29.10.2010

Royal Society Kitap Ödülü: Life Ascending

  
Royal Society İngiltere’nin (daha doğrusu Birleşik Krallık’ın) bilimler akademisi. Aynı zamanda dünyanın en eski bilimler akademisi olma özelliğini taşıyor. Zamanında Newton’ın ve Kelvin’in başkanlığını yaptığı bir kurum. 1988’den beri de çok saygın bir bilim kitapları ödülü veriyor. Her yıl verilen ödül bir önceki yılın en başarılı popüler bilim kitabına veriliyor.


Geçen yıl bildiğimiz gibi bilim çevrelerinde Darwin ve evrim yılıydı. Royal Society’nin Ağustos ayında açıkladığı altı finalist kitap arasında da bir tane evrim kitabı vardı. Bu daha önce bu blogda bahsini ettiğimiz Dawkins’in veya Coyne’un çok popüler olan Darwin yılı kitapları değil, Nick Lane’in daha az popüler Life Ascending kitabıydı. Ve geçen hafta ödülü Nick Lane’in kitabının kazandığı açıklandı. Geçen yılın bütün evrim kitaplarını ve hatta diğer bütün bilim kitaplarını geride bırakarak bu ödüle değer görülen kitap ve yazarı hakkında kısaca bilgi verelim.

Nick Lane University College London’ın Genetics, Evolution and Environment bölümünde biyokimyacı. Daha önce de oksijenin ve mitokondrilerin evrimsel tarihteki rolüyle ilgili popüler kitaplar yazmış. 2009’da çıkan Life Ascending: The Ten Great Inventions of Evolution kitabı ise evrimsel sürecin en başından bugüne kadar ortaya çıkan 10 önemli değişimi veya “icadı” anlatıyor.


Kitapta ele alınan icatlar sırasıyla şunlar:

1. Hayatın kökeni
2. DNA
3. Fotosentez
4. Karmaşık (ökaryotik) hücre
5. Cinsiyet (eşeyli üreme)
6. Hareket
7. Görme
8. Sıcakkanlılık
9. Bilinç
10. Ölüm






Evrimsel tarihte ortaya çıkan önemli gelişmeler bunlardan ibaret değil elbette. Lane kendi seçimlerinin biraz kişisel olduğunu kabul ediyor. Ama seçim yaparken birkaç objektif ölçüt de kullanmış. Bunlardan biri icadın dünyadaki hayat üzerinde devrimsel bir etkisinin olması. Fotosentez atmosferdeki oksijen oranını arttırması ve hayvanların ortaya çıkmasını mümkün kılması nedeniyle bu türden bir icat. Bir başka ölçüt icadın bugünkü hayatımız üzerinde önemli bir etkisinin olması. Cinsiyet ve ölüm bu türden icatlar. Aynı zamanda ilk bakışta evrimsel süreç içinde ortaya çıkmasını beklemeyeceğimiz gelişmeler. Neden ortaya çıkmış olabilecekleri hakkındaki fikirleri Lane son araştırmalar ışığında anlatıyor. Üçüncü bir ölçüt icadın doğal seçilim yoluyla evrimin ürünü olması, yani kültürel evrimin ürünü olmaması. Bu yüzden Lane bilinci listesine dahil ederken dili dışarıda bıraktığını söylüyor. Dilin biyolojik değil kültürel evrimin ürünü olduğuna fikrine ve kültürel evrimin doğal seçilim yoluyla işlemediği fikrine itiraz edilebilir elbette. Biyokimyacı olan Lane’in davranışsal ve sosyal evrimle ilgili son gelişmelere hakim olmaması çok şaşırtıcı değil. Son olarak Lane icadın sembolik veya “ikonik” önemi olması gerektiğini söylüyor. Mesela gözün evrimi Darwin’in zamanından beri bu tür bir öneme sahip. Bütün bu konular klasik fosil verileri ve genlere dayalı soy ağaçları yanında moleküler biyolojinin daha yeni yöntemleri ışığında inceleniyor.

Kitap bir üniversite öğrencisinin anlayabileceği düzeyde yazılmış. Sondaki kaynakça birincil literatüre referans vermesiyle bu konularda daha öte bilgi almak isteyen okuyucuya da yol gösteriyor. Klasik konuları tekrar etmek yerine evrimi en yeni araştırma bulguları ışığında tanıtan bu kitabın en kısa zamanda Türkçe’ye çevrilmesini diliyoruz.

21.10.2010

Bilimsel Özgürlük Üzerine


Akademik dünya içinde bilimsel özgürlük vazgeçilmezliği tartışmasız kabul edilen bir prensip. Bilim adamları günlük hayatta “bilim gerçekten özgür olmalı mı” diye oturup düşünmezler. Öyle olması gerektiğini varsayarlar. Bilimsel özgürlüğe bir tehdit olduğunda da genellikle öfkeli ve beylik laflarla özgürlüklerini savunurlar ve bunun herkes için otomatik olarak ikna edici olmasını beklerler. Oysa başka bütün hak ve özgürlükler gibi bilimsel özgürlüğün de kerameti kendinden menkul değil. Gerektiğinde sloganlara sığınmadan rasyonel düzeyde savunulabilmesi, aynı zamanda sınırlarının da belirlenmesi gerekir.

Bielefeld Üniversitesi’nden felsefeci Torsten Wilholt (2010) birkaç ay önce tam bu konuda bir makale yayınladı. Bu yazıda Wilholt’un bilimsel özgürlüğü savunmak amacıyla ileri sürdüğü iki argümanı kısaca ele alacağız.

Öncelikle bilimsel özgürlük dendiğinde birden fazla şeyin kastedilebileceğinin farkında olmak gerekir. En temelde bilimsel özgürlük bilim adamlarının kendi seçtikleri konularda kendi seçtikleri yöntem ve yaklaşımlarla araştırma yapma hakkıdır. Biraz daha ileri gidersek bu özgürlük bilim adamlarının toplumdan veya devletten önemli gördükleri konularda araştırma yapabilmek için gerekli kaynakları isteme hakkı olarak da düşünülebilir. Bilimsel özgürlüğün bu iki yorumunun farklı argümanlarla savunulması gerektiği açıktır. Diğer bir belirsizlik özgürlüğün öznesinin kim olduğu konusunda. İlk bakışta özne bir birey olarak bilim adamı diye düşünülebilir. Fakat tek tek bilim adamlarının araştırma isteklerinin, içinde bulundukları araştırma grubunun lideri tarafından veya araştırma fonlarının nasıl dağıtılacağına karar veren kişiler tarafından kısıtlanması genellikle bilimsel özgürlüğün kısıtlanması olarak görülmez. Bu durumda bilimsel özgürlüğün öznesi bir araştırma grubu, hatta bütün bir bilim camiası olarak da düşünülebilir. Bu bakışa göre bu camianın özerk olması, bilimsel konulardaki kararları dış etkilerden bağımsız olarak verebilmesi, bilimsel özgürlükten asıl anlaşılması gereken şeydir.

Bu girişten sonra Wilholt’un argümanlarına geçelim. İlk argümana göre bilim adamları (ve aslında herkes) araştırma ve bilgi edinme sürecinde özgür olmalıdır çünkü toplumun kolektif bilgisinin ilerlemesi en iyi bu yolla sağlanır. Araştırma konularının ve yaklaşımların özgürce seçilmesinin yarattığı çeşitlilik doğrulara ulaşmayı kolaylaştıracaktır. Wilholt buna epistemolojik argüman diyor.

Burada yapılan birkaç varsayım var. En başta kolektif bilginin ilerlemesinin arzu edilir bir şey olduğu. Bunu sorgulamak meseleye çok baştan başlamayı gerektireceği için bu konuda genel uzlaşma olduğunu varsayalım. Diğer varsayımlar 1) bilimsel özgürlüğün çeşitliliğe yol açacağı ve 2) çeşitliliğin doğruya ulaşmayı ve bilginin ilerlemesini hızlandıracağı. Çeşitliliğin istenen etkiyi ortaya çıkarması bazı şartlara bağlı. Farklı yaklaşımlar benimseyen bilim adamlarının birbirlerinin ne yaptığından haberdar olması ve birbirlerini eleştirebilmesi ve eleştirilerden hareketle yaklaşımların değişebilmesi bu şartlardan bazıları. Aksi halde çeşitlilik doğruya ulaşma sonucunu değil yanlışlarda ısrar etme sonucunu da doğurabilir.

Bilimsel özgürlüğün zorunlu olarak çeşitliliğin artmasına yol açacağı da garanti değil. Amaç çeşitliliği sağlamaksa bilim adamlarını özgür bırakmak yerine bir merkezi otoritenin konuları ve yaklaşımları bilim adamlarına dağıtmasını sağlamak daha iyi bir yöntem olmaz mı? Prensipte mümkün olsa da Wilholt bilim adamlarının ne yaptığıyla ilgili yerel bilgileri toplamak ve buna göre bir dağılım yapmak devasa bir proje gerektireceği için pratikte bilim adamlarını özgür bırakmanın daha uygun bir yöntem olacağını söylüyor.

Ayrıca bilimsel araştırmanın bilginin ilerlemesiyle ilgili getirilerini olası götürüleriyle beraber düşünüp tartarak karar vermek gerekir. Götürü deyince araştırmanın hem mali bedelini hem de yarattığı fiziksel ve ahlaki riskleri kastediyoruz. Aşırı pahalı, tehlikeli veya vicdanları rahatsız edici olması araştırmanın epistemolojik getirisinin önüne geçebilir. Dünya dışı uygarlıkları saptamayla, nükleer silahlarla veya insan klonlamayla ilgili araştırmalar bunla ilgili akla gelebilecek örnekler. Tabii sırf bazı kesimleri rahatsız edebilir diye toplumsal politikaların belirlenmesinde önemli olacak bilgileri ortaya koyacak tür araştırmaların da engellenmemesi gerekir. Cinsler, sınıflar ve ırklar arasındaki yetenek farklarıyla ilgili araştırmalar bunla ilgili akla gelebilecek örnekler. Burada önemli olan getiri-götürü analizinin ve sonunda verilecek kararın dogmatik ve otoriter nitelikte olmaması, sağlam bilgilerden hareket eden geniş katılımlı rasyonel bir tartışmaya ve uzlaşmaya dayanması.

Wilholt’un ikinci argümanı politik bir argüman. Buna göre bir toplumdaki bireyler politik tercihlerini dünyanın nasıl olduğuyla ilgili inanışlarına dayanarak yaparlar. Politik tercihlerin amaca ulaşır nitelikte olması bu inanışların doğru olmasına bağlıdır. Bu inanışlar da genellikle doğrudan veya dolaylı olarak bilimsel araştırma bulgularından hareketle şekillenir. Dolayısıyla bilimsel araştırmanın politik güçlerin kontrolünden bağımsız olması gerekir. Aksi halde basının politik güçlerin kontrolünde olduğu duruma benzer şekilde demokratik süreç aksamaya uğrar.

İlk bakışta makul görünse de bu argümana hemen yöneltilebilecek bir itiraz var. O da bilimsel özgürlüğün demokrasiyi sınırlandırıyor oluşu. Zira bilimin özgür olup olmamasına demokratik süreç sonunda karar verilsin demek yerine bilimin özgür olması gerektiğini en baştan kabul ediyoruz ve toplumun bu konudaki tercih hakkını sınırlamış oluyoruz. Mesela çoğunluk bir tür araştırmanın yapılmamasını istese bile bu konuda çoğunluğun tercihine öncelik vermiyoruz. Bir anlamda bilimi özel korumaya almış oluyoruz. Bilimin bu tür bir özel koruma istemeye hakkı var mı?

Wilholt’a göre bu itiraz çok kısıtlı bir demokrasi anlayışına sahip olmaktan kaynaklanıyor. Demokrasi temelde çoğunluğun hakimiyetine değil aklın hakimiyetine dayanan bir sistemdir. Demokrasilerde bireylerin politik tercihlerini hayata geçirmesinden daha öncelikli olan bireylerin kendi değerlerine, ihtiyaçlarına ve çıkarlarına uygun politik tercihleri geliştirebilmeleridir. Yalanın ve yanlış bilgilerin hakim olduğu bir toplumda bireylerin politik tercihleri onların gerçek çıkarlarından kopuk olacağı için o tercihlerin hayata geçmesinin zaten bir anlamı olmayacaktır. Dolayısıyla doğru bilgilerin ortaya çıkarılması ve bunların serbestçe paylaşılabilmesi demokratik sistemin sağlıklı işleyebilmesinin bir ön şartıdır. Tercihleri sorgulanamaz olarak gören ve demokratik sistemi sadece bunların hayata geçirilmesinin yolu sayan anlayış çok kısıtlı bir anlayıştır. Tercihlerin doğru bilgilerden ve rasyonel tartışmadan hareketle sorgulanabilmesi ve ancak bundan sonra oluşturulması gerekir. Bu yüzden bilimsel özgürlük demokratik sistem için vazgeçilmezdir. Bilimsel özgürlüğü kısıtlamaya kalkan bir demokrasi kendi meşruiyetini zedeliyor demektir.


Politik argümana bir diğer olası itiraz bilimin ideolojik açıdan masum olmadığı, kurumsallaşmış bilimin doğrudan politik güçlerin kontrolünde olmasa da zaten egemen ideolojinin çıkarlarına hizmet ediyor olduğudur. Fakat bilim-ideoloji ilişkisi aslında başka bir tartışmanın konusudur. Politik argümanı savunanlar sırf bilimsel özgürlüğü sağlamakla bireylerin kendi çıkarlarını mükemmelen yansıtan politik tercihler yapmasının sağlanacağını zaten iddia etmezler. Önemli olan mesele bilim ideolojik açıdan tarafsız olmasa bile bilimin politik güçlerin kontrolünden bağımsız olmasının, bağımlı olduğu duruma kıyasla bir ilerleme sayılıp sayılamayacağıdır. Bu argümana göre bilim merkezi bir politik otoritenin kontrolünden bağımsız olursa ideolojik açıdan da çeşitlilik sağlanmış olur ve tek tek bilim adamlarının veya araştırma gruplarının ideolojik taraflılıkları genel bir ideolojik taraflılığa dönüşmemiş olur.

Buradaki gene bir varsayım yapıyoruz: Bilim özgür olduğunda yaklaşımlarda ve ideolojik taraflılıklarda da çeşitlilik olacaktır. Oysa bilim camiasının kendi içinde otoriter bir işleyiş varsa, bilimin politik kontrolden bağımsız olması bu otoritenin bilim adamlarına araştırma konularını ve yaklaşımlarını dayatması sonucunu getirebilir. Bu şekilde ortaya çıkacak taraflılığın politik güçlerin müdahalesiyle ortaya çıkacak taraflılıktan daha iyi sonuç vereceğinin garantisi yoktur. Bu yüzden bilimsel özgürlük için mücadele edenlerin bir yandan bilim camiasının kendi içinde demokratik bir şekilde işlemesini sağlamak için de mücadele etmesi gerekir.

Bilimsel özgürlüğü sadece bilim adamlarının istediği araştırmayı yapma hakkı olarak değil aynı zamanda başta da belirttiğimiz gibi bu araştırma için gerekli kaynakları toplumdan isteme hakkı olarak düşündüğümüzde bilimsel özgürlüğün de sınırları vardır. Toplum sınırlı kaynakları nasıl dağıtacağına demokratik süreç sonucunda karar verir ve elbette bütün kaynaklar bilimsel araştırma için kullanılamaz. Toplumdaki bireyler toplumun ilerlemesi için önemli gördükleri projelere öncelikli olarak kaynak aktarımı yapmayı tercih edebilirler. Var olan kaynakların bilimsel araştırma projelerine dağıtımının en iyi nasıl yapılacağı gene ayrı bir tartışmanın konusundur.

Sonuç olarak Wilholt’a göre bilimin özgür olduğunu savunmak bilimsel araştırmayla ilgili kamusal tartışmayı bitirici nitelik taşımaz. Tam tersine, bilimsel özgürlük prensibi tartışmaların başlangıç noktasıdır. Sınırlarıyla beraber bu prensip kabul edildiğinde bilim adamları, politikacılar, yatırımcılar, entelektüeller ve toplumun diğer kesimleri arasında daha makul bir diyalog mümkün olacaktır.
  
Wilholt, T. (2010). Scientific freedom: Its grounds and their limitations. Studies in History
and Philosophy of Science, 41, 174-181.

23.09.2010

Cezalı Diktatör Oyunu ve Kadın-Erkek Farkları

 
Cezalı Diktatör oyununda (third party punishment game) görülen işbirliği davranışında kadın-erkek farkları üzerine bir makale.

The influence of cooperative environment and gender on economic decisions in a third party punishment game

Emel Kromer and Hasan G. Bahçekapili

Abstract
The influence of social context on men's and women's cooperative behaviour was investigated in a third party punishment game. The results of the analyses showed that, in general, people significantly deviated from rational norms since their decisions were not fit to maximization of their economic benefits. Female participants’ behaviour was more cooperative in terms of first offer rates than male participants when they were dictators. On the other hand, male participants were more willing to pay money to punish unfair allocations and to reward fair offers when they played the role of third party. Taken together these results imply that explaining the behaviour of people in economic exchange situations require going beyond classical definitions of rationality based on profit maximization and embracing social considerations to account for the influence of the situation and for gender differences.

Keywords: Cooperation; gender differences; third party punishment game


Tam metne ulaşmak için:



İnsanlarda Özgeci İşbirliğinin Psikolojik ve Beyinsel Temelleri

  
Türk Psikoloji Yazıları, Haziran 2010, 13 (25), 29-38.

Şule Güney
Hasan G. Bahçekapılı, Doğuş Üniversitesi

Özet
İnsanlarda görülen işbirliği klasik evrimsel modeller açısından da, klasik ekonomik modeller açısından da açıklanması güç bir bilmece olarak karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda ekonomik oyunların deneysel prosedür olarak kullanıldığı çalışmalarda insanların akrabaları olmayan kişilerle, anonim ve tek seferlik etkileşimlerinde özgeci işbirliğine (altruistic cooperation) giriştikleri, yani kişisel çıkar peşinde koşma dürtüsüyle açıklanamayacak davranışlar sergiledikleri gösterilmiştir. Burada açıklanması gereken insana özgü olduğu düşünülen özgeci işbirliğini ortaya çıkaran psikolojik, beyinsel ve evrimsel mekanizmaların ne olduğudur. Özgeci işbirliğinin altında yatan iki önemli psikolojik mekanizmanın “adalet duygusu” (sense of fairness) ve “güven” (trust) olduğu düşünülmektedir. Adalet duygusunun incelenmesinde genellikle Ültimatom oyunu kullanılmaktadır. Ültimatom oyunundaki davranışsal bulgulara bakıldığında insanların adil davranışları ödüllendirdiği ve adil olmayan davranışları cezalandırdığı görülürken, beyinsel düzeydeki bulgular insanların bu tür ödüllendirmeden ve cezalandırmadan haz aldığını göstermektedir. Güven duygusunun incelendiği ekonomik oyun ise Güven oyunudur. Sosyal yakınlaşmayı arttıran bir nöropeptidin kullanılmasıyla güvenme davranışının artması ve insanların güvenlerini suistimal edenlerin cezalandırılmasından haz aldığının görülmesi ise Güven oyununun oynatıldığı durumlarda elde edilen beyinsel bulgulardır. Bu bulgular insanların ekonomik işbirliği içeren ortamlarda ekonomik tercihler yanında sosyal tercihleri de göz önüne aldıkları ve bu davranışlarının arkasında adalet duygusu ve güven duygusu diyebileceğimiz özel psikolojik mekanizmalar olduğu fikrini destekler niteliktedir. Literatürde özgeci işbirliğini ortaya çıkaran evrimsel mekanizmanın ne olduğu konusunda grup seçilimi ve bireysel seçilim savunucuları arasındaki tartışmalar sürmektedir.



Anahtar kelimeler: Özgeci işbirliği, adalet duygusu, güven duygusu, Ültimatom oyunu, Güven oyunu, nöroekonomi, evrim kuramı

Abstract
Cooperation in humans is a puzzle from the perspective of classical economic and evolutionary models. In recent years, laboratory experiments using economic games have revealed that humans show altruistic cooperation towards non-kin in anonymous one-shot encounters. What needs to be explained are the psychological, neural and evolutionary mechanisms that give rise to altruistic cooperation that is thought to be uniquely human. Two psychological mechanisms proposed to explain altruistic behaviour are sense of fairness and trust. Sense of fairness is usually investigated by using the Ultimatum game. Behavioural findings in the Ultimatum game show that humans reward behaviours that conform to fairness norms and that they punish behaviours that violate fairness norms, even when it is not in their self-interest to do so. Activation of reward centres in the brain during such behaviour suggests that they get pleasure from doing so. Trust is investigated by using the Trust game. Behavioural findings in the Trust game show that humans make generous offers at first and they punish their partner if their trust is violated. At the neural level, it has been shown that administration of a neuropeptide that promotes social attachment increases trusting behaviour and that punishing violations of trust activates reward centres in the brain. These findings suggest that in economic exchange situations, humans take into account social, as well as economic, preferences, and that such behaviour is underpinned by special psychological mechanisms. Debate continues between proponents of individual selection and group selection as to how best to explain the evolutionary basis of altruistic cooperation.

Key words: Altruistic cooperation, sense of fairness, trust, Ultimatum game, Trust game, neuroeconomics, evolutionary theory

Oyuncaklar, Hormonlar ve Cinsiyet Farkları

 
Darwin’in cinsel seçilim teorisinden hareketle eş bulma rekabeti ve eş seçimi kriterlerinin farklılığı yüzünden kadın ve erkek davranışının farklılaşmasını bekleyebiliriz (Geary, 2010). Fakat evrimsel açıklamaları doğrudan test etmek çoğu zaman zor. Davranışta cinsiyet farklarının evrimsel (distal) sebebi ne olursa olsun bunların daha doğrudan incelenebilecek fizyolojik (proximal) temelleri olmalı. Melissa Hines’ın Trends in Cognitive Sciences dergisinin Ekim 2010 sayısında çıkan makalesi bu temellerle ilgili son araştırmaların bir özetini sunuyor.

Hines makalede özellikle kız ve erkeklerin doğum öncesinde maruz kaldıkları testosteron düzeyi üzerinde duruyor. Testosteron vücudu şekillendiren ana erkeklik hormonu. En fazla testisler tarafından salgılanıyor. Fakat böbreküstü bezi ve yumurtalıklar tarafından da bir miktar salgılandığından kadınları da etkiliyor. Diğer hormonlar gibi testosteron da uygun reseptörlerin olduğu her vücut bölgesini etkiliyor. Buna elbette beyin de dahil.

Kadın ve erkek davranışı arasında birçok fark olduğunu biliyoruz. Bu farkların ortaya çıkmasında gelişim sırasındaki sosyal etkilerin önemli bir rol oynadığını da biliyoruz (Bussey & Bandura, 1999). Acaba bu farklarda doğumdan ve dolayısıyla sosyalleşmenin başlamasından önce maruz kalınan testosteron da rol oynuyor olabilir mi? Özellikle de geleneksel olarak ancak sosyalleşmeyle açıklanabileceği düşünülen oyun tarzı ve oyuncak tercihi farkları üzerinde?

Birkaç farklı tür araştırmadan gelen veriler cevabın muhtemelen evet olduğunu gösteriyor. Birincisi doğuştan gelen androjen fazlalığı (congenital adrenal hyperplasia, CAH) denen genetik bozukluğa sahip kızlar üzerinde yapılan araştırmalar. Bu bozukluk doğum öncesinden itibaren böbreküstü bezinden aşırı testosteron salgılanması yüzünden kızlarda cinsel organlarda erkeksileşmeye yol açıyor. Aynı zamanda bu kızlar daha erkeksi davranışlar sergiliyorlar. Mesela daha fazla vurdulu kırdılı oyun oynuyorlar. Ve normal kızlara göre kız oyuncaklarıyla (bebekler, makyaj malzemeleri, vs.) oynama süreleri azalırken erkek oyuncaklarıyla (arabalar, silahlar, vs.) oynama süreleri artıyor (Pasterski ve ark., 2005).

           

Bu farklar doğrudan testosteronun etkisinden değil de sosyal etkilerden kaynaklanıyor olamaz mı? CAH’lı kızlar erkeksi bir görünüme sahip oluyorlar. Sırf bu yüzden anne-babaları tarafından farklı muameleye maruz kalıyorlar, mesela erkeksi davranış göstermeleri daha fazla hoş görülüyor olabilir mi? Son araştırmalar durumun bunun tam tersi olduğunu gösteriyor: CAH’lı kızlar anne-babaları tarafından tipik kız davranışları göstermeye normal kızlara göre daha da fazla teşvik ediliyorlar (Pasterski ve ark., 2005).

İkinci tür araştırma normal düzeydeki doğum öncesi hormonların etkisine bakanlar. Hamilelik sırasında normal gelişen fetüslerin amniyotik sıvısındaki testosteron yoğunluğunun yüksek olması daha sonra çocukluk yıllarında kızların oyun tarzının daha erkeksi olmasına yol açabiliyor (Hines ve ark., 2002). Bu kızların cinsel organları görünüş olarak normal olduğu için ve anne-babalar çocuklarındaki testosteron düzeyini bilmedikleri için bu davranış farklılığını sosyal etki farklılığıyla açıklamak mümkün görünmüyor.

Gene de insan gelişimi söz konusu olduğunda sosyal etkileri tamamen dışarıda bırakmak çok zor. Bu yüzden üçüncü tür araştırma diğer primatlarda benzer farkların varolup olmadığına bakıyor. Alexander ve Hines’ın (2002) bulgularına göre erkek Afrika yeşil maymunları (vervet monkey) dişilerle karşılaştırıldığında erkek oyuncaklarını daha çok tercih ederken kız oyuncaklarını daha az tercih ediyorlar.


            

Testosteronun oyuncak tercihi üzerindeki etkisi giderek daha tartışmasız hale gelse de hormonların davranışı doğrudan etkilemediğini biliyoruz. Hormonlar beyni uyarır, beyin de davranışı üretir. Testosteron hangi beyinsel ve psikolojik mekanizmayla oyuncak tercihini etkiliyor olabilir? İlk akla gelebilecek psikolojik sebeplerden biri şekil ve renk tercihi farklılıkları. Erkek oyuncakları genellikle köşeli ve mavi olurken kız oyuncakları yuvarlak ve pembe oluyor. Fakat Hines’ın henüz baskıda olan bir başka araştırmasında 12-24 aylık çocukların bakma tercihinde standart farkı bulunurken (erkekler erkek oyuncaklarına, kızlar kız oyuncaklarına daha çok bakıyorlar) oyuncakların rengine ve şekline bağlı bir tercih farkı bulunmamış. Öyle görünüyor ki oyuncak tercihlerindeki fark renk tercihlerindeki farktan önce ortaya çıkıyor. Bir başka ihtimal erkek çocukların hareket ettirilebilen oyuncaklardan hoşlanıyor olması. Bu da doğum öncesi testosteronun beyindeki görme sisteminin gelişimini özel bir şekilde etkilemesinden kaynaklanıyor olabilir (Alexander, 2003; Amunts ve ark., 2007).

Oyuncak tercihi konusu ilk bakışta tamamen sosyal bilimlerin alanına giren bir konu olarak görülebilir. Fakat evrimsel, genetik, hormonal, beyinsel ve bilişsel temelleri olması nedeniyle aslında bütün davranış bilimcilerin ilgisini çeken bir konu. Bu yüzden de hem sosyal bilimlerde hem de biyolojik bilimlerde yetkin olan davranış bilimcilere ihtiyaç duyan bir konu. Bu iki bilim alanının politik kaygılarla birbirinden ayrı tutulmasına karşı çıkanlar çoğaldığında bilimsel ilerleme de şüphesiz daha hızlı olacaktır.

Kaynaklar

Alexander, G. M. (2003). An evolutionary perspective of sex-typed toy preferences: Pink, blue, and the brain. Archives of Sexual Behavior, 32, 7-14.


Alexander, G. M., & Hines, M. (2002). Sex differences in response to children’s toys in nonhuman primates (Cercopithecus aethiops sabaeus). Evolution and Human Behavior, 23, 467-479.


Amunts, K., ve ark. (2007). Gender-specific left-right asymmetries in human visual cortex. The Journal of Neuroscience, 27, 1356-1364.


Bussey, K., & Bandura, A. (1999). Social cognitive theory of gender development and differentiation. Psychological Review, 106, 676-713.


Geary, D. C. (2010). Male, female: The evolution of human sex differences. Washington, DC: APA Press.


Hines, M. (2010). Sex-related variation in human behavior and the brain. Trends in Cognitive Sciences, 14, 448-456.


Hines, M., Golombok, S., Rust, J., Johnston, K. J., Golding, J., the ALSPAC study team (2002). Testosterone during pregnancy and gender role behavior of children: A longitudinal population study. Child Development, 73, 1678-1687.


Pasterski, V. L., Geffner, M., Brain, C., Hindmarsh, P., Brook, C., & Hines, M. (2005). Prenatal hormones versus postnatal socialization by parents as determinants of male-typical toy play in girls with congenital adrenal hyperplasia. Child Development, 76, 264-278.

18.08.2010

Türkiye’de Üniversite Öğrencilerinin Evrim Teorisini Anlama ve Kabul Etme Düzeyi

 
Evrim sürecini anlama ve kabul etme arasındaki ilişki, bu konuya ilgi duyan insanlar arasında ister istemez bir merak duygusu uyandırıyor. Bitirme tezi aşamasına gelmeden önce de evrimsel konular hakkında konuştuğumuz tartışma grubunda geçen “acaba Türkiye’de durum nasıl?” sorusu beni bu araştırmayı yapmaya yönlendirdi. Hocam Hasan Bahçekapılı’nın yönlendirmesiyle ve literatür araştırması sonucunda evrim teorisini anlamaya ve kabul etmeye etki edecek değişkenleri saptamaya giriştim.

Önceden yapılan bazı araştırmalar evrimi anlama ve kabul etme arasında anlamlı bir ilişki bulmamıştır (örneğin Lombrozo ve ark., 2008). Bununla birlikte başka etkenlerin kabul etme açısından önemli olduğu bulunmuştur. Bunların arasında yaş, cinsiyet, biyoloji ve evrim bilgisi, kişinin anne babasının eğitim düzeyi, dini ve politik görüş, bilimin doğasını anlamış olma gibi etkenler bulunmaktadır (Lombrozo, 2008; Miller ve ark., 2006; Apaydın ve Sürmeli, 2009).

Bu tez çalışması Türkiye’deki üniversite öğrencilerinin evrimi anlama ve kabul etme düzeyine bakmayı hedeflemekle beraber önceki araştırmalardan yola çıkarak evrimi kabul etmeyi etkileyen diğer faktörler ile bu düzey arasındaki ilişkiye de bakmayı amaçlamıştır.

Araştırmanın prosedürü, önceki çalışmalarda kullanılan ölçeklerden seçilerek hazırlanmıştır. Demografik veriler ile beraber 5 ölçek (Lombrozo, 2008; Stanovich, 2008) ve 1 envanter (Anderson et al, 2002) kullanılarak anket şeklinde öğrencilere dağıtılmıştır. Katılımcılar 1. ve 2. sınıf Psikoloji öğrencilerinden seçilmiştir. Demografik soru formu; yaş, cinsiyet, en uzun yaşanan şehir, ebeveynlerin eğitim düzeyi, politik görüş, biyoloji eğitimi alıp almadıkları ve biyoloji eğitimi aldılarsa bu eğitim sırasında evrim hakkında eğitim alıp almadıklarının sorulduğu bağımsız değişkenlerden oluşmaktadır. Kullanılan ölçekler; evrimi kabul etme, bilime karşı tutum, bilimin doğasını anlama, dindarlık ve rasyonalite ölçekleridir. Ölçekler, ‘kesinlikle katılmıyorum’dan ‘kesinlikle katılıyorum’a, 5 noktalı Likert tipi olarak kullanılmıştır. 

Doğal seçilim evrimin en kritik süreci olmakla beraber bu kavramın hemen kavranması kolay değildir. Biyoloji bilgisine güvenen birçok kişi bile doğal seçilim sürecini anlamada zorluk çekebilir. 1. ve 2. sınıf Psikoloji öğrencilerini seçerken çalışacağımız grubun çoğunun biyoloji eğitimi almış olduklarını öngördük. Asıl ilgilendiğimiz soru şuydu: Öğrencilerin evrimi, özel olarak da doğal seçilim sürecini, kabul edip etmemeleri anlama düzeylerine bağlı mı?  Bu amaçla öncelikle katılımcılara Doğal Seçilim Kavramları Envanteri’ni verdik. Bu envanter Anderson ve ark. (2002) tarafından öğrencilerin doğal seçilim sürecini anlayıp anlamadıklarını saptamak amacıyla hazırlanmıştır. Envanterin hakkında bilgi için:


Bulgular, önceki araştırmalarda olduğu gibi, evrimi anlama ve kabul etme arasında anlamlı bir korelasyon olmadığını gösterdi. Yani bulduğumuz sonuca göre doğal seçilim sürecini anlıyor ya da anlamıyor olmak evrim teorisine olan tutumumuzu etkilemiyor. Ancak envantere verilen cevapları incelediğimizde puanların ve dolayısıyla varyasyonun çok düşük olduğunu gördük. Varyasyonun düşük olması da böyle bir sonuç elde etmemizin bir sebebi olabilir. Bu yüzden belki de asıl çıkarılması gereken sonuç evrimi kabul edenlerin de etmeyenlerin de doğal seçilimi anlama düzeyinin çok düşük olduğu. 

Demografik veriler ile evrimi kabul etme arasındaki ilişkiye baktığımızda, yaş, cinsiyet, en uzun yaşanan şehir (İstanbul ve İstanbul dışı), biyoloji eğitimi ve evrim bilgisi ile kabul etme arasında anlamlı bir ilişki olmadığını gördük. Anne-baba eğitim düzeyine baktığımızda (lise öncesi eğitim, lise eğitimi ve lise üstü eğitim) çıkan sonuçlar kabul etme ile anlamlı bir ilişki göstermiştir. Yani anne-baba eğitimi arttıkça, öğrencilerin evrim teorisine olan olumlu tutumları da artmaktadır. Politik görüşün kabul etme ile olan ilişkisi de anlamlıdır: Sol görüşe eğilimi olan öğrencilerin evrim teorisine karşı daha olumlu tutumları olduğu görülmüştür.

Kullandığımız ölçeklerin kabul etme ile olan ilişkisine baktığımızda, Lombrozo ve arkadaşlarının 2008 araştırmasından farklı olarak, bilimin doğasını anlama ile evrimi kabul etme arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Ayrıca bilimin doğasını anlama ölçeği ile doğal seçilim kavramları envanterinin sonuçları yine anlamlı bir ilişki göstermemiştir.
İstatistiksel analiz, bilime karşı tutum ölçeğiyle kabul etme arasında anlamlı bir ilişki göstermiştir: Beklenebileceği gibi bilime karşı olumlu tutuma sahip katılımcıların evrimi kabul düzeyleri de daha yüksekti. Önceki çalışmalarda olduğu gibi, dindarlıkla evrimi kabul etmenin negatif korelasyon göstereceğini bekliyorduk. Çıkan sonuçlar da bu öngörüyü desteklemekle kalmamış, oldukça yüksek bir korelasyon oranı göstermiştir. Dindarlığın doğal seçilim sürecini anlama ile olan ilişkisine baktığımızda anlamlı bir ilişki bulamadık. Bunu gene anlama düzeyini ölçen envanter puanlarının çok düşük olmasına bağlayabiliriz. Rasyonalite ölçeğini, rasyonel düşünme eğilimi ile kabul etme arasında bir ilişki olup olmadığını anlamak amacı ile araştırmaya dâhil etmiştik. Ancak rasyonalite ölçeği ile evrimi kabul etme ölçeğini karşılaştırdığımızda anlamlı bir ilişki olmadığını gördük.

Elde ettiğimiz sonuçlar doğrultusunda, evrim sürecini anlıyor ya da anlamıyor olmanın evrimi kabul etme ile bir ilişkisi olmadığını söyleyebiliriz. Nitelikli ebeveyn eğitimi, bilime karşı tutumumuzun olumlu olması ve politik olarak sol görüşe yakın olmak evrimi kabul etmeyi ne kadar olumlu yönde etkiliyorsa dindarlık da o kadar olumsuz yönde etkiliyor diyebiliriz.

Bu araştırma sürecinde elde ettiğim deneyime dayanarak söyleyebilirim ki, Türkiye’de evrimi anlama ve kabul etme ile ilgili yapılan araştırmalar literatürüne ufak bir katkıda bulunduk çünkü Türkiye’de bu başlık altında yapılmış çok az araştırma mevcuttur ve bu araştırma, bu konuya ilgisi olan üniversite öğrencilerine yol gösterebilecek niteliktedir. Ayrıca tez çalışmamız diğer ülkelerden toplanan veriler ile zenginleştirilebilir, kültürler arası benzerlikler ve farklılıklar incelenebilir.

Efsun Annaç

Kaynaklar

Anderson, D.L., Fisher, K.M., & Norman, G.J. (2002). Development and evaluation of the conceptual      
            inventory of natural selection. Journal of Research in Science Teaching, 39, 952-978.
Apaydın, Z., & Sürmeli, H. (2009). Üniversite öğrencilerinin evrim teorisine yönelik tutumları. İlköğretim                   Online, 8, 820-842.
Bloom, P., & Weisberg, D.S. (2007). Childhood origins of adult resistance to science. Science, 316, 996.
Lombrozo, T., Thanukos, A.,& Weisberg, M. (2008). The importance of understanding the nature of science for accepting evolution. Evolution: Education and Outreach, 1, 290-298.
Miller, J.D., Scott, E.C., & Okatomo, S. (2006). Public acceptance of evolution. Science, 313 (5788), 765–766.
Stanovich, K. E. (2008). Higher-order preferences and the Master Rationality Motive. Thinking & Reasoning, 14, 111-127.

1.07.2010

Güvercinler İnsanlardan Daha mı Zeki?

 
Bu sorunun sorulmasına vesile olan ilginç bir araştırma (“Are birds smarter than mathematicians?”) birkaç ay önce Journal of Comparative Psychology’de yayınlandı:


Hayvanların belirsizlik içeren bazı özel problemlerde insanlardan daha rasyonel (olası kazancı maksimize eden) tercihler yaptığı biliniyor (Arkes & Ayton, 1999). Bu durumun sebebi olarak genellikle insanların problemin gerektirdiğinden daha karmaşık düşünmeleri, özel olarak da konuyla ilgili eski bilgilerini ve sosyal bağlamı gereksiz bir şekilde problemin çözümünde kullanmaya çalışmaları gösteriliyor (Stanovich, 2004). Dolayısıyla hayvanlar insanlardan daha zeki oldukları için değil, paradoksal bir şekilde daha az zeki oldukları için bu tür özel problemlerde insanlardan daha rasyonel davranabiliyorlar.

Herbranson ve Schroeder (2010) insan zekasını yeniden tartışmaya açan araştırmalarında güvercinlerin Monty Hall probleminde insanlara kıyasla nasıl bir performans göstereceğini bulmayı amaçlamışlar. Monty Hall problemi (içinde matematikçilerin de bulunduğu) birçok kişi tarafından kolayca çözülemeyen ve insanların kendilerine doğru çözüm gösterildikten sonra bile yanlış çözümde ısrar ettikleri bir olasılık problemi. (Monty Hall problemini hatırlamak isteyenler bu blogda daha önce yayınladığımız Kargalar, Keçiler ve Taksiler yazımıza bakabilirler.)

Araştırmadaki ilk deneyin prosedürü orijinal Monty Hall’un düzeneğine benzetilmeye çalışılmış. Orijinal Monty Hall’da bir yarışma ortamı, sunucunun stratejisi hakkında akıl yürütme imkanı ve soruya tek seferde cevap verebilme hakkı vardır. Burada ise düzenek güvercinlerin yapabileceği hale gelecek şekilde biraz değiştirilmiş. Deneyde 6 güvercin var ve deney klasik bir Skinner kutusunda geçiyor. Güvercinlerin önünde yemeği bulmak için gagalayabilecekleri 3 tane tuş var. Deney başladığında bu tuşlardan bir tanesi bir bilgisayar programı tarafından rastgele seçiliyor ve bu seçilen tuş gagalandığında ödül verecek olan tuş oluyor. İlk önce bu 3 tuş beyaz ışıkla ışıklandırılmış durumda. Güvercin bu 3 tuştan herhangi birini gagaladığında ışıklar bir süreliğine sönüyor ve bu sürede bilgisayar ödülün olmadığı tuşu (eğer güvercinin ilk gagaladığı tuşta ödül varsa kalan 2 tuştan herhangi birini) pasif hale getiriyor. Yani güvercin bu tuşu ne kadar gagalarsa gagalasın, bu tuş hiçbir şekilde tepki vermeyecek şekilde ayarlanıyor. Bu durum orijinal Monty Hall’da sunucunun ödül olmayan (arkasında keçi bulunan) herhangi bir kapıyı açmasına denk geliyor. Kalan 2 tuş (güvercinin ilk gagaladığı tuş ve diğer tuş) yeşil ışıkla ışıklandırılıyor. Buradan sonra güvercin ödülün bulunduğu tuşu gagalarsa ödül, yani yem veriliyor; diğer tuşu gagalarsa hiçbir şey verilmiyor. Bu prosedürde aslında bakılan şey şu: Güvercin kalan 2 tuştan birini gagalaması gerektiğinde yine ilk gagaladığını mı yoksa diğer tuşu mu seçecek? Yani bakılan şeyin orijinal Monty Hall’daki karşılığı, sunucu arkasında arabanın olmadığı kapıyı açtıktan sonra yarışmacının ilk seçtiği kapıda ısrar etmesi ya da diğer kapıya geçmeyi tercih etmesi durumu. Monty Hall’da olduğu gibi burada da optimal strateji ilk seçilende ısrar etmemek, tercih değiştirmek.


Veriler güvercinlerin 1. ve 30. günlerdeki denemelerin ortalama yüzde kaçında diğer tuşa geçtiklerine bakılarak inceleniyor. 1. gün 10 denemeyle başlıyor ve her geçen gün deneme sayısı arttırılarak 30. gün bu sayı 100’e ulaşıyor. Sonuçlar 1. gün güvercinlerin toplam denemelerin yaklaşık yüzde 36’sında diğer tuşu seçtiklerini (ki yüzde 50 gibi bir sonuç elde edilmediği için bu, güvercinlerin rastgele bir tuşu seçmedikleri anlamına geliyor), 30. gün denemelerinin ise yaklaşık yüzde 96’sında diğer tuşa geçtiklerini gösteriyor. Yani güvercinlerin 1 ay sonunda optimal stratejiye rahatlıkla ulaştığını görüyoruz.


İlk deneyde hayvanlar her bir tuşu gagaladıklarında ne sıklıkla ödül aldıklarını deneme-yanılma yöntemi ile görüyorlar ve bu yüzden de zaman içinde diğer tuşu seçmenin daha fazla ödül kazandırdığını öğrendikleri için sürekli diğer tuşu seçmeye başlıyorlar. Bu durum “30 gün boyunca devam eden deney sonucunda en avantajlı stratejinin hangisi olduğunu öğrenmek pek de zor olmasa gerek” fikrini akla getirebilir. Klasik Monty Hall probleminde insanların doğru tercih yapıp yapamadıklarını göstermek için tek bir hakkı bulunuyor. 30 gün boyunca tercih yapıp ne tür tercihlerin ne oranda kazanmaya yol açtığını görseler insanlar da optimal stratejiye ulaşamazlar mı?

Araştırmacıların bu soruya cevap vermek amacıyla yaptıkları bir diğer deney şaşırtıcı bir şekilde cevabın “hayır” olduğunu gösteriyor. Güvercinlerin test edildiği düzeneğin hemen hemen aynısıyla sınanan üniversite öğrencilerinin, 200 denemenin ardından bile stratejilerinde pek bir değişim/gelişim olmadığı görülüyor. Öğrencilerin ilk denemelerin yaklaşık yüzde 57’sinde, son denemelerin ise yüzde 66’sında diğer tuşu seçtiklerini görüyoruz.


Bu durumun açıklaması ne olabilir? İnsanlar güvercinlerden çok daha yavaş öğrendikleri için mi son denemelerde hala ancak yüzde 66 oranında diğer tuşu seçiyorlar? Burada bakılması gereken şey sadece optimal stratejiye ulaşılıp ulaşılmadığı değil, ilerleyen zaman içinde optimal olan stratejiyi bulmada gösterilen gelişim. Güvercinler optimal olmayan bir stratejiyle başlıyorlar ve sonuncu gün neredeyse denemelerin tamamında optimal stratejiyi kullanıyorlar. Yani önemli olan nokta 30 gün boyunca en iyi stratejiye doğru giden değişimleri ve en sonunda optimal olanda karar kılmış olmaları. İnsanlar ise ilk denemelerde seçimlerini iki seçenek arasında şans düzeyinden (istatistiksel anlamda) farksız olarak yapıyorlar ama yine de optimal olan stratejiye daha yakınlar (denemelerin yüzde 57’sinde diğerine geçmeyi seçiyorlar). Fakat en son denemelere baktığımızda katılımcıların seçimlerinin, ilk denemelerindekilerden çok da farklı olmadığını görüyoruz. İlk denemelerin yüzde 57’sinde, son denemelerin ise sadece yüzde 66’sında optimal stratejiyi kullanıyorlar ve bu iki değer arasında istatistiksel anlamda bir fark yok. Yani toplamda 200 deneme boyunca stratejilerini geliştirme ve değiştirme anlamında kat ettikleri yol, güvercinlerinkinden çok daha az.

Bu sonuçlar bize güvercinlerin insanlardan daha zeki olduğunu mu gösteriyor? Hayır. Araştırma güvercinlerin özel olarak bu problemde optimal stratejiyi insanlardan daha kolay bulduğunu gösteriyor. Fakat bu durum güvercinlerin insanlardan daha zeki olmasından kaynaklanmıyor. En makul açıklama, başta da söylediğimiz gibi, insanların bu tür yapay problemlerle karşılaştıklarında hemen eski bilgilerini, uygun olup olmadığına bakmadan, kalıp olarak yeni probleme taşımaları. Klasik Monty Hall’da iki tercihin olasılığının da yüzde 50 olması gerektiğinde ısrar etme, eski bilgilerin ve başka ortamlarda işe yarayan stratejilerin uygun olmadığı halde yeni ortama taşınmasının bir örneği. Güvercinler ise böyle bir problemi çözerken sadece deney sırasında deneme-yanılma sonucu elde ettikleri deneyimlerine başvuruyorlar ve deneyimlerinden öğrendikleri kadarıyla kazancı maksimize eden stratejiye bağlı kalıyorlar. Kısacası güvercinlerin başarısının sebebi problemin üzerinde gereğinden fazla “düşünmüyor” oluşları.

Bu yorum başka araştırma bulguları tarafından da destekleniyor. Mesela yetişkin insanlar olasılık problemlerinde daha önceden öğrendikleri soyut analizleri uygulamaya çalıştıkları için başarısız oluyorlarsa, formel matematik eğitimi almamış çocukların tıpkı güvercinler gibi bu tür problemlerde yetişkinlerden daha başarılı olmaları beklenebilir. Nitekim 8. sınıf öğrencilerinden üniversite öğrencilerine kadar uzanan yaş aralığına bakan bir araştırma, yaş küçüldükçe öğrencilerin Monty Hall’da optimal stratejiye daha çok yaklaştığını, diğer seçeneği seçmenin en avantajlı strateji olduğunu daha kolay fark ettiğini gösteriyor (DeNeys, 2006). Bir başka araştırma da dil yeteneğinden ve soyut düşünmeden sorumlu olduğu düşünülen sol beyin yarımküresi hasar görmüş insanların olasılık problemlerinde, sağlıklı insanlarla karşılaştırıldığında, daha yüksek oranda kazançlarını maksimize eden stratejiyi benimsediğini ortaya koyuyor (Wolford, Miller & Gazzaniga, 2000).

Bütün bu bulgular soyut düşünme yeteneğinin, yani deneyimin yanında eski bilgileri de hesaba katma yeteneğinin bazı durumlarda optimal çözüme ulaşmayı sağlamak yerine tam tersine bunu zorlaştırdığını gösteriyor. Fakat yetişkin, eğitimli ve beyni normal çalışan insanlar olarak soyut düşünmekten vazgeçmemiz elbette mümkün değil. Bu durumda yapılabilecek tek şey kendi kendimizi eğitmeye devam ederek daha iyi soyut düşünmeyi öğrenmek.

Kaynaklar

Arkes, H. R., & Ayton, P. (1999). The sunk cost and Concorde effects: Are humans less rational than lower animals? Psychological Bulletin, 125, 591–600.

DeNeys, W. (2006). Developmental trends in decision making: The case of the Monty Hall dilemma. In J. A. Ellsworth (Ed.), Psychology of decision making in education. Haupauge, NY: Nova Science Publishers.

Herbranson, W. T., & Schroeder, J. (2010). Are birds smarter than mathematicians? Pigeons (Columba livia) perform optimally on a version of the Monty Hall dilemma. Journal of Comparative Psychology, 124, 1-13.

Stanovich, K. E. (2004). The robot’s rebellion. Finding meaning in the age of Darwin. Chicago: The University of Chicago Press.

Wolford, G.L., Miller, M.B., & Gazzaniga, M.S. (2000). The left hemisphere’s role in hypothesis formation. Journal of Neuroscience, 20 (RC64), 1–4. 


21.06.2010

Evrim Bilimi ve Yaratılış Efsanesi


(18 Haziran 2010’da Radikal Kitap’ta Hasan Bahçekapılı imzasıyla yayınlanan yazı)

EVRİM BİLİMİ VE YARATILIŞ EFSANESİ
Neyin Gerçek ve Neden Önemli Olduğunu Bilmek
Ardea Skybreak
Çeviren: Betül Çelik, Yordam Kitap
2010, 416 sayfa

Evrim teorisinin doğru olup olmadığı, temel prensipleri itibariyle kabul edilebilir olup olmadığı modern bilimde artık tartışılan bir konu değil. Modern evrim teorisi biyolojik bilimlerin temel taşı konumunda. Evrimin halk arasında tanınma ve kabul edilme düzeyine baktığımızda ise karşımıza çok farklı bir tablo çıkıyor. Dünyanın birçok ülkesinde evrimin orta öğretim ve üniversite eğitimine gerçek anlamda entegre edilmemesinden ve genellikle dinsel kaynaklı yoğun karşı propagandanın sebep olduğu yanlış bilgilenmeden dolayı evrim teorisi reddedilebiliyor ve bilim dışı görüşler evrime rakip olarak görülebiliyor.

Bu durum özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye için geçerli. 2006 yılında Science dergisinde yayınlanan bir araştırma Batı Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında bu iki ülke halkının evrim teorisini kabul etmede çok geride olduğunu göstermişti. İşte bu yüzden ABD halkı göz önünde bulundurularak yazılmış evrim teorisini tanıtan bir kitabın Türkiye halkının bilimsel okuryazarlığına katkıda bulunmak amacıyla çevrilmesi çok yerinde bir seçim.

Ardea Skybreak’in “Evrim Bilimi ve Yaratılış Efsanesi” adlı kitabı hem evrim teorisini biraz bilen hem de hiç bilmeyen okuyucuya teorinin temel prensiplerini ve teoriyi destekleyen bilimsel verileri ayrıntılı olarak ama teknik olmayan bir dille aktarmayı amaçlıyor. Bunun yanında kitap bir biyoloji ders kitabından farklı olarak evrim teorisinin etrafında dönen politik tartışmalar içinde de kendisini keskin bir şekilde konumlandırıyor. Skybreak muhafazakarların ve köktendincilerin politik görüşlerinin uzantısı olan yaratılışçılığa şiddetle karşı çıkarken evrim teorisini sadece bilimsel düzeyde değil, ilerici ve sosyalist dünya görüşü adına da savunuyor.

Kitabın 1. bölümü evrenin ve dünya üzerindeki hayatın tarihini kısaca özetledikten sonra Darwin’in evrim teorisinin temel kavramlarını tanıtıyor. Ortak bir atadan türeyen canlıların birbirinden farklılaşmasını ve giderek karmaşıklaşmasını sağlayan evrimsel süreç çeşitlilik, seçilim ve kalıtım kavramlarına dayanıyor. Bu bölümde canlılığın tarihinin bilimsel açıklamasıyla çeşitli kültürlerin yaratılış efsaneleri karşılaştırılıyor. Darwin’in ünlü kitabı Türlerin Kökeni’nde bahsettiği gibi doğal seçilim süreciyle tarım ve hayvancılıkta kullanılan yapay seçilim süreci arasındaki paralellik vurgulanıyor.

Bundan sonraki bölümler büyük ölçüde en yeni bulgular ışığında evrim teorisini destekleyen verileri ortaya sermek amaçlı. 2. bölümde güvelerde, sirke sineklerinde, Büyük Kanyon sincaplarında görülen evrimsel değişiklikler kolayca anlaşılır bir dille aktarılıyor. Bilinçsiz ilaç tedavisinin ilaca dirençli virüslerin evrimleşmesine sebep olabileceği anlatılarak evrim teorisi bilgisinin tıp alanında da vazgeçilmez olduğu gösteriliyor.

4. ve 5. bölümler doğrudan gözlenmesi zor olduğu için özel olarak tartışmalı olan türleşme (farklı türlere ayrılma) konusuna ayrılmış. Doğal seçilimin mikro düzeyde olduğu gibi makro düzeydeki değişimlerin de temel mekanizması olduğu vurgulanıyor. Aynı türün değişik grupları arasında ortaya çıkan üreme yalıtımının nasıl türleşmenin başlamasına sebep olabileceği gösteriliyor. Ayrıca evrimsel değişikliğin hızıyla ve türleşmenin mekanizmalarıyla ilgili evrimsel biyoloji içindeki tartışmaların neden yaratılışçıların iddia ettiği gibi evrim teorisi içinde bir kriz olduğu anlamına gelmediği açıklanıyor.

6. bölüm kısa başlıklar altında değişik alanlardan evrimi destekleyen bulguları özetliyor. Bunların en başında ortak bir atadan ayrılıp farklılaşma fikrini destekleyen fosil kayıtları geliyor. Ayrıca farklı canlı türleri arasındaki genom karşılaştırmaları, morfolojik özellik karşılaştırmaları, embriyolojik gelişim karşılaştırmaları, işlevini yitirmiş özelliklerin varlığı, kusurlu tasarım örnekleri, canlıların coğrafi dağılımı ancak evrim teorisi çerçevesinde anlam kazanan olgular olarak sunuluyor.

7. bölüm bilim dünyası dışında en çok tartışmaya sebep olan insanın evrimi konusuna ayrılmış. İnsanın insan olmayan hayvan türlerinden evrimleştiği fikri hem fosil bulgularından hem de insan-şempanze DNA’sı karşılaştırmalarından hareketle oldukça ayrıntılı ve güçlü bir şekilde savunuluyor. İnsansıların evrimsel gelişimindeki iki önemli atılımın iki ayaklılığa geçiş ve beyin büyüklüğündeki muazzam artış olduğu belirtiliyor. Bu bölümde yan konu olarak yine büyük tartışmalara yol açan biyolojik ırk kavramı ve Sosyal Darvinizm görüşü ele alınıyor ve ikisinin de bilimsel bir dayanağının olmadığı söyleniyor.

Kitabın son ve en uzun bölümü yaratılışçılık konusunun ele alındığı 8. bölüm. Başlıktan da anlaşılabileceği gibi kitabın bir amacı evrimin neden bir gerçek olduğunu göstermekken diğer bir amacı da yaratılışçılığın neden efsaneden ibaret olduğunu göstermek. Evrimin karşısında yer alan yaratılışçılık görüşünden genellikle kastedilen “Evreni Tanrı yaratmıştır” şeklinde ifade edilebilecek çok genel bir fikirden ziyade “Canlı türleri birbirlerinden ayrı olarak nispeten kısa bir süre önce yaratılmıştır” şeklinde ifade edilebilecek daha özel bir fikir. (Dolayısıyla dindar bir insan bu özel anlamıyla yaratılışçı olmak zorunda değil; “tanrıcı evrim” denen bir görüşü de benimseyebilir.) Bölümde öncelikle evrim ve bilim karşıtı politik bir hareket olarak ABD’deki yaratılışçılığın tarihi anlatılıyor ve 2000’li yıllarda bu hareketin sempatizanlarının ABD yönetiminde oldukça etkili noktalarda bulunduğu belirtiliyor. Daha sonra bilimsel bir teorinin ne olduğu anlatılarak evrim teorisi ve yaratılış görüşünün bilimsel statüleri arasındaki fark vurgulanıyor. Ayrıca yaratılışçıların bilimsel gerçekleri çarpıtmaları da çeşitli örneklerle gösteriliyor. Termodinamiğin 2. yasasının neden evrimle çelişmediği, dünyanın neden 10,000 değil 4.5 milyar yaşında olduğu gösterilerek eski moda yaratılışçıların klasik itirazlarına cevap veriliyor. Bölümde daha ayrıntılı olarak ele alınan konu daha yeni olan Akıllı Tasarım görüşü ve bu görüşün “indirgenemez derecede karmaşık” olduğunu ve dolayısıyla evrimleşmiş olamayacağını iddia ettiği biyolojik yapılar. Akıllı tasarımcıların bakteri kamçısı, kanın pıhtılaşmasını sağlayan sistem, göz, kulak gibi üzerinde ısrarla durduğu yapılar ele alınarak bunların nasıl ortaya çıktığının en iyi açıklamasının neden yine evrim teorisi tarafından verilebileceği açıklanıyor. Bölüm ve kitap evrim ne kadar sağlam bir bilimsel temele oturmuş olsa da evrime saldırıların durmayacağı, bu yüzden evrimi ve bilimsel yaklaşımı aktif bir şekilde savunmak ve öğretmek gerektiği uyarısıyla son buluyor.

Modern evrim teorisini bilimsel verilere sadık kalarak aktaran kitapta bazı ufak hatalar yok değil. Her türlü kayadan fosil çıktığının söylenmesi (s. 33; fosiller genellikle sadece tortul kayalardan çıkar), “fitness” teriminin çevirisiyle ilgili sorunlar (s. 42), bir teorinin kesin olarak ispatlanmasıyla ilgili yanlış anlamaya yol açabilecek ifadeler (s. 45; bilimsel bir teori matematikteki anlamıyla ispatlanamaz), J. B. S. Haldane’in bir sözünün yanlışlıkla T. H. Huxley’ye atfedilmesi (s. 107) bunlardan bazıları. Ayrıca Kaynakça’nın daha kapsamlı olması ve metin içinde birincil kaynaklara referans verilmesi kitabı bilim dışı görüşlerle mücadelede kaynak olarak kullanmak isteyecek okuyucu için daha yararlı olurdu.

Yazarın bilimsel bir görüşle beraber politik bir görüşü de savunma tercihini eleştirenler çıkabilir. Fakat bu tercih aslında yazarın genel amacıyla uyumlu. Skybreak aslen bilim adamlarını ikna etmeye değil halkı bilimsel konularda bilinçlendirmeye çalışıyor. Bunu yaparken de bilim dışı görüşlerin politik temelinin ne olduğunu göstererek okuyucuyu bilimsel gerçeği tanıma, talep etme ve onun için savaşma konusunda motive etmeye çalışıyor. Türkçe basımın önsözünü yazan Prof. Ali Nihat Bozcuk’un belirttiği gibi, genel okuyucunun zorluk çekmeden okuyabileceği bir dille yazılmış ve Betül Çelik’in akıcı Türkçesi’yle çevrilmiş kitabın bu amacı başarıyla yerine getirdiğini söyleyebiliriz.

2.06.2010

İnsan Genomundaki Akıllı Olmayan Tasarım

 
Geçen ay bilim dünyasında din-bilim ilişkisinin tekrar sorgulanmasına yol açan birkaç gelişme oldu. Bunların herhalde en göze batanı Craig Venter ve ekibinin, Science dergisinde yayınladıkları makalede gösterdikleri gibi, bir bakteri genomunu sentezlemeleri ve bu bir hücrenin içine yerleştirildiğinde hücrenin normal metabolik faaliyetlerini gerçekleştirmeye başlamasıydı. Beklenebileceği gibi bu bilimsel başarı “Bilim adamları Tanrı olmaya mı soyunuyorlar?” gibi soruları da beraberinde getirdi:


Yeni bir buluş içermediği için daha az göze batan ama birbirinden ilginç iki ayrı argüman içeren bir başka makale de evrimsel genetikçi John C. Avise’in Proceedings of the National Academy of Sciences’da (PNAS) yayınlanan “Footprints of nonsentient design inside the human genome” başlıklı makalesiydi:


Bu aslında 2009 Aralık’ında dördüncüsü düzenlenen “In the Light of Evolution” başlıklı sempozyum dizisinde Avise’in yaptığı konuşmanın makale haline getirilmiş şekli. Sempozyumların dördüncüsü insanın evrimine ve “insanlık durumuna” ayrılmıştı:


Makale aynı zamanda Avise’in bu sene Oxford University Press’ten çıkan Inside the human genome: A case for non-intelligent design adlı kitabının da çok kısa bir özeti niteliğinde:


Makalenin önce Avise’in uzmanlık alanına giren kısmına bakalım. Avise’in belirttiği gibi evrim teorisi savunucuları da akıllı tasarım görüşü savunucuları da aslen belli bir işlev için özel olarak tasarlanmış gibi görünen biyolojik yapı ve süreçlerin nasıl ortaya çıktığının açıklamasını vermeye çalışıyorlar. İki taraf da kendi önerdiği mekanizmanın daha iyi bir açıklama olduğunu iddia ediyor (akıllı tasarımın gerçek bir mekanizma önerip önermediği meselesini şimdilik bir kenara bırakalım). Fakat Avise’e göre akıllı tasarım için asıl zorluk biyolojik dünyadaki yetersiz ve verimsiz tasarım örnekleri. Mühendislik bakış açısından optimal sayılamayacak biyolojik yapılar evrim teorisinin beklemeyeceği şeyler değil. Hemen sayılabilecek birkaç sebep:

1. Doğal seçilim evrimsel değişikliğin tek mekanizması değil; genetik sürüklenme gibi diğer mekanizmalar tasarımın optimalden sapmasına yol açabilir.
2. Zararlı mutasyonlar doğal seçilimin eleyemeyeceği bir hızla ortaya çıkıyor olabilir.
3. Eşeysel seçilim ve doğal seçilim biyolojik özellikleri farklı yönlere çekebilir.
4. Pleitropi: Genotip birden fazla fenotipe yol açıyor olabilir ve bunlardan bazıları zararlı olabilir.
5. Doğal seçilim sadece bireysel organizma düzeyinde çalışmaz; organizma düzeyinde zararlı ama “bencil genler” düzeyinde yararlı özellikler seçilebilir.

Akıllı tasarım görüşü ise biyolojik özellikleri bilinçli ve herhangi bir yetersizliği olmayan bir tasarımcının ürünü olarak gördüğü için optimal olmayan özellikleri açıklayamaz. Bu yüzden Avise’e göre akıllı tasarım için asıl yıkıcı argüman doğrudan doğal seçilimin şekillendirdiği mükemmel işleyen özellikleri ön plana çıkaran değil, optimal olmayan özellikleri ön plana çıkaran argümandır.

Peki insanda bu tür hatalı tasarım özellikleri var mı? Avise “var, hem de binlerce” diye cevap veriyor. Örnekleri de insan genomundan seçmiş. Örnekler oldukça teknik ve ayrıntılı olduğu için burada ancak ana başlıklar halinde kısa bir özetini yapabiliriz.

1. Mutasyonların sebep olduğu tasarım hataları: Genetik temelli binlerce hastalık bunun örnekleri.

2. Genomdaki gereksiz karmaşıklığın sebep olduğu tasarım hataları: DNA transkripsiyonundan (RNA oluşumu) önce DNA’nın intron bölgelerinin (protein kodlamayan bölgeler) ayrılmasının gerekmesi gereksiz metabolik enerji harcanmasına sebep oluyor ve bu karmaşıklık bir şeylerin ters gitmesi ihtimalini arttırıyor. Benzer şekilde gen regülasyonu (protein sentezinin başlamasının ve durmasının kontrolü) sürecinin karmaşıklığı da birçok sağlık problemine yol açabiliyor. Son olarak mitokondrideki DNA’nın faaliyetindeki tasarım hataları da ancak mitokondrilerin milyarlarca yıl önce ökaryot hücreler tarafından yutulmuş bir zamanlar bağımsız olan bakteri hücreleri olduğu fikriyle anlam kazanabilir.

3. DNA’daki tekrarların ve müsrifliğin sebep olduğu tasarım hataları: DNA’mızın büyük kısmı herhangi bir işlevi olmayan, sürekli tekrar eden nükleotit dizilerinden oluşuyor. Bu dizilerin bir kısmı sonradan bir işlev kazanmış olsa da yapıyı ve gördüğü işlevi göz önüne aldığımızda optimal olmayan bir tasarım olduğunu hemen farkedebiliriz. Ayrıca eskiden işlev gören fakat bugün etkisiz olan sahte-genlerin genomumuzda hala bulunuyor olması da akıllı tasarım açısından değil ancak evrimsel tarih açısından baktığımızda anlam kazanır. Son olarak genomdaki hareketli parçalar da (mesela transpozonlar) birçok genetik hastalığa sebep oluyorlar.

Son yıllarda genomumuzun protein kodlamayan yüzde 98’lik kısmının başka yararlı işlevleri olduğu fikri yaygınlık kazanmaya başlamış olsa da geçen ay yayınlanan bir araştırmanın sonuçları bu fikri desteklemiyor:


Sonuç olarak insan genomu kesinlikle akıllı bir tasarımcının elinden çıkmış gibi görünmüyor. Makalenin ilk argümanı bu. Buraya kadar Avise standart bir evrimsel biyoloğun kendi alanına dinsel temelli görüşleri karıştırmaya çalışan akıllı tasarımcılara vermesi beklenebilecek tepkiyi gösteriyor. Fakat makalenin son kısmında Avise bambaşka bir iddia ortaya atıyor: Geleneksel dinler akıllı tasarım görüşünü değil evrim görüşünü benimserlerse teolojinin klasik sorunlarından biri olan kötülüğün varlığı sorununu daha kolay çözebilirler!

Bilimsel bir makalede teolojik sorunların ne işi var diye merak edebiliriz. Veya bir evrimsel genetikçinin teolojiyle ilgili yeni tezler ortaya atabilecek yetkinliğe sahip olup olmadığını sorgulayabiliriz. Bunların hepsini bir kenara bırakıp Avise’in tezine bakalım. Kötülük sorunu dediğimiz şey herşeye gücü yeten iyi bir Tanrı’nın varlığıyla dünyadaki kötülüğün ve acı çekmenin varlığının uzlaştırılması sorunu. Avise’e göre yaratılışçıların ve akıllı tasarımcıların yaptığı gibi Tanrı’yı en küçük ayrıntısına kadar dünyadaki herşeyin tasarlayıcısı olarak görürsek dünyadaki bütün kötülüklerden de sorumlu tutmak zorunda kalırız. Oysa biyolojik dünyadaki birçok sonucu ortaya çıkaranın evrimsel süreç olduğunu kabul edersek Tanrı da mesela genomumuzdaki tasarım hatalarının sebep olduğu acılardan doğrudan sorumlu olmamış olur. Yani evrimsel süreç Tanrı’nın hayatı yaratma planının parçasıdır, ama Tanrı bu sürecin ayrıntılarına karışmaz. Bu görüş aynı zamanda dini de bilimin alanına giren konularda açıklama verme zorunluluğundan kurtarıp asıl alanı olan ahlak, ruhsallık, kutsallık gibi konularda saygın bir yol gösterici haline sokar.

Avise’in makaledeki bu ikinci argümanı için ne diyebiliriz? Herhalde söylenebilecek en kibar şey yeterince geliştirilmemiş bir argüman olduğu. Birincisi, dünyadaki kötülüğün tek sebebi evrimsel sürecin sebep olduğu tasarım hataları değil. Evrimden önce doğal afetler var. Dolayısıyla tasarım hatalarını evrime yüklemek kötülük sorununu kökten çözmüyor. İkincisi, dünyaya her an müdahale edebilecek bir Tanrı anlayışını kabul ettiğimizde “bu Tanrı neden bütün işleri evrimin bilinçsiz mekanizmalarına bırakıyor, neden insanların acısını hafifletmek için yararlı mutasyonların daha fazla ortaya çıkmasını sağlamıyor?” gibi sorular akla geliyor. Yani evrimi kabul etmek Tanrı’yı biyolojik tasarım hatalarından kaynaklanan kötülüklerin sorumluluğundan da kurtarmıyor. Son olarak, “Tanrı değil evrim yaptı” demek doğal süreçleri yöneten yasaları yapan, daha sonra olanlara ise karışmayan, deist görüştekine benzer bir Tanrı anlayışını çağrıştırıyor. Böyle bir Tanrı’ya mesela dua etmenin anlamı yoktur. Oysa Avise’in ulaşmak, hitap etmek istediği dindar insanların büyük çoğunluğu bu tür bir Tanrı’ya değil, dünyaya her an müdahale eden (veya etme potansiyeline sahip olan) teist görüşe uygun bir Tanrı’ya inanıyorlar. Dolayısıyla Avise’in evrimle uzlaştırmaya çalıştığı din, dindar insanların büyük çoğunluğunun benimsediği din değil.

Sonuç olarak Avise’in makalesinin, akıllı tasarıma yönelik eleştirisi bakımından başarılı, geleneksel dinle asıl uyumlu biyolojik görüşün akıllı tasarım değil evrim olduğu iddiası bakımından başarısız olduğunu söyleyebiliriz. Geleneksel dinle modern evrim görüşünü uzlaştırmak bir makalenin son yarım sayfasında başarılabilecek bir iş kesinlikle değil. Karşı iddianın, yani dinle evrimin uzlaştırılamayacağı iddiasının başarılı bir savunması için bir diğer ünlü evrimsel biyolog Jerry Coyne’un adeta bir kitap uzunluğunda olan şu kitap eleştirisi yazısına bakılabilir:



20.05.2010

2012’de Dünyanın Sonu mu Gelecek?

 
Tabii ki hayır. Daha doğrusu böyle bir şey olacağını düşünmek için ortada makul bir sebep yok. Ama inanmak için makul sebebe ihtiyaç duymayan bir kesim ve bundan yararlanmak isteyen bir başka kesim sayesinde 2012 felaket senaryoları başını aldı gidiyor. Bilimsel ve eleştirel düşünce bir kenara bırakıldığında insanların nelere inanabileceği ve inandırılabileceğini bir kere daha göz önüne seren bu durum hakkında güvenilir kaynaklara dayanan bir bilgilendirme yazısı yazma ihtiyacı duyduk.

2012’yle ilgili senaryoların başında 21 Aralık 2012’de dünyaya Nibiru adlı bir gezegenin çarpacağı veya çok yakınından geçeceği, güneş fırtınalarının maksimum düzeye çıkacağı, veya dünyanın bazı gök cisimleriyle ve galaksinin merkeziyle aynı hat üzerine geleceği iddiası yer alıyor. Bunun sonucunda beklenen de dünyanın yok olması veya görülmemiş şiddette depremler gibi büyük felaketlere maruz kalması, böylece insanlığın ya yok olması ya da bu büyük felaketler karşısında bir bilinç sıçraması yaşaması ve yeni bir çağın başlaması. Bütün bu olayların (veya bir kısmının) yüzlerce yıl önceki Maya kehanetlerinde ve Sümer mitolojisinde haber verildiği iddia ediliyor. Habervesaire sayfası iddiaların yorumsuz bir özetini yapmış:


Ustaca yazılmış izlenimi veren ama aslında birçok dayanaksız iddiadan oluşan bir yazı da ntvmsnbc’nin sayfasında var:


İnsanların bu iddiaları ciddiye aldığını gösteren örneklerden biri felaket gününden korunmak amacıyla sığınak yerlerinin kişi başı 50,000 dolardan satılmaya başlaması ve bunlara talebin de hiç fena olmaması:


Ortada çok fazla iddia olduğu için bunların başlıcalarını kısa başlıklar halinde ele alalım.

2012’yle ilgili Maya kehanetlerinin kaynağı ve geçerliliği

2012’yle ilgili muhtemelen en popüler iddia Maya takviminin 21 Aralık 2012’de bitiyor olması, bunun da bu tarihte dünyanın sonunun veya büyük bir dönüşümün gerçekleşeceğinin habercisi olduğu, ve Mayalar’ın astronomide ve takvimcilikte çok ileri gittiği için bu kehanete güvenilebileceği. Mayalar Meksika’da ve Orta Amerika’da hala yaşayan, fakat uygarlıklarının altın çağı M.S. 250-900 yıllarına denk düşen bir halk. Mayalar’ın “uzun sayım” takvimini incelediğimizde şunu görüyoruz: En küçük birim “gün” anlamındaki kin. Bir vinal 20 kinden, bir tun (yaklaşık bir yıl) 18 vinalden, bir katun 20 tundan, bir baktun da 20 katundan oluşuyor. Bir baktun yaklaşık 394 yıl uzunluğunda. Takvim toplam 13 baktundan oluşuyor. 13 baktun tamamlandığında takvim başa dönüyor. 13 baktun da yaklaşık 5125 yıl ediyor. Mayalar takvimin başlangıcını M.Ö. 11 Ağustos 3114  kabul ediyorlar. Bu tarihin anlamı bilinmese de önemli bir göksel olaya karşılık geldiği tahmin ediliyor. Başlangıç gününden tam 13 baktun sonrası da M.S. 21 Aralık 2012’ye denk düşüyor. Fakat Maya yazıtlarında bu günün dünyanın sonu veya büyük felaketlerin başlangıcı olduğuna dair bir ibare yok. Bildiğimiz kadarıyla klasik Mayalar bir dönemin bitişi olarak bu günü önemli ve kutlanacak bir gün olarak düşünüyorlar. Zira Maya yazıtları bu günden sonra olacak olaylardan da bahsediyor ve bunlar gene gündelik olaylar. Ayrıca modern Mayalar arasında da 21 Aralık 2012’de büyük felaketlerin olacağına dair bir inanış yok. 2012’ye dair Maya kehaneti fikri göründüğü kadarıyla tamamen Batı kaynaklı ve 20. yüzyılın ürünü. Bu konuda University of Calgary arkeoloji profesörü Kathryn Reese-Taylor’la yapılmış kısa bir röportaj üniversitenin sayfasından okunabilir:


Orta Amerika Çalışmalarını İlerletme Vakfı’nın (FAMSI; Foundation for the Advancement of Mesoamerican Studies, Inc.) sayfasında Maya uzmanı Mark Van Stone’un çok daha ayrıntılı bir açıklaması var:


Maya yazıtları 2012’de dünyanın sonunun geleceğini söyleseydi bile bunu ciddiye almanın gerekip gerekmediği, bizim bugünkü yöntemlerimizle önceden göremediğimiz bir felaketi Mayalar’ın 1500 yıl önceki yöntemleriyle tahmin edip edemeyecekleri de ayrı bir soru tabii. Maya takviminin bizimkinden daha “doğru” olup olmadığıyla ilgili bir soruyu gene Stone cevaplıyor:


Bunların ışığında Maya kehanetlerinin güvenilir olduğunu düşünmek için hiçbir sebep olmadığı sonucuna varabiliriz.

Nibiru gezegeni iddialarının kaynağı ve geçerliliği

Bir diğer popüler iddia Nibiru gezegeniyle ilgili. Nibiru Sümer mitolojisinde ve Babil astronomisinde güneşin gökte en yüksekte olduğu nokta ve bazan da Jupiter veya Merkür gezegeni anlamında kullanılıyor. Bazan da gökün en yüksek noktası olarak en büyük tanrı Marduk’la özdeşleştiriliyor. Nibiru’nun modern çağda henüz keşfedilmemiş bir gezegen olduğu, güneşin çevresinde 3600 yıllık bir yörüngede döndüğü, dünyanın bu gezegenden gelmiş akıllı yaratıklar tarafından geçmişte ziyaret edildiği ve gezegenin yakında tekrar dünyanın yakınından geçeceği iddiaları ise 20. yüzyılda Sümer efsanelerinden esinlenmiş hikayeler yazan Zecharia Sitchin’den kaynaklanıyor. Sitchin iddialarını Sümer efsanelerine dayandırıyor ama bunlar Sümerologlar tarafından kabul edilmiyor. Nibiru’nun 2012’de dünyaya çarpacağı veya çok yakınından geçeceği iddiası ise medyum Nancy Lieder’a dayanıyor. Lieder aslında önce çarpışmanın 2003’te olacağını iddia etmişti ama bu gerçekleşmeyince tarih 2012’ye çekildi. 2012 tarihini Sitchin’in kabul etmediğini de belirtelim. Son yıllarda amatör astronomik gözlemlere veya bazı sahte fotoğraflara dayanarak Nibiru’nun dünyadan görülür hale geldiği haberleri İnternet’te yaygınlaştı. NASA ve diğer astronomi kurumları ise böyle bir gezegenin varolduğu iddialarını reddediyorlar. NASA’da çalışan astrobiyolog David Morrison Skeptical Inquirer dergisinin Kasım/Aralık 2009 sayısındaki yazısında son iddiaları ve soruları cevapladı:


Morrison’ın kısa bir konuşması NASA’nın sayfasından dinlenebilir:


NASA’nın diğer 2012 iddialarına cevapları:


Dolayısıyla Nibiru iddialarının güvenilir olduğunu düşünmek için de bir sebep yok. Burada dikkat çekici olan şeylerden biri şu: İnsanlar bir yandan ABD hükümetinin bir kurumu olan NASA’ya ve onun bilim adamlarına güvenmeyip NASA’dan gelen açıklamalara karşı aşırı bir şüphecilik gösterirken bir yandan da NASA’dan çok daha az güvenilmesi gereken, hiçbir bilimsel değeri olmayan İnternet kaynaklarından gelen haberlere ve fotoğraflara ve tamamen ticari amaç güden filmlere ve kitaplara şaşırtıcı bir safdillikle yaklaşıyorlar. Bu ironik durumda insanların eleştirel düşünememesinin rolü olduğu kadar hükümetlerin yıllar yılı halklarını kandırmalarının sonucu güvenilirliklerini kaybetmelerinin de rolü olduğu söylenebilir.

Felaket yaratacağı söylenen diğer astronomik olaylarla ilgili iddiaların geçerliliği

2012’de gerçekleşeceği söylenen iki astronomik olayı daha kısaca ele alalım. Bunlardan biri, yaşanacak büyük güneş patlamalarının dünyanın manyetik alanında zayıflamaya yol açacağı ve kuzey ve güney kutuplarının yer değiştireceği iddiası. Kutupların yer değiştirmesi dünya tarihi boyunca görülen olaylardan. Fakat bu genellikle binlerce yıl alan bir süreç ve dünya üzerinde herhangi bir felakete yol açmıyor. Ayrıca 2012’de birdenbire bu tür bir değişimin başlayacağını düşünmek için de bir sebep yok. Universe Today adlı astronomi blogundan bu konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi veren iki yazı:



Son olarak 21 Aralık 2012’de dünya, güneş ve galaksinin merkezinin aynı hat üzerinde yer alacağı ve bunun büyük felaketlere yol açacağı iddiasına bakalım. Modern astronomik bilgiler ışığında baktığımızda bu iddianın da hiçbir tutar tarafı yok. Birincisi, bu üçünün tamamen aynı hat üzerinde olması mümkün değil zira galaksinin merkezi dünyanın yörünge düzleminin dışında kalıyor. Ancak yaklaşık olarak aynı hat üzerinde olmaktan bahsedebiliriz. Fakat bu yaklaşık durum zaten 1998 yılında gerçekleşti ve bu hiçbir özel olaya sebep olmadı. 2012’de bu olayın bir daha gerçekleşeceği ve bu sefer özel olaylara sebep olacağı beklentisinin hiçbir temeli yok. 2012hoax sayfasından bu konuyla ilgili kısa bir yazı:


Kuşkuculuk ve bilimsel yaklaşım

Bilim adamlarının her söylediği şey doğru mudur? Herşeyden kuşkulanacaksak bilime neden kayıtsız şartsız güvenelim ki?

Aslında ilk bakışta hiç fena bir soru değil. Rasyonel kuşkuculuğun yılmaz savunucusu olan bilimsel yaklaşım sıra bilim adamlarından gelen iddiaların değerlendirilmesine geldiğinde koşulsuz güveni savunuyor olsaydı gerçekten kendi kendisiyle çelişmiş olurdu. Ama istenen şey zaten bilim adamlarının söylediği herşeye güvenmek değil. Bilim adamlarının tamamen aynı fikirde olduğu konu bulmak zordur. Bilimsel veriler genellikle tek bir sonuca kesin olarak işaret etmediği için bilim adamları aralarında hangi sonuca varmanın daha makul olduğu konusunda tartışır dururlar. Kesin bir sonuca varmayıp tartışmaların sonuçlanmasını beklemenin en makul davranış olduğu durumlar da vardır. Fakat bilimsel yöntem sonucu elde edilen veriler ve bilimsel akıl yürütme süreçleri bizi tek bir sonuca yöneltiyorsa, bu konuda bilim dünyasında mutabakat varsa, bu sonucu değil de başka bir sonucu kabul etmenin nasıl bir savunması olabilir? Bir iddiayı sırf yerleşik otoriteden geldiği gerekçesiyle reddetmek mi bizi asıl özgürleştirecek olan tavırdır, yoksa nereden gelirse gelsin her iddiayı rasyonel düşünce süzgecinden geçirdikten sonra kabul edip etmemeye karar vermek mi? Aşırı bilim kuşkucularının cevap vermesi gereken soru budur.

Savunduğumuz tavrı özetleyecek olursak: Güvenilir bilgi edinmenin uzun ve zahmetli bir süreç olduğunu unutmamak; neye inanacağımıza karar verirken sadece iddianın geldiği kaynağa bakarak karar vermemek; ortada ciddi tartışma var gibi görünüyorsa bir süreliğine kesin karara varmayı askıya almak; konuyla ilgili güvenilir kaynakları bulmak ve ciddi olarak incelemek; kaynakların hangi iddiayı desteklediğine ancak bundan sonra karar vermek; vardığımız sonuçların gene de tartışmaya açık olabileceğini aklımızda bulundurmak; bu sonuçları başkalarıyla paylaşmaya, tartışmaya ve gerektiğinde değiştirmeye hazırlıklı olmak.

Eleştirel düşünce ve bilimsel yaklaşım dediğimiz budur. En temel varsayımı da insan aklına güvenmektir.