleyen bir durum.

Son olarak evrensel insan doğası kavramına bakalım. İnsanın bir doğası olmadığı da evrimsel psikolojiye zaman zaman yöneltilen bir eleştiri (Buller, 2005). İnsan doğasını insanın değişmeyen bir özü olduğu fikri olarak düşünürsek insan doğası kavramına itiraz edilebilir. Fakat evrimsel psikologlar böyle bir anlayışı savunmuyorlar. İnsan doğasını insan türünün kendine özgü evriminden kaynaklanan ve insanların büyük çoğunluğunda bulunan özellikler olarak düşünmek gerekir (Machery, 2008). Birincisi, bu varsayımı yapmak bu özelliklerin neler olduğuyla ilgili en baştan yargıda bulunmayı gerektirmez. Özellikler araştırma sonuçlarına göre saptanır. Evrensel sandığımız bazı özelliklerin kültüre özgü olduğu pekala ortaya çıkabilir. İkincisi, bu varsayım evrimsel psikolojiye özgü de değil. Mesela tıp da evrensel bir insan doğası olduğu varsayımından hareketle patolojilerin sebebi ve tedavisi konusunda genel yargılarda bulunmaya çalışır. İnsan doğasını reddetmek biyolojik bilimlerdeki birçok araştırma ve uygulama alanını anlamsız kılar.

Sonuç

Evrimsel psikoloji en baştan itibaren kendini diğer yaklaşımlar arasında keskin bir şekilde konumlandıran ve bu yüzden eleştiri çeken bir akım. Zihnin doğal seçilim sonucu oluşmuş modüler bir yapıya sahip olduğu gibi çok özel bir varsayımdan yola çıkması da kendisini ampirik bulgulardan hareketle yanlışlanmaya çok açık hale getiriyor. Bunlar aslında olumsuz değil tam tersine olumlu özellikler. Zira son 20 yılda davranış bilimlerine yeni bir soluk getiren ve başka türlü akla gelmeyecek birçok araştırma fikrine kaynaklık eden evrimsel psikolojinin bu keskin yaklaşımı oldu. Fakat bu varsayımların dogmatikleşmemesi, pragmatik yol göstericiler olarak görülmesi ve gerektiğinde araştırma bulgularından hareketle vazgeçilebilir olması gerekir. Şu an itibarıyla evrimsel psikolojinin önünün açılmasındaki en ciddi engel evrimsel psikologların kendilerini ilgilendirmesi gereken yan alanlara yeterince ilgi göstermemeleri. Evrimsel psikolojinin gelişimsel biyoloji, nörobilim, genetik, gen-kültür evrimi, davranış ekolojisi, karşılaştırmalı psikoloji gibi alanlarla işbirliğine gitmesi, kavramsal ve metodolojik bütünleşme kurmaya çalışması insan davranışının ve zihninin evrimini anlamamızı büyük ölçüde hızlandıracaktır. Bu süreçte evrimsel psikolojinin bağımsız bir alan olmaktan çıkıp diğer alanlar arasında erimesi evrimsel psikologların göze almaya razı olacakları bir bedel olmalıdır.

Kaynaklar

Barrett, H. C. & Kurzban, R. (2006). Modularity in cognition: Framing the debate. Psychological Review, 113, 628-647.

Bolhuis, J. J., Brown, G. R., Richardson, R. C., & Laland, K. N. (2011). Darwin in mind: New opportunities for evolutionary psychology. PloS Biology, 9(7): e1001109.

Buller, D. J. (2005). Adapting minds: Evolutionary psychology and the persistent quest for human nature. Cambridge: MIT Press.

Cochran, G. & Harpending, H. (2009). The 10,000 year explosion: How civilization accelerated human evolution. New York: Basic Books.

Cosmides, L., Barrett, H. C. & Tooby, J. (2010). Adaptive specializations, social exchange, and the evolution of human intelligence. PNAS107, 9007-9014.

Fodor, J. A. (1983). The modularity of mind. Cambridge: MIT Press.

Kanwisher, N. (2010). Functional specificity in the human brain: A window into the functional architecture of the mind. PNAS107, 11163-11170.

Machery, E. (2008). A plea for human nature. Philosophical Psychology, 21, 321-329.

Machery, E., & Barrett, H. C. (2006). Essay review: Debunking Adapting MindsPhilosophy of Science, 73, 232-246.

Pinker, S. (1997). How the mind works. Londra: Penguin.

Pinker, S. (2002). The blank slate: The modern denial of human nature. Londra: Penguin.

Tooby, J. & Cosmides, L. (1992). The psychological foundations of culture. The adapted mind: Evolutionary psychology and the generation of culture kitabında. New York: Oxford.

Trivers, R. (1971). The evolution of reciprocal altruism. Quarterly Review of Biology, 46, 35-57.



9.11.2011

İntikam Üzerine


Bu yıl sanki intikamdan eskisine göre daha fazla bahsedildi. Daha fazla intikam çığlığı atıldı ve intikam duygusu üzerine daha fazla analiz yapıldı. İnsan doğasının bir parçası olan bu duyguya biz de kısaca bir bakalım istedik.
  
İntikamla ilgili bu yılki yoğun tartışmalar ilk olarak mayıs ayında Usame bin Ladin’in öldürülmesinin hemen arkasından yaşandı. Bu ölümün Amerika’da sevinç çığlıklarıyla kutlanmasından bazı Amerikalılar rahatsız oldular. Psikolog Jonathan Haidt ise The New York Times’daki yazısında bu kutlamaların bencilce bir intikam duygusundan değil daha sosyal bir grup dayanışması duygusundan kaynaklandığını ve bunun sağlıklı bir tepki olduğunu ileri sürdü. Arkasından ekim ayında Hakkari’deki terör saldırısının ardından cumhurbaşkanı Abdullah Gül intikam yemini edercesine “Bize bu acıyı çektirenler misliyle çekeceklerdir” açıklamasını yaptı. Son olarak gene ekim ayında Libya lideri Muammer Kaddafi’nin linç edilerek öldürülmesinin arkasından gene sevinç çığlıkları atıldığında İngiliz tarihçi Simon Sebag Montefiore gene The New York Times’da Kaddafi’nin bu ölümü hakettiğini yazdı.

Özellikle akademisyenlerin intikam tepkilerini hoş görmesi, hatta övmesi ilginçti zira birçok akademik disiplinde intikam uygarlaşma sonucunda aşılması beklenen ilkel bir duygu olarak görülür. Mesela felsefeci Arindam Chakrabarti (2005) bir makalesinde intikam davranışının irrasyonel, haksız ve hastalıklı olduğunu söylüyor. Chakrabarti’nin argümanını üç başlık halinde özetleyebiliriz. İlk olarak intikam irrasyoneldir çünkü birine kayıp yaşatmak bizim geçmişte yaşadığımız kaybı geri getirmez. İkinci olarak erdemli bir davranış değildir çünkü intikam alanı, geçmişte yaşadığı haksızlığı bu sefer yaşatan konumuna düşürür. İntikam alan “ders verme” amacı güdüyor olsa da aslında haksızlık yapanı taklit ederek “ders alan” konumuna düşmüştür. Üçüncü olarak intikam her zaman kan davası türü sonu gelmez döngülere dönüşür çünkü intikam alan adaletin yerine gelmesi için her zaman kendisine yapılan kötülükten daha fazlasını yapmak ister ve bu da karşı tarafta yeniden intikam alma hırsı uyandırır. Sonuç olarak intikam bir güç gösterisi değil, tam tersine bir zayıflıktır; ahlaki olarak yenilgiyi kabul etmenin göstergesidir.

Chakrabarti’nin analizinin çok başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Argümanlarının her birine tek tek itiraz edilebilir. Fakat makaledeki asıl yetersizlik farklı analiz düzeylerinin birbirinden ayrıştırılmamasından kaynaklanıyor. İntikam en az üç farklı düzeyde ele alınabilir:

1. İntikamın psikolojisi (intikam davranışına sebep olan duygular ve bunları tetikleyen şartlar)
2. Bu duyguların neden var olduğu (neden evrimleştiği)
3. İntikam davranışı için gösterilen gerekçeler

Chakrabarti makalesinde intikamı 3. düzeyde ele alıyor ve intikamın gerekçelerinin tutarsız olduğunu göstermeye çalışıyor. Fakat gösterilen gerekçelerin tutarsız olması intikamın altında yatan mantığın da tutarsız olduğu anlamına gelmez. İntikamın altında yatan mantık evrimsel bir mantıktır. 2. düzeyde ele aldığımızda intikamın gayet rasyonel olabileceğini görürüz. Diğer bir ifadeyle, bugün çoğunlukla adaptif olmayan sonuçlara yol açsa da intikam duygusunun kendisi bir adaptasyon olabilir. Böyle düşünmek için ortada ne gerekçe olduğuna kısaca bakalım.

İlk olarak, intikam almak saldırganı tekrar saldırmaktan caydırmaya yarayabilir. Caydırmanın tek yolu intikam değildir elbette. Ama etkili bir intikam gayet caydırıcı olabilir. Bu mantığa uyan davranışları hayvanlarda da görüyoruz. Mesela bir makak maymunu yiyecek bulduğunda diğer grup üyelerine haber vermeyip kendi başına yemeye kalkarsa grup tarafından saldırıya uğrar. Bu da bencil makağa bencilliğin işe yaramadığını öğretir. Oyun teorisine dayalı hesaplamalar bu tür intikam davranışının “evrimsel açıdan dengeli” olduğunu, yani intikamın bu şekilde evrimleşebileceğini göstermiştir (McCullough, 2008).

İkinci olarak, birinden herkese açık şekilde intikam almak kötü niyetli üçüncü kişileri kötülük yapmaktan daha baştan caydırabilir. Buradaki mantık “hakkını yedirtmeyen, itilip kakılmaya izin vermeyen” biri olarak ün salmanın adaptif olduğudur. Özellikle adalet dağıtan merkezi bir otoritenin olmadığı durumlarda onurunu gerekirse şiddet kullanarak korumak evrimsel açıdan son derece rasyoneldir (Pinker, 1997).

Üçüncü olarak, intikam beleşçileri işbirliğine zorlama amacına hizmet edebilir. İnsanlık tarihinde başarılan büyük işler ancak geniş çaplı işbirliği sayesinde mümkün olmuştur. Bu gibi durumlarda birey açısından en avantajlı davranış ise beleşçilik yapmak, yani ortak amaca katkıda bulunmadan işbirliğinin sonuçlarından faydalanmaktır. Beleşçiliğin en avantajlı strateji olması durumunda yavaş yavaş herkes beleşçiliği seçeceği için işbirliği çöker. İşbirliğinin beleşçilik yüzünden çökmemesini sağlamanın yollarından biri beleşçileri cezalandırmaktır. Buna genellikle “özgeci cezalandırma” ismi verilir (Fehr & Gachter, 2002). Oyun teorisine dayalı modellemeler işbirliğinin özgeci cezalandırma sayesinde evrimleşebileceğini göstermiştir (Boyd ve ark., 2003). [Ayrıca bak: İnsanlarda Özgeci İşbirliğinin Psikolojik ve Beyinsel Temelleri]
   
Sonuç olarak intikamın en azından bazı durumlarda rasyonel olduğunu, intikam davranışının sebebi olan intikam duygusunun evrimsel açıdan yararlı olduğu için seçilmiş bir adaptasyon olduğunu söyleyebiliriz. Bu elbette bugünkü şartlarda yıkıcı intikam eylemlerini önlemeye çalışmanın faydasız olduğu anlamına gelmiyor. Rasyonel davranış çevre şartlarına duyarlı olduğu için çevre değiştiğinde davranış da değişir. Meseleye evrimsel mantıkla bakmanın yararı hangi çevresel müdahalelerin daha etkili olacağını tahmin etme imkanı vermesindedir. İntikam, şiddet, tecavüz gibi olumsuz davranışlarla mücadele edebilmenin ilk adımı bunların sadece kişisel patoloji konusu olmadığını, sadece sosyal yapının ve kültürel stereotiplerin ürettiği davranışlar da olmadığını fark etmek, meseleye evrimsel açıdan bakmayı akıl edebilmektir.

Son olarak, yukarıda kitabına referans verdiğimiz Michael McCullogh ile bin Ladin’in öldürülmesinden sonra intikam üzerine yapılmış bir röportaj:



Kaynaklar

Boyd, R., Gintis, H., Bowles, S., & Richerson, P. J. (2003). The evolution of altruistic punishment. PNAS, 100, 3531-3535.
  
Chakrabarti, A. (2005). The moral psychology of revenge. Journal of Human Values, 11, 31-36.

Fehr, E., & Gachter, S. (2002). Altruistic punishment in humans. Nature, 415, 137-140.

McCullough, M. E. (2008). Beyond revenge: The evolution of the forgiveness instinct. New York: Jossey-Bass.

Pinker, S. (1997). How the mind works. Londra: Penguin.




26.10.2011

Ölüme Yakın Tecrübeler Paranormal Değil mi?


Paranormal diye bir şeyin varlığına inanmıyorsanız ölüme yakın tecrübeler de (ÖYT; near-death experiences) paranormal olamaz. Trends in Cognitive Sciences dergisinin Ekim 2011 sayısındaki bir makale ise bunu ampirik verilerden hareketle savunmaya çalışıyor. Çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğiz.

ÖYT’de sık görülen semptomlardan bazıları ölüm hissi, vücut dışı tecrübe (out-of-body experience), bir tünel boyunca ilerleme ve bir ışığa yaklaşma hissi, eskiden ölmüş kişilerle karşılaşma hissi, ve coşku ve mutluluk gibi güçlü pozitif duygular (van Lommel ve ark., 2001). Mobbs ve Watt (2011) makalelerinde bu semptomların her birinin beyinsel bir açıklamasının verilebileceğini ve bunların hiçbirinin ÖYT’ye özgü olmadığını iddia ediyorlar.
 
Yazarların aktardığına göre ÖYT’lerin çoğu kişinin ölüm tehlikesi yaşamadığı durumlarda ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu tür bir tecrübe yaşayabilmek için ölüme yaklaşmak gerekmiyor. Ayrıca çok garip görünse de ölüm hissi, yani “ben öldüm” düşüncesi, başka nörolojik vakalarda da ortaya çıkabiliyor. Mesela Cotard sendromu. Bu sendromun paranormal bir tarafının olmadığını, parietal ve prefrontal korteks hasarıyla ilişkili olduğunu biliyoruz.

Vücut dışı tecrübe de (VDT) ÖYT’den bağımsız olarak kendi başına ortaya çıkabiliyor. Daha da önemlisi, laboratuvar şartlarında temporal-parietal lobun elektriksel olarak uyarılması durumunda VDT ortaya çıkabiliyor (Blanke & Arzy, 2004). Yani insanlar “kendimi aşağıda yatakta yatarken gördüm” gibi şeyler söylüyorlar. Bunun dış dünyadan ve vücuttan gelen uyarıların beyinde düzgün bir şekilde birleştirilememesinden kaynaklandığı düşünülüyor.

Işık tüneline gelecek olursak, bu tür tecrübeler de yapay olarak üretilebiliyor. Mesela yüksek ivmeyle uçan pilotlarda kısa süreyle tünel görüşü ortaya çıkabiliyor. Yazarlar ÖYT sırasında ortaya çıkan tünel ve sonundaki ışık hissinin retinaya yeterli kan gitmemesinden kaynaklanabileceğini söylüyorlar.

Ölülerle ve göksel varlıklarla karşılaşma hissini açıklamak daha zor olsa da bu da sadece ÖYT sırasında ortaya çıkan bir semptom değil. Mesela Alzheimer ve Parkinson hastalıklarında da hastalar bazan hortlaklar, başsız cesetler ve çoktan ölmüş tanıdıklar gördüklerini söylüyorlar. Anormal dopamin aktivitesinin halüsinasyonlara yol açtığı bilindiği için yazarlar bu semptomları dopamine bağlıyorlar.

Ölülerle karşılaşma bile bir şekilde açıklandıktan sonra güçlü pozitif duyguların özel bir zorluğu kalmıyor. Birçok uyuşturucu maddenin de bu tür duygulara sebep olduğunu biliyoruz. Ketamin bunlardan biri. Ketamin halüsinasyon, VDT ve ruhani tecrübe oluşumuna yol açabiliyor.

Bütün bunlar ÖYT’lerin paranormal bir tarafı olmadığını gösteriyor mu? Başta da söylediğimiz gibi, paranormal diye bir şeyin olmadığına, her türlü tecrübenin beyinden, beynin doğal yollarla uyarılmasından kaynaklandığına inanıyorsanız ÖYT’lerin açıklanmasına özel bir önem atfetmezsiniz. Fakat yazarların amacı ÖYT’lerin paranormal bir yönü olabileceğini düşünenleri ikna etmekse bunda başarılı olmadıklarını söyleyebiliriz. Birincisi, ÖYT semptomlarının yapay yollarla veya özel tıbbi durumlarda da ortaya çıkabildiğini göstermek ÖYT’nin ilginçliğini azaltmaz. Vahiy gelmesi diye bir şey varsa bu da beynin özel bir bölgesinin özel bir faaliyetinden kaynaklanıyordur. Bu beyin faaliyetini tanımlamak vahiy diye bir şeyin olmadığını göstermez. Beyni yapay olarak uyararak ışık hissi yaratmanın dış dünyada ışıklı cisimler olmadığını göstermeyeceği gibi. İkincisi, ÖYT semptomlarının tek tek başka durumlarda da ortaya çıkabildiğini göstermek bu semptomların ÖYT sırasında neden topluca ve anlamlı bir hikaye oluşturacak biçimde ortaya çıktığını da açıklamıyor. Beynimizin ilgisiz olayları birleştirip anlamlı ama uydurma hikayeler üretme becerisi olduğunu biliyoruz. Buradan hareketle ÖYT için özel bir açıklama geliştirilmediği sürece ÖYT gizemini (veya en azından ilginçliğini) korumaya devam edecek.
 
Literatürde yazarların görüşüne alternatif görüşler olduğunu gösteren iki referans vererek bu yazıyı bitirelim. Gene bu yıl yayınlanan bir literatür taramasında Agrillo (2011) ÖYT’nin tamamen beyinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı konusunda kesin karar verebilecek durumda olmadığımızı söylüyor. Dell’Olio (2010) ise daha ileri giderek ÖYT’lerin ölümden sonra hayat inancına rasyonel bir gerekçe oluşturduğunu iddia ediyor. Hiç bilimsel değil belki, ama cevap verebilmek için Mobbs ve Watt’ın argümanlarının ötesine geçmemiz gerekiyor.

Kaynaklar

Agrillo, C. (2011). Near-death experience: Out-of-body and out-of-brain? Review of General Psychology, 15, 1-10.

Blanke, O., & Arzy, S. (2005). The out-of-body experience: Disturbed self-processing at the temporo-parietal junction. The Neuroscientist, 11, 16-24.

Dell’Olio, A. J. (2010). Do near-death experiences provide a rational basis for belief in life after death? Sophia, 49, 113-128.

Mobbs, D., & Watt, C. 2011). There is nothing paranormal about near-death experiences: How neuroscience can explain seeing bright lights, meeting the dead, or being convinced you are one of them. Trends in Cognitive Sciences, 15, 447-449.

van Lommel, P., ve ark. (2001). Near-Death experiences in survivors of cardiac arrest: A prospective study in the Netherlands. Lancet, 358, 2039-2045.