29.10.2010

Royal Society Kitap Ödülü: Life Ascending

  
Royal Society İngiltere’nin (daha doğrusu Birleşik Krallık’ın) bilimler akademisi. Aynı zamanda dünyanın en eski bilimler akademisi olma özelliğini taşıyor. Zamanında Newton’ın ve Kelvin’in başkanlığını yaptığı bir kurum. 1988’den beri de çok saygın bir bilim kitapları ödülü veriyor. Her yıl verilen ödül bir önceki yılın en başarılı popüler bilim kitabına veriliyor.


Geçen yıl bildiğimiz gibi bilim çevrelerinde Darwin ve evrim yılıydı. Royal Society’nin Ağustos ayında açıkladığı altı finalist kitap arasında da bir tane evrim kitabı vardı. Bu daha önce bu blogda bahsini ettiğimiz Dawkins’in veya Coyne’un çok popüler olan Darwin yılı kitapları değil, Nick Lane’in daha az popüler Life Ascending kitabıydı. Ve geçen hafta ödülü Nick Lane’in kitabının kazandığı açıklandı. Geçen yılın bütün evrim kitaplarını ve hatta diğer bütün bilim kitaplarını geride bırakarak bu ödüle değer görülen kitap ve yazarı hakkında kısaca bilgi verelim.

Nick Lane University College London’ın Genetics, Evolution and Environment bölümünde biyokimyacı. Daha önce de oksijenin ve mitokondrilerin evrimsel tarihteki rolüyle ilgili popüler kitaplar yazmış. 2009’da çıkan Life Ascending: The Ten Great Inventions of Evolution kitabı ise evrimsel sürecin en başından bugüne kadar ortaya çıkan 10 önemli değişimi veya “icadı” anlatıyor.


Kitapta ele alınan icatlar sırasıyla şunlar:

1. Hayatın kökeni
2. DNA
3. Fotosentez
4. Karmaşık (ökaryotik) hücre
5. Cinsiyet (eşeyli üreme)
6. Hareket
7. Görme
8. Sıcakkanlılık
9. Bilinç
10. Ölüm






Evrimsel tarihte ortaya çıkan önemli gelişmeler bunlardan ibaret değil elbette. Lane kendi seçimlerinin biraz kişisel olduğunu kabul ediyor. Ama seçim yaparken birkaç objektif ölçüt de kullanmış. Bunlardan biri icadın dünyadaki hayat üzerinde devrimsel bir etkisinin olması. Fotosentez atmosferdeki oksijen oranını arttırması ve hayvanların ortaya çıkmasını mümkün kılması nedeniyle bu türden bir icat. Bir başka ölçüt icadın bugünkü hayatımız üzerinde önemli bir etkisinin olması. Cinsiyet ve ölüm bu türden icatlar. Aynı zamanda ilk bakışta evrimsel süreç içinde ortaya çıkmasını beklemeyeceğimiz gelişmeler. Neden ortaya çıkmış olabilecekleri hakkındaki fikirleri Lane son araştırmalar ışığında anlatıyor. Üçüncü bir ölçüt icadın doğal seçilim yoluyla evrimin ürünü olması, yani kültürel evrimin ürünü olmaması. Bu yüzden Lane bilinci listesine dahil ederken dili dışarıda bıraktığını söylüyor. Dilin biyolojik değil kültürel evrimin ürünü olduğuna fikrine ve kültürel evrimin doğal seçilim yoluyla işlemediği fikrine itiraz edilebilir elbette. Biyokimyacı olan Lane’in davranışsal ve sosyal evrimle ilgili son gelişmelere hakim olmaması çok şaşırtıcı değil. Son olarak Lane icadın sembolik veya “ikonik” önemi olması gerektiğini söylüyor. Mesela gözün evrimi Darwin’in zamanından beri bu tür bir öneme sahip. Bütün bu konular klasik fosil verileri ve genlere dayalı soy ağaçları yanında moleküler biyolojinin daha yeni yöntemleri ışığında inceleniyor.

Kitap bir üniversite öğrencisinin anlayabileceği düzeyde yazılmış. Sondaki kaynakça birincil literatüre referans vermesiyle bu konularda daha öte bilgi almak isteyen okuyucuya da yol gösteriyor. Klasik konuları tekrar etmek yerine evrimi en yeni araştırma bulguları ışığında tanıtan bu kitabın en kısa zamanda Türkçe’ye çevrilmesini diliyoruz.

21.10.2010

Bilimsel Özgürlük Üzerine


Akademik dünya içinde bilimsel özgürlük vazgeçilmezliği tartışmasız kabul edilen bir prensip. Bilim adamları günlük hayatta “bilim gerçekten özgür olmalı mı” diye oturup düşünmezler. Öyle olması gerektiğini varsayarlar. Bilimsel özgürlüğe bir tehdit olduğunda da genellikle öfkeli ve beylik laflarla özgürlüklerini savunurlar ve bunun herkes için otomatik olarak ikna edici olmasını beklerler. Oysa başka bütün hak ve özgürlükler gibi bilimsel özgürlüğün de kerameti kendinden menkul değil. Gerektiğinde sloganlara sığınmadan rasyonel düzeyde savunulabilmesi, aynı zamanda sınırlarının da belirlenmesi gerekir.

Bielefeld Üniversitesi’nden felsefeci Torsten Wilholt (2010) birkaç ay önce tam bu konuda bir makale yayınladı. Bu yazıda Wilholt’un bilimsel özgürlüğü savunmak amacıyla ileri sürdüğü iki argümanı kısaca ele alacağız.

Öncelikle bilimsel özgürlük dendiğinde birden fazla şeyin kastedilebileceğinin farkında olmak gerekir. En temelde bilimsel özgürlük bilim adamlarının kendi seçtikleri konularda kendi seçtikleri yöntem ve yaklaşımlarla araştırma yapma hakkıdır. Biraz daha ileri gidersek bu özgürlük bilim adamlarının toplumdan veya devletten önemli gördükleri konularda araştırma yapabilmek için gerekli kaynakları isteme hakkı olarak da düşünülebilir. Bilimsel özgürlüğün bu iki yorumunun farklı argümanlarla savunulması gerektiği açıktır. Diğer bir belirsizlik özgürlüğün öznesinin kim olduğu konusunda. İlk bakışta özne bir birey olarak bilim adamı diye düşünülebilir. Fakat tek tek bilim adamlarının araştırma isteklerinin, içinde bulundukları araştırma grubunun lideri tarafından veya araştırma fonlarının nasıl dağıtılacağına karar veren kişiler tarafından kısıtlanması genellikle bilimsel özgürlüğün kısıtlanması olarak görülmez. Bu durumda bilimsel özgürlüğün öznesi bir araştırma grubu, hatta bütün bir bilim camiası olarak da düşünülebilir. Bu bakışa göre bu camianın özerk olması, bilimsel konulardaki kararları dış etkilerden bağımsız olarak verebilmesi, bilimsel özgürlükten asıl anlaşılması gereken şeydir.

Bu girişten sonra Wilholt’un argümanlarına geçelim. İlk argümana göre bilim adamları (ve aslında herkes) araştırma ve bilgi edinme sürecinde özgür olmalıdır çünkü toplumun kolektif bilgisinin ilerlemesi en iyi bu yolla sağlanır. Araştırma konularının ve yaklaşımların özgürce seçilmesinin yarattığı çeşitlilik doğrulara ulaşmayı kolaylaştıracaktır. Wilholt buna epistemolojik argüman diyor.

Burada yapılan birkaç varsayım var. En başta kolektif bilginin ilerlemesinin arzu edilir bir şey olduğu. Bunu sorgulamak meseleye çok baştan başlamayı gerektireceği için bu konuda genel uzlaşma olduğunu varsayalım. Diğer varsayımlar 1) bilimsel özgürlüğün çeşitliliğe yol açacağı ve 2) çeşitliliğin doğruya ulaşmayı ve bilginin ilerlemesini hızlandıracağı. Çeşitliliğin istenen etkiyi ortaya çıkarması bazı şartlara bağlı. Farklı yaklaşımlar benimseyen bilim adamlarının birbirlerinin ne yaptığından haberdar olması ve birbirlerini eleştirebilmesi ve eleştirilerden hareketle yaklaşımların değişebilmesi bu şartlardan bazıları. Aksi halde çeşitlilik doğruya ulaşma sonucunu değil yanlışlarda ısrar etme sonucunu da doğurabilir.

Bilimsel özgürlüğün zorunlu olarak çeşitliliğin artmasına yol açacağı da garanti değil. Amaç çeşitliliği sağlamaksa bilim adamlarını özgür bırakmak yerine bir merkezi otoritenin konuları ve yaklaşımları bilim adamlarına dağıtmasını sağlamak daha iyi bir yöntem olmaz mı? Prensipte mümkün olsa da Wilholt bilim adamlarının ne yaptığıyla ilgili yerel bilgileri toplamak ve buna göre bir dağılım yapmak devasa bir proje gerektireceği için pratikte bilim adamlarını özgür bırakmanın daha uygun bir yöntem olacağını söylüyor.

Ayrıca bilimsel araştırmanın bilginin ilerlemesiyle ilgili getirilerini olası götürüleriyle beraber düşünüp tartarak karar vermek gerekir. Götürü deyince araştırmanın hem mali bedelini hem de yarattığı fiziksel ve ahlaki riskleri kastediyoruz. Aşırı pahalı, tehlikeli veya vicdanları rahatsız edici olması araştırmanın epistemolojik getirisinin önüne geçebilir. Dünya dışı uygarlıkları saptamayla, nükleer silahlarla veya insan klonlamayla ilgili araştırmalar bunla ilgili akla gelebilecek örnekler. Tabii sırf bazı kesimleri rahatsız edebilir diye toplumsal politikaların belirlenmesinde önemli olacak bilgileri ortaya koyacak tür araştırmaların da engellenmemesi gerekir. Cinsler, sınıflar ve ırklar arasındaki yetenek farklarıyla ilgili araştırmalar bunla ilgili akla gelebilecek örnekler. Burada önemli olan getiri-götürü analizinin ve sonunda verilecek kararın dogmatik ve otoriter nitelikte olmaması, sağlam bilgilerden hareket eden geniş katılımlı rasyonel bir tartışmaya ve uzlaşmaya dayanması.

Wilholt’un ikinci argümanı politik bir argüman. Buna göre bir toplumdaki bireyler politik tercihlerini dünyanın nasıl olduğuyla ilgili inanışlarına dayanarak yaparlar. Politik tercihlerin amaca ulaşır nitelikte olması bu inanışların doğru olmasına bağlıdır. Bu inanışlar da genellikle doğrudan veya dolaylı olarak bilimsel araştırma bulgularından hareketle şekillenir. Dolayısıyla bilimsel araştırmanın politik güçlerin kontrolünden bağımsız olması gerekir. Aksi halde basının politik güçlerin kontrolünde olduğu duruma benzer şekilde demokratik süreç aksamaya uğrar.

İlk bakışta makul görünse de bu argümana hemen yöneltilebilecek bir itiraz var. O da bilimsel özgürlüğün demokrasiyi sınırlandırıyor oluşu. Zira bilimin özgür olup olmamasına demokratik süreç sonunda karar verilsin demek yerine bilimin özgür olması gerektiğini en baştan kabul ediyoruz ve toplumun bu konudaki tercih hakkını sınırlamış oluyoruz. Mesela çoğunluk bir tür araştırmanın yapılmamasını istese bile bu konuda çoğunluğun tercihine öncelik vermiyoruz. Bir anlamda bilimi özel korumaya almış oluyoruz. Bilimin bu tür bir özel koruma istemeye hakkı var mı?

Wilholt’a göre bu itiraz çok kısıtlı bir demokrasi anlayışına sahip olmaktan kaynaklanıyor. Demokrasi temelde çoğunluğun hakimiyetine değil aklın hakimiyetine dayanan bir sistemdir. Demokrasilerde bireylerin politik tercihlerini hayata geçirmesinden daha öncelikli olan bireylerin kendi değerlerine, ihtiyaçlarına ve çıkarlarına uygun politik tercihleri geliştirebilmeleridir. Yalanın ve yanlış bilgilerin hakim olduğu bir toplumda bireylerin politik tercihleri onların gerçek çıkarlarından kopuk olacağı için o tercihlerin hayata geçmesinin zaten bir anlamı olmayacaktır. Dolayısıyla doğru bilgilerin ortaya çıkarılması ve bunların serbestçe paylaşılabilmesi demokratik sistemin sağlıklı işleyebilmesinin bir ön şartıdır. Tercihleri sorgulanamaz olarak gören ve demokratik sistemi sadece bunların hayata geçirilmesinin yolu sayan anlayış çok kısıtlı bir anlayıştır. Tercihlerin doğru bilgilerden ve rasyonel tartışmadan hareketle sorgulanabilmesi ve ancak bundan sonra oluşturulması gerekir. Bu yüzden bilimsel özgürlük demokratik sistem için vazgeçilmezdir. Bilimsel özgürlüğü kısıtlamaya kalkan bir demokrasi kendi meşruiyetini zedeliyor demektir.


Politik argümana bir diğer olası itiraz bilimin ideolojik açıdan masum olmadığı, kurumsallaşmış bilimin doğrudan politik güçlerin kontrolünde olmasa da zaten egemen ideolojinin çıkarlarına hizmet ediyor olduğudur. Fakat bilim-ideoloji ilişkisi aslında başka bir tartışmanın konusudur. Politik argümanı savunanlar sırf bilimsel özgürlüğü sağlamakla bireylerin kendi çıkarlarını mükemmelen yansıtan politik tercihler yapmasının sağlanacağını zaten iddia etmezler. Önemli olan mesele bilim ideolojik açıdan tarafsız olmasa bile bilimin politik güçlerin kontrolünden bağımsız olmasının, bağımlı olduğu duruma kıyasla bir ilerleme sayılıp sayılamayacağıdır. Bu argümana göre bilim merkezi bir politik otoritenin kontrolünden bağımsız olursa ideolojik açıdan da çeşitlilik sağlanmış olur ve tek tek bilim adamlarının veya araştırma gruplarının ideolojik taraflılıkları genel bir ideolojik taraflılığa dönüşmemiş olur.

Buradaki gene bir varsayım yapıyoruz: Bilim özgür olduğunda yaklaşımlarda ve ideolojik taraflılıklarda da çeşitlilik olacaktır. Oysa bilim camiasının kendi içinde otoriter bir işleyiş varsa, bilimin politik kontrolden bağımsız olması bu otoritenin bilim adamlarına araştırma konularını ve yaklaşımlarını dayatması sonucunu getirebilir. Bu şekilde ortaya çıkacak taraflılığın politik güçlerin müdahalesiyle ortaya çıkacak taraflılıktan daha iyi sonuç vereceğinin garantisi yoktur. Bu yüzden bilimsel özgürlük için mücadele edenlerin bir yandan bilim camiasının kendi içinde demokratik bir şekilde işlemesini sağlamak için de mücadele etmesi gerekir.

Bilimsel özgürlüğü sadece bilim adamlarının istediği araştırmayı yapma hakkı olarak değil aynı zamanda başta da belirttiğimiz gibi bu araştırma için gerekli kaynakları toplumdan isteme hakkı olarak düşündüğümüzde bilimsel özgürlüğün de sınırları vardır. Toplum sınırlı kaynakları nasıl dağıtacağına demokratik süreç sonucunda karar verir ve elbette bütün kaynaklar bilimsel araştırma için kullanılamaz. Toplumdaki bireyler toplumun ilerlemesi için önemli gördükleri projelere öncelikli olarak kaynak aktarımı yapmayı tercih edebilirler. Var olan kaynakların bilimsel araştırma projelerine dağıtımının en iyi nasıl yapılacağı gene ayrı bir tartışmanın konusundur.

Sonuç olarak Wilholt’a göre bilimin özgür olduğunu savunmak bilimsel araştırmayla ilgili kamusal tartışmayı bitirici nitelik taşımaz. Tam tersine, bilimsel özgürlük prensibi tartışmaların başlangıç noktasıdır. Sınırlarıyla beraber bu prensip kabul edildiğinde bilim adamları, politikacılar, yatırımcılar, entelektüeller ve toplumun diğer kesimleri arasında daha makul bir diyalog mümkün olacaktır.
  
Wilholt, T. (2010). Scientific freedom: Its grounds and their limitations. Studies in History
and Philosophy of Science, 41, 174-181.